İslam’a düşünerek inanmak

Aslında, Kur’an’daki İslamiyet’te, diğer dinlerde gözükmeyen farklı bir nitelik olarak, ‘inanma’ ve ‘düşünce’ boyutlarının birlikte yaşanabileceği hakkında mükemmel bir denge ve uyum bulunmaktadır. Ancak, İslami yaşantıların Arap kültür coğrafyasında başlayıp, zaman içinde diğer bölgesel kültür etkileşimlerini de içine alan dinselleşme olgusundan dolayı, Müslümanlık uygulamalarının çoğunda İslam’ın ‘düşünce’ boyutunun nispeten kaybedildiği anlaşılmaktadır. İslami değerlerin, hem Kur’an hem de akıl ve bilimle aralarında bir kopukluk olması, onca mezhep, yüzlerce ve hatta binlerce cemaat ve tarikatvari dinsel toplulukların türemesine uygun bir kültürel ortam yaratmıştır. Bu kültürel inanç yapılarının varlığı sonucunda, cinsellik üzerinden yapılananlardan yabancı ülkeler adına casusluğa ve terörizme kadar vardırılan bir parçalanmışlık hâli, özü ‘tevhit’ ve ‘ahlak’ olan bir İslam Dini için oldukça sarsıcı ve örseleyici bir gerçeklik olsa gerekir.

*****

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

İnsanlar, biyolojik yapılarınca donatılmış davranışlara ve sosyal çevrelerinden edindikleri kültürel öğrenmelere ek olarak, akıl ve bilim yoluyla kazandıkları bilgiler sayesinde gelişmiş bir yaşam kurabilirler.  Dosdoğru referanslar ve düşünce yoluyla doğru, iyi ve güzel olanı, yanlış, kötü ve çirkin olanlardan ayırt etmeyi ve bilerek yaşamayı öğrenirler.

İnsan Yaşamında İçgüdüsel Donanımın, İnanmanın ve Düşünmenin Yeri

İnsan davranışları, çok sayıda ve türden etkenlere bağlı olarak gerçekleşir. Bu davranış belirleyici etkenler, çıkış kaynakları bakımından üç ana grupta toplanır. Birincisi, kişileri içgüdüsel ve biyolojik temelli davranışlara iteleyen etkenler (içgüdüsel donanım). İkincisi, kişilerin içinde yaşadıkları doğal ve toplumsal çevreye uyum sağlayıcı fiziki ve kültürel etkenler (öğrenilen davranışlar). Üçüncüsü ise insanların, kendi akıl ve zihinsel süreçlerine bağlı olarak düşünmeye dayalı davranış etkenleri (düşünce temelli davranışlar).

İnsanların, birer canlı olarak içgüdüsel davranışlarını öğrenmeleri gerekmiyor. Onlar zaten bedensel yapılarına formatlanmıştır. Sadece onların, toplumsal normlar çerçevesinde ‘nerede ne yapılır ya da ne yapılmaz’ tarzındaki hukuki ve ahlaki sınırlarını göz önüne almak gerekiyor.  Kişiler, bu sosyal davranışları, toplumsal gerçeklik ilkesi gereği hiç olmazsa topluluk içinde kalmayı sürdürmeye yetecek kadar öğrenmek durumundadır. Bu davranışlar, bir anlamda kültürel şartlandırma tarzında öğrenmelerdir.

Düşünerek İnanmak ve Bilerek Yaşamak

Sosyalleşme sürecinde yaygın öğrenme tarzı, öykünme ve benzeşme gibi basit ve sıradan bir öğrenme türüdür.  Bu sosyalleşme tarzı, kişilerin, olaylar ve olgular arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurma bakımından zihinsel gelişimlerinin henüz yeterli olmadığı yaşlardaki toplumsal değerlere inanma biçimleridir. İnanmak fiili, herhangi bir bilimsel açıklama yöntemine ve mantıklı bir açıklamaya gerek kalmaksızın bir şeyin varlığının ve doğruluğunun kabul edilmesidir. Bu anlamda, bütün inanç sistemleri, esas itibarıyla ‘inanmak’ fiili üzerine kurulu sosyal kurumlardır. Toplumdaki çeşitli inanç ve kültürel öğelerin, özellikle ilk çocukluk yıllarında öğretilmesi veya öğrenilmesi, bu tür toplumsal değerlerin kabullenilmesi sırasında fazla bir zihinsel etkinliğe ihtiyaç duyulmamasından kaynaklanır.

