İslam Medeniyeti ve Temel Unsurları: Türkiye’ye/Günümüze Yansımaları

kirmizilar.com

Nevzat KÖSOĞLU[i]

Özet

Medeniyete üslubunu kazandıran etmenler, maddi ve manevi kaynaklı unsurları içeren pek çok olguyu kapsamaktadır. Medeniyete üslup kazandıran faktörlerin başında toplumların inanç sistemleri gelmektedir. Toplumda sahip olunan inançlar ayni zamanda toplumun zihniyet ve davranışlarını belirleyen temel etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Medeniyetin oluşum biçimini belirleyen ikinci büyük etmen, toplumun geçim tarzıdır. Yerleşik yahut göçebe, denizci yahut tarımcı toplulukların medeniyet açılışları doğal olarak farklı olur. Ayni medeniyet çevresindeki ortak inançlar, o çevre içindeki toplumların ortak bir zihniyet, değerler ve hayat tarzlarına sahip olmalarını sağlar. Medeniyetlerin biçimlenmesinde ve elde edilen ürünlerin çeşitlenmesinde temas ettiği yabancı kültürlerle yapılan etkileşimler son derece önemlidir. İslam medeniyetinde yaşanan tercüme faaliyetlerini de bu etkileşimlerden saymak gerekir. Medeniyetler herhangi bir yabancı kültürle karşılaştıklarında problem alanlarını genişletmekte, ortaya çıkan yeni sorunlara kendilerine var olan iman ölçüleriyle cevap vermeye çalışmaktadırlar. Bilindiği gibi İslam Dininin ilk kaynağı Kur’an, ikinci kaynağı ise Peygamberin söz ve davranışlarıdır. Kur ’an ve Peygamber ’in davranış ve sözlerinin İslam’ın temel kaynakları olması günlük hayatımızı etkilemektedir. İslamiyet’te Kur’an müteaddit kereler adaleti vurgulamakla, onu en üstün siyasî ve toplumsal değer olarak tespit etmiştir. Türklerin Müslüman olmalarından sonra, esasen töreye bağlılık olarak var olan adalet fikri, Kitap ’a bağlılık olarak yenilenip, dinî bir kimlik de üstlenerek devam etmiştir.

Anahtar Sözcükler: Mümtaz Turhan, İslamiyet, Kur’an, medeniyet.

İnsan başarılarının hemen tümünü kapsayan anlamda medeniyet olgusunu, onu vücuda getiren güç ve üslubunu kazandıran etmenler olarak ayrı ayrı incelemek gerektiğini düşünüyorum. Bu ayrımda, medeniyete varlık kazandıran insanın, oluşumdaki yerinin ve değerinin daha açık görüneceği kanaatindeyim.

Tarihçi Lev N. Gumilev, kavimlerin oluşum sürecinde kahramanların etkisini belirtirken yaratıcı enerjiyi bağımsız olarak konu edinmiş ve bunun kaynağını da dünyamızın biyosferine bağlamıştır. Kavimler ve onların geliştirdiği medeniyetler, yeryüzünün biyosferinde bin yılda en çok iki, üç kez görülen enerji patlamalarından güç alan birkaç “hırslı ve enerjik” insanın çevresinde oluşur. “Tüm insanlık tarihi, dünya biyosfer titreşimlerinin ayrılmaz bir parçasıdır.” (Bu ilgi çekici materyalist anlayış için bakınız: Lev N. Gumilev, Kavimlerin Türeyişi ve Yer Üzerindeki Yaşam Bölgeleri, Etnogenezis ve Yeryüzü Biyosferi, İst-2001, alıntı: s.517) İlk bakışta insanı öne çıkardığı sanılan anlayış, insan enerjisinin kaynağını doğrudan doğaya bağlamakla, onu yok düzeyine indirmektedir.

Büyük İslam düşünürü İbni Haldun ise, bugün hâlâ izini sürebileceğimiz asabiye kuramını altı yüz yıl önce ve sadece medeniyetin devlet görüntüsü için işlemişti. Bildiğimiz gibi, asabiye bir kavmin yahut kabilenin dayanışma, iş yapabilme gizil gücünü ifade etmektedir. Biz bunu, toplumsal gerilim olarak ifade ediyoruz. İbni Haldun’a göre her asabiyenin nihai hedefi devlet olmaktır. Devlet olduğu zaman da, toplum göçebelikten yerleşik olmaya doğru geçer ve bu onun asabiyesini zayıflatır; nihayet üç yahut dört nesil sonra, genç ve kuvvetli bir başka asabiye devleti yıkarak kendi devletini kurar. Egemenlik hakkı güçlü asabiyelerindir. İlk İslam devletinin kuruluşunda da aynı şey olmuş, en güçlü kabile Kureyş olduğu ve Arapları ancak onun birlik hâlinde tutabileceği düşünüldüğü için egemenlik ona verilmiştir.

Mütefekkirimize göre asabiyetin birkaç çeşidi vardır, ancak en güçlüsü kabile dayanışmasında görülen soy asabiyetidir. Yani aynı soydan gelmenin yarattığı asabiye. İkinci güçlü gerilim, inanç asabiyesidir; ayni imana sahip topluluklarda görülen asabiye. İbni Haldun İslam devletinin süratle büyüyüp yayılmasında bu inanç gerilimini görmekle beraber, bu hususu fazla irdelememiş ve İslamiyet’i esasta yine kabile asabiyetlerinin taşıdığını söylemiştir. İslamiyet, kabile asabiyetlerini yönlendirmiş olmaktadır.

Osmanlı aydınları genelde İbni Haldun’a bağlı kalmış, ancak onu işlememişlerdir. Mesela devletlere en çok yüz yirmi yıl civarında ömür biçildiği hâlde Osmanlının altı yüz yıllık hayatını ciddi bir biçimde tartışmamışlardır.

Bu kısa dokunuşlardan sonra İslam medeniyetinin doğuşuna dikkatimizi çevirdiğimizde çok güçlü bir enerji patlamasıyla karşılaşırız. Kısa bir süre içinde Orta Asya’dan Kuzey Afrika uçlarına kadar yayılan bir hamle vardır. Bu olguyu ne Arabistan’ın tarihi, iktisadi ve sair durumuyla ne de Arap kabilelerinin kültürel birikimleriyle açıklamak mümkündür. Yeni bir imanın, İslam’a giren toplumlara bu kurucu gücü kazandırdığını kabul etmek zorundayız. İbni Haldun’a bağlı kalarak kabile asabiyetlerinin de işin içinde olduğunu düşünürsek bu gücü de İslami değerlerin motive ettiğini söylemeliyiz. Bu açıdan, İslam’ın doğuşuyla başlayan hayat hamlesine İslam medeniyeti demek doğru bir isimlendirmedir. Yeni bir dinin heyecanlarıyla yükselen toplumsal gerilimler bu medeniyet açılışlarına yol açmışlardır. İslam medeniyetinde ikinci bir aşama olarak göreceğimiz Selçuklu, Osmanlı ve Timur Türk hamleleri da, kurucu gücünü büyük ölçüde bu iman yenilenmesinden alacaktır. Türk hamlelerinde, nüfus artışlarının, göçlerin ve boy asabiyetlerinin yarattığı gerilimler de, aynı biçimde Müslümanlık inancı tarafından motive edilmiştir. Biz burada İslam medeniyetinin sadece İslam dininden aldığı etkiler üzerinde duracağız.

Konu dışı olacağından burada tartışmayacağımız Batı medeniyeti ise, bir dinî medeniyet olarak nitelendirilemez; yani ona Hristiyan medeniyeti denilemez. Çünkü kurucu gücünü ondan almamış, kendini, kendinden önce oluşmuş bir medeniyete kabul ettirerek onunla birlikte gelişmiştir.

Medeniyete üslubunu kazandıran etmenlere gelince bunlar maddi ve manevi kaynaklı unsurları içeren pek çok olguyu kapsar. Önce medeniyet taşıyıcısı toplumun inanç sisteminden söz edelim. Yukarıda, insanın ve toplumların imanla yükselen gerilimlerinden ve bunun medeniyetin kurucu gücü olduğundan söz etmiştik. İnançlar aynı zamanda toplumun zihniyet ve davranışlarını belirleyen temel etmendir. Eğer insan yeterince inanmışsa bu inancına aykırı davranamaz. Yeterince inanmışsa, dediğimiz olgunun kesin sınırları yoktur. Genellikle, yeni bir medeniyet hamlesi başlatmış olan toplumlarda iman hem yaygın hem de eylemleri belirleyecek kadar etkindir. Böylece ortak bir imandan kaynaklanan zihniyet, tutum ve davranışlar ve toplumsal kurumlar ortak bir üsluba sahip olurlar. Toplum hayatı imanın belirlediği değer ve ilkeler üzerine kurulur.

Zamanla imanda görülen zayıflamalar yüzünden, iman sistemi eylemleri belirleyemez, medeniyetin değer ve ilkeleri hayata hâkim kılınamaz olur. Bu durum aynı zamanda toplumun yaratıcı, üretici geriliminin de düşmesi demektir. Bu iki olgu birbirini ters yönde etkileyerek sürer; iman zayıfladıkça eylemler medeniyetin değer ve ilkelerinden uzaklaşır, bu uzaklaşma oldukça iman zayıflar. Yeni bir iman hamlesi gerçekleştirilemedikçe bu süreç çöküntüye kadar gider.

Burada toplumun inanç sisteminden söz ederken dinî iman da dâhil olmak üzere bütün inançlardan söz ediyoruz ve hak-batıl gibi bir ayırım da yapmıyoruz. Salı günü yola çıkılmaz inancı da, iki bayram arasında nikâh kıyılmaz inancı da buna dâhildir ve bunlar toplumsal hayatımıza biçim verirler. Dinimize göre domuz eti yenilmez yahut Türk geleneğinde Hakanlılar soyundan gelenlerin kanı yere akıtılmaz -Osmanlı şehzadeleri kiriş ile boğdurularak idam edilirlerdi- gibi inançlar da hayatın biçimini belirleyen etmenlerdir. Devlet babadır – koruyucu, gözeticidir-, adalet mülkün temelidir, şeriatın kestiği parmak acımaz gibi birçok deyim ve atasözümüz bu tür inançlarımızı ifade eder.

Oluşumun biçimini belirleyen ikinci büyük etmen, toplumun geçim tarzıdır. Yerleşik yahut göçebe, denizci yahut tarımcı toplulukların medeniyet açılışları doğal olarak farklı olur. Bunun yanı sıra doğal zenginlikler ve çeşitlilik – mesela mimaride kullanılan malzemelerin farklılığı- de hayat üslubunu etkiler. Toplumların kültür birikimleri de, her birinde farklı olmak üzere medeniyet oluşumunu biçimlendirir. Böylece, aynı medeniyet çevresinde olan toplumlardaki millî kültür farklılıkları doğar.

Aynı medeniyet çevresindeki ortak inançlar, o çevre içindeki toplumların ortak bir zihniyet, değerler ve hayat tarzlarına sahip olmalarını sağlar. Ancak her toplumun ve toplumdaki her ferdin ayni güçle inandığını kabul etmek mümkün olmayacağından ve farklı olan diğer etmenlerin de etkisiyle, kuramsal olarak var olması gereken üslup birliği gerçeklikte ancak alacalı olarak görülebilir.

Nihayet bütün medeniyetlerin biçimlenmesinde ve verimlerinin çeşitlenmesinde temas ettiği yabancı kültürlerle yaptığı alışverişler önemli bir yer tutar. İslam medeniyetinde yaşanan tercüme faaliyetleri de bu cümleden sayılır. Yabancı kültürlerle karşılaşan medeniyet, problem alanlarını genişletir ve bu yeni sorunlara kendi iman ölçüleriyle cevap vermeye çalışır. Yahut yeni bir kurumla tanışır, onu kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendirerek gerektiğinde işlev yenilemesi yaparak kendisine katar. Bütün bu faaliyetler, kültürün yaratıcı dönemlerinde medeniyetin üslubunu bozmadan, onun zenginleşmesine yol açar. Ancak kültürün yaratıcılığını kaybettiği dönemlerde ise, yabancılaşmaya, bozulmaya ve yozlaşmaya götürür. Bu tür karşılaşmalar, kültürün değişik dönemleri için ayrı ayrı incelenmelidir.

Medeniyetler hakkında çizdiğimiz genel çerçeveye uygun olarak İslam Medeniyetinin ana unsurlarının başında dinî imanı görürüz. Bu iman hem medeniyeti kuran güç hem de onu şekillendiren temel etmendir. İnancın güçlü olduğu ateşli zamanlarda hem toplumsal gerilim yüksektir, hem de hayat eylemlerinin inancın ölçü ve ilkelerine göre gerçekleşme oranı yüksektir. Böyle zamanlarda inanç sistemi ile gerçek hayat arasındaki makas daralır. İman zaafı başlayıp giderek arttıkça hayat gerçeğindeki eylemlerle kuramsal doğrular, ilkeler arasındaki makas açılmaya başlar. Makasın açılması, medeniyetin yaratıcılığını kaybetmeye ve gerilemeye başladığının işaretidir.

Bir din her şeyden önce insanlara bir varlık ve insan anlayışı kazandırmayı hedefler; onun metafizik sorularını cevaplandırır. En genel hatlarıyla İslamiyet de inananlarına, her an her yerde hazır ve nazır, her şeyi çekip çeviren, daimi yaratış hâlinde olan mutlak bir Allah fikri kazandırmıştır. Allah zatı itibariyle kavranamaz, sıfatları vasıtasıyla varlığı bilinir; bu sıfatlar da ontolojik olarak mutlaktır yani kavranamaz. İnsan iyilerle kötülerin ayrılması için bir sınav olmak üzere yeryüzüne ve buradakilerin en üstünü olarak gönderilmiştir. Doğa onun hizmetine verilmiş ve kendisinin, büyük yüceliklere ulaşması için önü açılmış; aşağıların aşağısı bir yaratık hâline gelmesi de onun tercihindeki eylemlerine bırakılmıştır. Sonuçta insan yapıp ettiklerinden sorguya çekilecek, ebedî hayatı kazanıp yahut kaybedenlerden olacaktır. Dünya yahut hayat insanın sınav alanıdır.

Bir kere daha tekrar edelim ki, medeniyetin kuruluşu ve açılışlarını gerçekleştirmesi bakımından önemli olan, yukarıdaki kısa açıklamaların entelektüel bilgisi değil, eylemlerini belirleyecek ölçüde onlara inanmaktır. Bir oryantalist bunları ve daha birçoklarını ayrıntılarına kadar bilebilir; bu bilginin o medeniyete ne enerji ne de üslup bakımından bir katkısı olmaz; ancak, bilginin de bir medeniyet birikimi ve ürünü olduğunu, sağlıklı yönelişleri hazırladığını kabul edebiliriz. Ancak, sonuçta medeniyetleri kuran şeyin bilgilerimiz değil eylemlerimiz olduğunu unutmamalıyız. Bilgi bizi imana ve doğru eyleme götüreceği için değerlidir.

Burada yine bütün medeniyetler için geçerli bir sorunu irdelemeliyiz: Kültür taşıyıcı toplumun ne kadarı, olması gereken iman düzeyine ulaştığında kültürel yaratışlar başlar? Yüzde yüzü mü, ellisi mi, ne kadarı? Böyle bir oran hiçbir zaman konulamaz ve bilinemez. Bu bilinmezliğin getirdiği çok önemli sonuç da, o toplum içinde yaşayan herkesin, medeniyetin gelişme yahut gerilemesinden sorumlu olmasıdır. Toplumun her ferdi, attığı doğru bir adımla kendi hayatıyla birlikte mensup olduğu medeniyetin yapısına da bir taş koyduğunu, her yanlış adımında hayatıyla birlikte medeniyetinden de bir taş söktüğünün şuurunda olmalıdır.

İslam medeniyetinin ameller konusundaki dikkatini düşünerek daha önce, medeniyetimizi İlmihal Medeniyeti diye isimlendirmiştik. Bilindiği gibi İlmihal bir Müslüman’ın günlük hayatının davranış ilkelerini verir; dinî ritüeller de, ahlaki kurallar da bunun içindedir. Hayata bakış ve ahlaki ilkeler ya kaynağında dinidir ya da Müslümanlaştırılmış olarak    hayatımıza girmiştir.

Günlük hayat ve davranışlarımıza dönük atıf kaynaklarımız hemen tamamıyla din kaynaklıdır.

İslam dininde ilk ve asıl kaynağın Kur’an oluşu ve ikinci asli kaynağın peygamberin söz ve davranışlarının olması, günlük hayatımızı bütünüyle bu örneklerin kuşatmasını gerektirmiştir. Her Müslüman bu kaynaklardan aldığı ilke ve ölçülerle hayatını düzenler. Bu yüzden medeniyetimiz İlmihal Medeniyeti’dir; çünkü bu bilgileri veren kitaplar ilmihallerdir. Çocuk doğarken ezanla karşılanır, öldüğünde namazla uğurlanır. Dinin kutsal bildiği şeyler uğruna hayatını verenler, Kur’an’da ‘şehit’ olarak isimlendirilip Rableri katında diri oldukları söylenmekle en yüce kata ulaşmış bulunurlar. Yüzyıllar boyunca savaşlardaki kahramanlıkları besleyen en etkili kaynak budur. Ahlaki hayatımızın da tümüyle bu çerçeve içinde olduğunu tekrarladıktan sonra, doğrudan kamuyla bağlantılı hususlarda da aynı şeyi görebiliriz.

Adalet duygusu insanda gizil güç olarak mevcuttur. Ancak bu duyguyu toplumsal hayatın merkezine yerleştiren kültürler yahut ikinci planda tutanlar olmuştur. Eski Türklerde töreye bağlılık olarak algılanan adalet en yüksek toplumsal değerdir ve devlet hayatının da temelidir. Hakan, ancak töreye sadık kalmakla tahtını koruyabilir. İslamiyet’te Kur’an müteaddit kereler adaleti vurgulamakla, onu en üstün siyasi ve toplumsal değer olarak tespit etmiştir. Türklerin Müslüman olmalarından sonra, esasen töreye bağlılık olarak var olan adalet fikri, Kitap’a bağlılık olarak yenilenip dinî bir kimlik de üstlenerek devam etmiştir. O kadar ki, “ Adalet mülkün (yani egemenlik hakkının) temelidir” denilmiştir. Türk asırları da dâhil bütün İslam tarihinde, egemenlik güçlü olanın hakkı olarak kabul edilmiş, ancak devamının meşruiyeti âdil olması ilkesine bağlanmıştır. Parçalanmışlık dönemlerinde (tavaif-i mülük) güçlü olan bey diğerlerini buyruğu altına alır; bu doğal karşılanır ve itaat gerekir. Ancak, birliği sağlayan beyin egemenliğinin meşruiyeti için âdil bir yönetim kurması gerekir. Gelenek yönetim hakkını belli boylara yahut ailelere vermiş olsa da, âdil olmayan bir yönetime itaat zorunluluğu yoktur.

Yukarıda, İslam Medeniyetini kuran toplumların kurucu enerjilerinin değişik kaynaklardan gelse de, İslam imanı tarafından yönlendirildiğini söylemiştik.Bugün bize ne kaldığına bakarken de aynı noktalardan hareket etmek zorundayız.

İslam medeniyeti bizim tarihimizdir. Bu medeniyetin onuncu yüz yıldan itibaren, hemen hayatın her alanında öncülüğünü yapan ve taşıyan biziz. Türkler taze ve coşkun bir güç olarak geldikleri İslam medeniyeti çevresinde, önce ‘Allah’ın ordusu’ ünvanıyla bu dünyanın koruyuculuğunu üstlenmiş, sonraki yüz yıllarda Selçuklu, Osmanlı ve Timur açılışlarıyla bu medeniyetin zirvelerini yaşatmıştır.

Rahmetli Mümtaz Turhan hoca, İslam medeniyetinin taşıyıcı toplum alanının daralmasını yani yorgun Arap ve Fars kitlelerin yaratıcılığını kaybedip Türklerin yalnız kalmasını, İslam medeniyetinin gerilemesinin sebepleri arasında sayar.

Her şeye rağmen, Osmanlı açılışında İslam medeniyetinin en güzel ve yüksek örneklerini yaşamış olan milletimize bugün ne kalmıştır? Yine yukarıdaki bakış açımızın sırasına göre gözden geçirirsek Müslümanlığımızın devam ettiği açıktır. Ancak bu meseledeki kilit sorun, imanımızın derinliği yani eylemlerimizi motive etme gücüdür. Eğer o güçte ise, esasen kültürün yaratıcılığında bu görülür.

Konuyu biraz daha açarsak, insanlarımızın büyük bir çoğunluğunda Allah, kâinat ve insan anlayışları değişmiş değildir. İslamiyetin ritüelleri yerine getirilmektedir; yine muhtemelen her evde bir ilmihal vardır. Ancak, dinin gayesinin güzel ahlakı egemen kılmak olduğunu da hatırlayarak sorarsak, bütün bu insanlara tam bir Müslüman zihniyeti hâkim mi, tam bir İslam ahlakıyla yaşayabiliyorlar mı?

İslam medeniyetinin tarihimiz olduğunu söyledim. Bu birikimin hayatın her alanında yaşama tarzımızı biçimlendirmesi gerekir; bütün yeni yaratışlara bunlardan hareketle ulaşılması gerekir; ama durum bu değildir. Bu durumun da temel sorunu, yukarıda işaret ettiğimiz iman meselesidir. Eskiden beslenerek yenilerini yapmak, yani çağdaş yaratışları gerçekleştirebilmek için kültürün yaratıcı olması gerekir. Bu da, millî kültüre olan inancın kavi olmasıyla mümkündür. Batılılaşma temayüllerinin başladığı günlerden beri yaşanmaya başlayan problem de budur. Yani önce okumuşlarımızın kendi kültürümüze, yaşadığımız dünyaya olan inançları giderek zayıflamaya başlamıştır. Biriken sorunların çözümünün ancak yabancı kültürlerde bulunabileceği anlayışı giderek kendi kültürünü horlamaya kadar varmıştır. Halk kesimi ise, gittikçe katılaşan bir koruyuculuk tutumuyla kendi içine kapanmış ve geleneksel hayatı tekrar etmeye çabalamıştır.

Toplumun bu iki kesimi arasında, rahmetli Gökalp’in de, Mümtaz Turhan’ın da önemle işaret ettiği bir yarılma yahut kopma oluşmuştur. Bu hususta ayrıntılara elbette ki giremeyeceğiz; ancak bu durumun toplumun yaratıcı enerjisini iyice tükettiği kesindir. Yapıp edecek enerjisi tükenmiş bir toplumun hangi yaptığının üslubundan söz edebiliriz?

Mimariden şehir ve ev düzenimize kadar, geçmişteki birikimlerimizden yararlanamayıp özgün bir üslup kuramayışımızın temelindeki asıl sebep budur. Geçmişle yani medeniyetimizin oluşturduğu birikimle ilişkilerimiz tekrar ve taklit düzeyini geçememektedir. Çağdaşlaşabilmemizin de temelinde kendine, kültürüne güvenen ve bu inançla günün sorunlarına yönelen bir toplum olabilmemiz yatar. Çağdaş ilim ve teknik alanındaki atılımlarımızı da besleyecek olan bu güvendir.

Bu konuyu biraz daha açabiliriz. Son dönemlerimizin büyük aydını Cevdet Paşa, değişme hayatın kanunudur, değişmeyen ölür, der. Medeniyeti bir toplumun yarattığı, maddesi ve manasıyla hayatın bütünü olarak gördüğümüzü söylemiştik. Hayat ve onun sunduğu malzemeler doğanın kendisinden ilim ve teknik gelişmelere kadar sürekli değiştiğine göre, İslam medeniyetinin günümüze yansımaları ancak iman temelli zihniyet ve maddi çerçevede üslup açılarından ele alınabilir. Dünya değişir; ama insanın varlığa ve varlıktaki yerine ait inançları, bakış açıları değişmeyebilir; insan ve doğa ilişkilerindeki hâkim değerleri kalıcı olabilir. Esasen, değişen dünyada değişmeyen ve değişmemesi gereken şeyler olarak

düşündüklerimiz de bunlardır. Bu ilkeler ve ölçüler insanın iç düzenini, ruh mimarisini kurarlar ve insanlar da dünyalarını bunlara göre inşa ederler.

Kültür yaratıcılığını koruduğu sürece, değişmeyen bu zihniyetin değer ve ilkeleriyle, değişen dünyayı, yeniden kavrayıp değerlendirerek kendi dünyasını yeniden kurar. Hayatın akışında hiçbir kopukluk olmaz. Tanpınar’ın devam ederek yenilenmek ve yenilenerek devam etmek diye özlediği şey budur; kültürel yaratıcılık. Yunus’un kasti Allah’ın sürekli yaratış halinde olması olsa da, bu beşeri yaratışlar için de tam uygundur:

Her dem yeniden doğarız; bizden kim usanası

Çünkü böyle bir kültür sürekli yenilenir, yenidir, çağdaştır.

Hayatın değişen şeylerine gelince, mesela cami mimarisinde cemaatten, şehir dokusuna ve malzemelerden yapı tekniklerine kadar her şey değişmiştir. Böyle bir alanda, yeni mimari eskiyi devam ettirerek ancak değişmelerin imkânlarına uygun yeni üsluplar kurarak sürekliliği sağlayabilir; Selimiye’nin devamı olan, ilk bakışta Türklüğünü ele veren ve günün imkân ve şartlarına göre gerçekleştirilmiş çağdaş bir cami. Geleneği ile bağını koparan bir yapı tarzı bizim mimarimizin devamı değil başka bir şeydir.

Sonuç olarak toplumun gerilimini artıracak kültürel hamleler gerçekleştirildikçe onun yapıp ettiklerinin üslubunun da millî olana yöneleceğini, yani kendi birikimlerine döneceğini söyleyebiliriz.

——————————————————————–

Kaynak: Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, Gazi Üniversitesi, 2-3 Kasım 2009, Sf. 33-40



[i] Düşünür – Yazar

 

 

Yazar
Nevzat KÖSOĞLU

Nevzat Kösoğlu, 7 Ekim 1940, Erzurum, İspir doğumludur. 10 Ekim 2013’de Ankara’da vefat etti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü mezunudur. Ankara’da “Babıalide Sabah” adlı gazetede... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen