Özellikle terör başlığında, geçen 19 Ağustos tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde düzenlenen Afganistan özel oturumuna davet edilen Afgan entelektüel Davud Muradyan’ın konuşmasındaki tespitlerin altını çizmek gerekiyor. Muradyan, hem teröristler hem de kurbanların çoğunluğu Müslüman olduğu halde, bu gerçek karşısında “İslam dünyasının pasif bir gözlemci konumunda kaldığını”, “kendisine düşen sorumluluğu üstlenmediğini” söylüyor.
*****
Sedat ERGİN
ABD’nin çekilmesinin ardından tümüyle Taliban’ın kontrolüne giren Kabil’de hayatın seyrinin köklü bir şekilde değiştiğini, kızlı erkekli gençlerin gittiği kafelerin kapandığını, müziğin sustuğunu, televizyonda aşk ve macera dizilerinin yasaklandığını, Batı tarzı giyimin yerini geleneksel giyime bıraktığını okuyoruz bu haberde.
Gelen başka haberlerde, Kandahar vilayetinde televizyon ve radyo kanallarında müzik ve kadın sesinin yasaklandığı da bildiriliyordu. Bir başka haberde, yeni dönemde Afgan kadınların üniversiteye gidebilecekleri, ancak erkeklerle birlikte aynı sınıflarda bulunamayacakları, erkek hocalardan ders alamayacakları belirtiliyordu.
Ya aynı dersi verecek kadın hocalar yoksa? Yanıt, herhalde “öğrenmesinler” olacaktır.
*
Afganistan’ın muhtelif vilayetlerinden birbiri ardına gelen bu yöndeki haberlerin yoğunluğunun önümüzdeki günlerde daha da artacağına tanıklık etmeye hazır olalım. Özetle, renklerin karardığı, müziğin sesinin kısıldığı bir hayat yerleşiyor Afganistan’da.
Kabil’e hâkim olan zihniyet, aynı zamanda kadının yaşamını büyük ölçüde eviyle sınırlamakta, daha doğrusu hayatı ona yasaklamaktadır. Kadının toplum içindeki rolünün, enerjisinin, özetle var olma hakkının zorbalıkla baskılandığı bir hayatı dayatıyor Taliban felsefesi.
Sonuçta, çok eski asırlarda kalmış olması gereken katı bir şeriat yorumunun dokuduğu kalın bir perde ağır ağır Afganistan’da bütün toplumun üzerini kaplamaya başlamıştır.
*
Şimdi meselenin İslam dünyasının Afganistan sınırları dışında kalan kesimini ilgilendiren düşündürücü tarafına geçiyoruz. Afganistan’da önümüzdeki günlerde artması muhtemel bu yöndeki haberler, dünya kamuoyunda her seferinde İslamcı bir yönetimin tasarrufları olarak anılıyor, bu çerçevede ne yazık ki doğrudan İslam dini ile ilişkilendiriliyor.
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna doğru yaklaştığımız bir sırada Taliban zihniyetinin işaret ettiğimiz tasarruflarının İslamiyet ile ilişkilendirilmesi, her şeyden önce İslam dünyası açısından büyük bir talihsizliktir.
Bu açıdan bakıldığında girilen yöneliş, İslamiyete karşı özellikle Batı dünyasında zaten var olan önyargıları daha da pekiştirme, güçlendirme potansiyelini taşıyor. Taliban’ın söz konusu tasarruflarına paralel bir şekilde bu yöndeki algı daha da yaygınlaşacaktır.
İslam dünyasının modernite ve onun dayandığı kurumlarla, değerlerle barışık olmadığı ve olamayacağı yolundaki kabuller daha çok taraftar bulacaktır.
*
Üstelik Taliban’ın kuvvetlendirdiği bu algı sorunu, başvurdukları terörü doğrudan dini bir tefsir üzerinden gerekçelendirmeye, meşru göstermeye çalışan, kendilerini “İslamcı” kimlikleri üzerinden tanımlayan El Kaide ve DEAŞ gibi örgütlerin zaten yaptıkları büyük tahribatın üzerine ekleniyor.
Kaldı ki işin terör boyutuna, aynı zamanda yaşam hakkı ile insan hakları faslına geçildiğinde, Taliban’ı bekleyen ciddi bir sınama da söz konusudur yeni dönemde. Bunun nedeni, Taliban’ın El Kaide ile olan yakın ilişkisi nedeniyle terörle arasına ne ölçüde mesafe koyabileceği sorusunun hâlâ boşlukta olmasıdır. DEAŞ’ın geçen hafta Kabil Havalimanı’nda başvurduğu terör eylemleri, Taliban’ın hâlâ El Kaide’yi himaye etmekte olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor, bugün Afganistan’ın yönetimini üstlenmiş olan örgütün kabarık suç sicilini düzeltmiyor.
Özellikle terör başlığında, geçen 19 Ağustos tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nde düzenlenen Afganistan özel oturumuna davet edilen Afgan entelektüel Davud Muradyan’ın konuşmasındaki tespitlerin altını çizmek gerekiyor. Muradyan, hem teröristler hem de kurbanların çoğunluğu Müslüman olduğu halde, bu gerçek karşısında “İslam dünyasının pasif bir gözlemci konumunda kaldığını”, “kendisine düşen sorumluluğu üstlenmediğini” söylüyor.
Kuşkusuz, bu tespit bağlamında Türkiye önemli bir istisna olarak görülmelidir. Bu arada, özellikle İslam Konferansı Teşkilatı’nın bu alanda hiçbir varlık gösteremediğini belirtmeliyiz.
Ayrıca, Afganistan’da Taliban’ın ipleri eline almasından sonra bu ülkede yerleşmekte olan tablo karşısında İslam dünyasının büyük bir bölümünün tutumunun çok farklı olmasını beklemek gerçekçi değildir.
*
Aslında Afganistan ekseninde İslam dünyasıyla ilgili işaret ettiğimiz pekişmekte olan algıyı ve kabulleri tersyüz edebilmek pekâlâ mümkündür. Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Bugün İslam Konferansı’na üye 57 ülke arasında demokratik kurumları, çoğulcu bir açık toplumu yaşatabilen, piyasa ekonomisini sürdürebilen, bir bu kadar önemlisi kadının eşitliğini kabul edip ona toplumda güçlü bir rol veren tek ülke Türkiye’dir.
Bunu söylerken Türkiye’nin bugün demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi alanlarda karşılaştığı ciddi sorunları görmezden geliyor değilim. Ancak bir şekilde gelecekte demokratik süreçler içinde aşabileceği bu sorunların varlığında bile, bugünkü haliyle Türkiye, yine de kayda değer ölçülerde farklı bir öykü sergilemektedir.
Belki Arap Baharı’nın tek başarılı örneği olarak ortaya çıkıp demokrasiye geçişi yapan, ancak son dönemde tökezlemeye başlayan Tunus’un da daha sınırlı ölçüler içinde bu kategoriye dahil edilmesi düşünülebilir.
*
Türkiye’nin farklılığını ortaya koyabilmesinin en önemli araçları, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte gerçekleştirilen reformlar ve bu çerçevede özellikle laikliğin getirilmesi, kadının toplumdaki rolünün tanınması ve zamanla çok partili demokratik rejime geçişin önünün açılmasıdır.
Önümüzdeki dönemde İslamiyetle ilgili yerleşen olumsuz yargıları hükümsüz kılacak olan panzehir de aslında Türkiye’deki modelin güzergâhında başarılı bir şekilde ilerlemesi olacaktır.
Türkiye bugün kendisini geriye çeken sorunları aştığı oranda, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumun demokrasi ve modernite ile barış içinde bir arada yaşayabileceğini dünyaya daha da etkili bir şekilde gösterebilecektir.
Ancak bunu yapabilmesi yelkenlerini daha çok demokrasi ve daha çok evrensel hukuk ile doldurması, bunun için söz konusu alanlardaki eksiklerini gidermesi ve aynı zamanda kutuplaşmayı aşarak iç barışını sağlamasıyla mümkündür.
——————————————
Kaynak:
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/sansolye-merkel-donemi-kapanirken-41889200