Yetişkin insan davranışlarının biçimlenmesinde, akıl yürütme ve deney gibi bilimsel araştırma yöntemleriyle elde edilen bilgilerin de önemli bir yeri bulunmaktadır. Aslına bakılırsa, toplum içindeki bireyleri, ortalama ve sıradan kişilere göre asıl farklılaştıran ve daha seçkin hale getiren davranış etkenleri, düşünce temelli ‘bilmek’ fiiliyle ilgili bilgi kaynakları olmaktadır. Bu durumda, davranışların asıl kaynağı; birincisinde ‘yaşama güdüsü’; ikincisinde ‘inanma duygusu’; üçüncüsünde ise ‘düşünce iradesi’ olmaktadır. İnsanlara, yaşayan, inanan ve düşünen birer varlıklar olarak, canlı türleri arasında oldukça üstün bir konum kazandıran bilgi kaynakları da düşünce ürünü olan bilgilerdir. Günümüzde, düşünceye dayalı inanma ve bilerek yaşama evresinde olan insanların ve toplumların, diğer türlere ve türdeşlerine göre nispeten düzenli ve dengeli bir yaşam sürdükleri görülmektedir.

İslam’ın Özünde Düşünerek İnanma Var

Her din, belirli duygu, değer ve ritüeller olarak benimsenen, bunların doğruluğuna inanılan ve bütün bu doğrultuda davranışlarda bulunulmaya çalışılan birer inanç sistemidir.  Kur’an’daki İslamiyet’te, yeryüzündeki bütün inanç sistemlerindeki bu ortak özelliklerin dışında, doğru olduğuna inanılan öğretilere dışarıdan yapılabilecek itirazların, bilimsel düşünce yoluyla çürütülmesi imkânı da vardır. Başka bir anlatımla, akıl ve bilimle çelişmeden belirli bir denge ve uyum içinde, ‘inanma’ ile ‘düşünce’ olgularının birlikte var olabileceği tek din, Kur’an’daki İslam Dinidir (Bilgiseven, 1992, 7). Kur’an’daki İslamiyet, vahye dayalı bir din olarak, siyasi ve ideolojik bir sapma içinde olmayan bilimsel düşünce ve gerçeklerle büyük ölçüde çelişmez.

Başlangıçta Türkler İslam’ı Türk’çe Okudular!

Türkler, tarihi belgelerin bildirdiğine göre, İslam olmadan önce de ‘tek Tanrı’ inancına ve yüksek ‘ahlak’ bilincine sahip bir milletti (Kutlu, 2017, 28).  Türklerin önceki inanç sisteminin de tek Tanrı inancını ve toplumsal ahlakı merkeze alması, öz değerleri ‘tevhit’ ve ‘ahlak’ olan İslamiyet için uyumlu bir kültürel ortam sağlamıştır. Ayrıca, Türkistan kültür coğrafyasında, Arabistan bölgesindeki gibi yaygın bölgesel inançların ve müşrik kültür etkileşimlerinin olmaması, Türk Müslümanlığında düşünceye dayalı inanma anlayışına son derece katkıda bulunmuştur. Türk kökenli Maturidi’nin, Türklerin Müslüman oldukları ilk dönemleri temsil eden yetkin bir bilgin olarak, İslam’ı anlatan çalışmalarında ‘aklı’ esas alan açıklamalarına bakılırsa, Türk Müslümanlık anlayışında Kur’an’ın anlamının bilindiği ve buna göre hareket edildiği açıkça anlaşılmaktadır.

Türklerin Müslüman olmaya başladıkları ilk sıralarda, Uygur harfleri ile Kur’an’ın Türkçeye çevirilerinin yapıldığı bilinmektedir. Maturidi’nin akılcı ve düşünceyi önemseyen İslam anlayışının, yetiştirdiği öğrencilerinin de aracılığıyla toplumsal bir paylaşıma konu olması, Türklerin Kur’an’ı sadece yüzüne okumak ya da dinlemekle yetinmeyip, anlam dünyasının bilincinde de olduklarını göstermektedir. Hazar Denizinin güneyinden Orta Doğu bölgesine gelen Türklerin, Arap ve Farsların eski inançlarına ilişkin öğelerle harmanlanmış Müslümanlık kültürleriyle karşılaşmalarından sonra, başlangıçtaki Kur’an’ı Türkçe okuma ve anlama tavırlarında bir geri çekilme olduğu anlaşılmaktadır. Söz gelimi, Selçuklular döneminde Türk hakanlarının, Türk Milletinin eğitim ve kültürel süreçlerini çoğunlukla Arap ve Fars kültürü hayranı devşirme üst düzey yöneticilerine bırakmaları yüzünden, Kur’an’ın Türkçe çevirisiyle ilgili belirli bir çalışmaya pek rastlanmıyor. Türkçeye sahip çıkan Karamanoğulları, Türkçe Kur’an çevirisi yaptırmış olsalar da, Osmanlı yönetimleri karşısında siyasi ve askeri bakımdan zayıf olmalarından dolayı Kur’an’ın anlamını bilerek inanma tarzı, toplumsal katmanlarda yaygınlık kazanamamıştır.

Osmanlı Türk Devletinin ilk başlangıcında, Kur’an’dan Fatiha, İhlas, Yasin ve Mülk gibi sureler Türkçeye çevrilmiş, ancak ilerleyen zamanlarda üst yönetimlerde devşirme ve dönme yöneticilerin artışıyla birlikte, bu konuda ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında bu konuda yapılan çalışmalar ise ne yöneticilerden ne de toplumdan açık bir destek görmediği için olsa gerek, başarıyla sonuçlanmamıştır. Kur’an’ın Türkçe çevirisi ve tefsiri konusunda yakın tarihte ilk ciddi çalışmalar, Elmalılı Muhammed Hamdi tarafından tamamlanmıştır (Aydar, 2002,406-409). Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk Milletini, Kur’an’ın anlam dünyasıyla doğrudan buluşturma yönündeki bu çabaları, ne yazık ki kendinden sonra aynı duyarlılık ile sürdürülmemiş ve sadece biçimsel bir uygulama olmaktan öteye geçememiştir.

Ah Şu Arapça Tutkusu!

Arap toplumlarındaki din anlayışında, çok açık bir biçimde İslam Dini, Arap milliyetçiliğinin bir yayılma aracı gibi kullanılmak istenmektedir. Arap yönetici sınıfı tarafından güçlü bir biçimde desteklenen Arap kökenli ‘ulema’ ve ‘müfessirlerin’ çoğu, Arapçayı bütün öteki dillerden üstün ve kutsal diye belletmişlerdir. Öyle ki; çok sayıda Arapça merkezli fetva ve dinsel görüşlerde, “Kur’an, Arapça değil; Allah’çadır”, “Arapça Cennet ehlinin dilidir”, “Kur’an, başka dillere çevrilemez” gibi hiçbir neden sonuç ilişkisi olmayan, Allah’ı bir cismani varlık haline getiren ve hatta Allah’ı dil gruplarından herhangi birinin mensubuymuş gibi yaparak İslam’a aykırı söylemlerle temiz yürekli Müslümanların kafaları karıştırılmıştır. Bu zihniyete yakın ‘ulemanın’ ortaya koyduğu dinsel eserler yüzünden Müslümanlar, yüzyıllarca hem Kur’an’ın anlam bütünlüğünden hem de bilim dünyasından uzak bırakılmıştır (Sağ, 2010,238).

Kur’an’dan ve Akıldan Kopuk Müslümanlık Nasıl Olur?

Aslında, Kur’an’daki İslamiyet’te, diğer dinlerde gözükmeyen farklı bir nitelik olarak, ‘inanma’ ve ‘düşünce’ boyutlarının birlikte yaşanabileceği hakkında mükemmel bir denge ve uyum bulunmaktadır. Ancak, İslami yaşantıların Arap kültür coğrafyasında başlayıp, zaman içinde diğer bölgesel kültür etkileşimlerini de içine alan dinselleşme olgusundan dolayı, Müslümanlık uygulamalarının çoğunda İslam’ın ‘düşünce’ boyutunun nispeten kaybedildiği anlaşılmaktadır. İslami değerlerin, hem Kur’an hem de akıl ve bilimle aralarında bir kopukluk olması, onca mezhep, yüzlerce ve hatta binlerce cemaat ve tarikatvari dinsel toplulukların türemesine uygun bir kültürel ortam yaratmıştır. Bu kültürel inanç yapılarının varlığı sonucunda, cinsellik üzerinden yapılananlardan yabancı ülkeler adına casusluğa ve terörizme kadar vardırılan bir parçalanmışlık hâli, özü ‘tevhit’ ve ‘ahlak’ olan bir İslam Dini için oldukça sarsıcı ve örseleyici bir gerçeklik olsa gerekir.

Bu gerçekliğin birinci derecede sorumlusu, toplumun yöneticileri ve sürekli onlarla iş birliği içinde olan din adamları sınıfıdır. Eğer, Müslüman toplumlarda yönetici ve din adamları sınıfı, halkın büyük bir içtenlik ve saflıkla inandığı İslam diniyle ile ilgili yaşantıları, sürekli olarak Kur’an’ın anlam dünyasının üzerine kurulu bir öğretim yöntemi ile yürütselerdi, bu kadar dinselleşme ve parçalanma meydana gelmeyebilirdi.

İslam Dininin özüne (tevhit ve ahlak) götürecek yolları tıkayan ve büyük ölçüde Kur’an ve akıl dışı rivayet kültürüne dayanan din anlayışı, yine Kur’an’ın anlam bütünlüğü ile akıl ve bilim ışığında arınır.

 Kaynaklar:

Aydar, Hidayet (2002): Kur’an Tercümesi maddesi, TDV 26. Cilt, Ankara

Bilgiseven, Amiran Kutkan (1992): Sosyolojik Açıdan İslâmiyet ve İslami Kavramlar, Filiz Kitabevi, İstanbul

Kutlu, Sönmez (2017): Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Ötüken Neşriyat:1227, İstanbul

Sağ, Mustafa (2010): Tanrı’nın Dilinden Elçisi Muhammed, Koçak Yayıncılık, İstanbul

——————————————————————

Kaynak:

https://millidusunce.com/misak/islama-dusunerek-inanmak/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen