Munsif Marzuki
“Milliyetçilik ve vatanperverlik hayalleriyle dolu bir genç olarak başlayıp Tunus’un eski cumhurbaşkanlığına kadar uzanan yarım asrı aşkın siyasi hayatım boyunca üç siyasi fikri dalganın hızla yükseliş ve çöküşüne bizzat tanık oldum: vatanperverlik, milliyetçilik ve komünizm. Bugün ise dördüncü dalganın çökmekte olduğunu gözlemliyorum.”
Yani 1970’lerde yükselmeye başlayıp 1990’ların sonlarında zirvesine ulaştığını bizzat gördüğüm İslamcı dalganın…
“Gözün ve kulağın yalanladığı bu kanaate nereden vardın?” diye soranlar olabilir. Dünya sokaklarında gezen tesettürlü kadınların ve sakallı erkeklerin sayısındaki patlamaya bir bakın. Silahlı dini grupların yapıp ettiklerine dair medyada yayınlananlara bir kulak verin. Hal böyleyken, İslamcıların direniş (mesela Hamas), fakirlere yönelik duruş (hayır kurumları), yolsuzluğa bulaşmayan yönetim (Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi) ve diktatörlükler karşısında kararlılık ve direnç (Mısır’da Müslüman Kardeşler) konularında dışarıya nasıl bir görüntü verdiğini varın siz takdir edin.
Bütün bu konularda tartışmaya mahal yok. Ancak benim gibi 1970’lerde henüz delikanlı olanlar hatırlar; o günlerde Sovyetler Birliği sanki daha bin sene varlığını sürdürecek bir güç gibiydi. Komünizm adeta dünyayı istilaya hazırlanıyor, onsuz bir gelecek olmayacağını, kendisi dışındaki tüm hareketlerin tarihin çöplüğünü boylayacağını vaat ediyordu.
Belki entelektüeller arasında hâlâ hatırlayanlar vardır; eğer bir Marksist veya en azından “Marksistleşme yolunda” değilseniz, kafası çalışan ve değer sahibi biri olarak algılanmanız mümkün değildi.
Dünyanın her şehrinde kadınlarda “mini etek”, erkeklerde uzun saç ve solcu sakalı modası veya silahlı komünist hareketlerin Avrupa’dan Latin Amerika ve hatta Japonya’ya kadar her yeri istilası hakkında fazla söze hacet var mı?
Bütün bunlar, her ne kadar pek çoklarının fark edemediği kadar sessiz sedasız ve yavaş yavaş da olsa, sanki mukavvadan bir köşk gibi çöküp gitti. Ve işte şu anda İslamcı dalgayla ilgili olup biten tam da bu.
İslamcılık bugün ne durumda?
Argümanlarımı ortaya koymadan, herhangi bir kafa karışıklığına mahal vermemek için bir hususu vurgulamak istiyorum: Ben burada İslam’dan, yani babalarımızın ve atalarımızın dininden, bu ümmetin belkemiğinden, Müslüman’ı yaratanıyla birbirine bağlayan manevi ilişkiden ve yine onu aynı kaynaktan beslenen tüm insanlıkla irtibatlı kılan kültürel ilişkiden bahsetmiyorum.
Aynı şekilde, İslam’ın tebliğinden, yani Yüceler Yücesi Peygamber Efendimizin insanlar arasında yaymak üzere geldiği o güzel ahlakı kökleştirmek için gerekli süresiz eğitimden de söz etmiyorum.
İslamcı dalgayla kastım, ister samimiyetle ister birtakım hesaplarla olsun, iktidara ulaşmak ve mümkün olan en uzun süre başta kalmak için İslam’ı kendisine fikrî referans olarak alan ve örgütsel seferberliğinin sancağı kılan her türlü siyasi hareketler.
Burada dalga kavramı üzerinde de durmak gerekiyor. Dalga dediğimiz şey, adı ve hedefleri ne olursa olsun, toplumda hızla yayılan bir takım fikir, değer ve davranış biçimleri ile bu değerleri benimseyen siyasi örgütlerdir.
Her dalga gibi bu sonuncusu da yükselişin verdiği enerjiyle dolu. Daha evvel denediği alternatiflerin tamamen veya kısmen başarısızlığı karşısında toplumun artık kendisini krizlerden çıkaracak çözümler için yanıp tutuşur hale gelmesi, yeni dalganın ardındaki en önemli faktörlerden biri. Buna ek olarak, psikolojik ruh hali o denli büyük bir iyimserlik, yüksek bir heyecan ve samimi bir iman içinde ki, sanki toplum sonunda “çözüm”ü keşfetmiş, tüm meseleleri anlamak için teorik anahtarı ve çözüm için de pratik programı bulmuş gibi.
Hızla yükselen bu dalga, daha önceki dalgaların taraftarları için otoritelerini ve çıkarlarını kaybetmek demekken, bu dalganın üstündekiler için bireysel ve toplu hayallerini gerçekleştirmek, makam ve mevki kapmak, hatta intikam almak için bir fırsat. Bu kaygılar ya da umutlar milyonlarca insanda somutlaştığında oldukça kuvvetli bir motivasyon kaynağı olabilir.
Tıpkı med-cezir olayındaki gibi her dalga yükseldiği gibi geri de çekilir ve bunun nesnel ve öznel sebepleri vardır.
Toplum, bir deneme süresinin ardından söz konusu dalgaya ilişkin kritik bazı sorular yöneltmeye başlar: Peki tamam da bütün vaatlerini yerine getirdin mi? Sana bağlanan onca büyük ümidin hakkını verdin mi? Sonuç olarak neyi başardın?
Maalesef ki dalganın en zorlu imtihanda sınıfta kalması değişmez bir kuraldır. İmtihanı yapanın ise her türlü değişime karşı direnme, her gidişatı bozma ve bütün hayalleri alaya alma konusunda acayip bir yetenek kazanması da kötü bir gerçekliktir. Bunun sonucunda önce hayal kırıklığı, ardından şüphe, sonra da yeni bir alternatif arayışı gelir; böylelikle akıllarda ve gönüllerde çöküş başlar.
Bölgede çöken fikri dalgalar
Vatanperverlik sınıfta kaldı. Bu dalga, “vatandaşlık” olmaksızın vatanperverliğin manasızlığını unutan veya kasten görmezden gelen, yolsuzluklara batmış despot rejimlere dönüştü. Bu süreçte devletin bağımsızlığının otomatikman hürriyeti ve refahı beraberinde getirmediği, çoğunlukla halkın dış işgalin yerini dolduramadığı ve bazen de dış işgalin sadece içeride soydaşların işgaliyle yer değiştirdiği ortaya çıktı.
Milliyetçilik de çöktü. Öyle ki, bu ideoloji, sadece Arap halklarını birleştirmekte başarısız olmakla kalmadı. Vaat ettiği şekilde Filistin’i özgürleştirmek şöyle dursun, kontrolü altındaki talihsiz ülkeleri dahi paramparça etti. İşte bugün yaşadığımız şey, Arap milliyetçiliğinin çok derin ve benzersiz bir uçuruma yuvarlanması, Suriye’de oluk oluk akan kan deryası üzerinde kurulu duran iktidarı elden bırakmama pahasına bir halkın ve bir ülkenin yerle bir edilişidir.
Bugün yaşadığımız şey, Arap milliyetçiliğinin çok derin ve benzersiz bir uçuruma yuvarlanması, Suriye’de oluk oluk akan kan deryası üzerinde kurulu duran iktidarı elden bırakmama pahasına bir halkın ve bir ülkenin yerle bir edilişidir.
Çin Komünist Partisi kapitalizmin hamisine dönüştüğünde ve İtalya ile Fransa’daki muhafazakâr rejimlerin öcüsü olan komünist partiler tamamen ortadan kalktığında komünizm de sınıfta kaldı. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun çöküşünden söz etmeye ise gerek dahi yok.
Med-cezir, yani “her kabaran dalga geri çekilir” kanununun İslamcı dalgayı içermeyeceğini söylemek boş bir kibir. Çöküş alametlerinin diğerlerinden farklı olmadığı ne gözden ne de ferasetten gizlenebilir.
Bu çöküşü değerlendirmek için siyasal İslam’ın üç hâlinin başarısızlığını incelemek gerekir.
İktidardaki Siyasal İslam
İslamcılık, siyasal İslam’a bağlı olan ülkelerin ekseriyetinde, baskıcılık, yolsuzluk ve verimsizlik açısından geçmişte ve bugün vatanperverlik, milliyetçilik veya komünizm adına yönetimde bulunan diğer herhangi bir rejimden hiç de geri kalmayan despotluklar için salt ideolojik bir kılıf niteliğinde.
Silahlı Muhalif Siyasal İslam
Meşru direniş hareketleri olan Gazze’deki Hamas ve 2006’ya kadar Hizbullah örnekleri veya Suriye’deki despotluğa karşı savaş veren hareketler hariç, silahlı muhalif siyasal İslam’ın, Arap ve İslam ümmetine ve bizzat İslam dininin kendisine yönelik günümüzün en büyük felaketi niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz.
Bu silahlı gruplar, sınırlarımız dışında giriştikleri anlamsız maceralarla, topraklarımızda doğrudan askeri varlık bulundurmak için Batı’nın eline bir mazeret vermekten başka bir iş başarmadılar. Avrupa ve Amerika’da yaşayan on milyonlarca Müslüman’ın hayatını zehirlediler. Bütün dünyanın bizi, terör doğurmaktan ve kendisine karşı bir tehdit kaynağı olmaktan başka işe yaramayan bir ümmet olarak görmesine yol açtılar. Oysaki terörün kurbanlarının yüzde 90’ı yine Arap ve Müslümanlardan oluşuyor.
Selam verirken bile “es-Selamu aleykum”, yani “barış üzerinize olsun” denilen bu din adına yapılan katliamları açık açık konuşmak lazım. Üstelik de bu katliamlar hem Sünni mezhebin bizzat kendi içinde hem de Sünnilerle Şiiler arasında yapılıyor. Bu iğrenç katliamlar, sadece dünyanın geri kalanının Müslümanlardan değil, aynı zamanda Müslümanların da birbirlerinden korkup nefret etmesinde çok büyük bir rol oynadı. Bu akım Müslümanların arasını kanlı bir şekilde açtı ve Allah’ın emrettiği gibi kardeş olmalarına engel oldu.
Silahlı siyasal İslam’ın yol açtığı felaketler listesine bir şey daha eklemek gerek. Bu tür gruplar, teröre karşı savaş adı altında Batı’nın ve kendi ülkesindeki üst sınıfların desteğini arkasına alarak konumunu güçlendirip iktidardaki devamlılığını sağlamaya çalışan despot rejimlere çok değerli bir hediye oldular. Bu akım, despotluğun alternatifinin kendisi değil, Arap Baharı’nda yükselen kitlesel barışçıl gösteriler olduğunun farkına varınca Arap Bahar’ının diri diri toprağa gömülmesine katkıda bulundu.
Sivil Muhalif Siyasal İslam
Ne acı verici bir garabet ki bugün siyasal İslam, hem silahlı hem de sivil alternatifiyle eski sistemin destekçisi konumunda. Her akım bunu farklı mekanizmalarla gerçekleştiriyor. Fakat sonuç aynı. Sivil siyasal İslam, gelecekle ilgili projeleri geliştiren güçlerle ittifakını kuvvetlendirmek yerine, birden çok Arap ülkesinde bir alternatif olmakta aciz kaldığını kabullenip, Arap Baharı halklarının başkaldırdığı sisteme ortak olabilmek için gayret sarf ediyor.
Bu, eski sistem için çok değerli ikinci bir hediye oldu ve artık maliyetli baskılara ihtiyaç kalmadı. Zira, iktidardan biraz pay alma karşılığında, eski hasmını evcilleştirerek geçmişteki bütün tehlikesini bertaraf etti ve onu bu şekilde arkasına almış oldu.
Bu gibi partilerin, önce isimlerindeki İslami sıfatından vazgeçmelerinin ve ikinci aşamada İslami referansın kendisinden sıyrılmalarının manasına dikkat edelim. Komünist partiler de çöküş sırasında aynı aşamadan geçti. Onlar da önce isimlerini değiştirmişler, ardından demokrasi kisvesine bürünmek ve kimseyi ürkütmeyen tozpembe bir sosyalizme dayanmak için proleter diktatörlük projesiyle alakalarını kestiklerini iddia etmişlerdi. Ancak bu kurtulma çabası, çöküşü engellemek şöyle dursun, daha da hızlandırmıştı.
Bu gidişatın sonucu, İslami partilerin kahir ekseriyetinin iktidarda kendisine bir konum arayan sağcı partilere dönüşmesi. Her ne kadar bunun bedeli, dışarının ve – ister temiz isterse yolsuzluklara bulaşmış olsun – sermayenin dayatmalarına, yani klasik Makyavelci siyasetin bütün araçlarına uyum sağlamak da olsa…
Ve aslında bu, “İslamileştirme”, “ahlakileştirme” denkleminin nihai bir çöküşü. Zira bu partiler, yükseliş dönemleri boyunca iddia ettikleri ve kendilerine destek veren herkesin de ümit ettiği şekilde, siyaseti “ahlakileştirme”yi başaramadılar. Tam aksine siyasetin İslami partileri “Makyavelcileştirme”yi başardığını görüyoruz.
Kendi görüşümü, yani demokrasiyi pazarlayabilmek için okuyucuları çağımızın tüm ideolojilerini “inkar”a sevk etmek istediğimi zannedenler yanılıyorlar. Demokrasinin mevcut çözümler içinde kötünün iyisi olduğuna inansam ve ona tam bağlı olsam da, bana göre, demokrasi de, yine aynı sebeplerle, med-cezir kanunundan sapmayacak bir dalga.
Demokrasi ile gerçek arasındaki uçurum
“Halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak formüle edilen parlak demokrasi teorisi ile acı gerçek arasında bir uçurum her zaman var. Bu acı gerçek, bir yandan kirli paranın kontrolündeki kirli medya ve kirli siyasetçiler, öte yandan dün Hitler’i seçen ve belki yarın da Trump’ı başa geçirecek olan aldatılması kolay kitlelerin varlığı. Mesela bugün Filipinler’in başında, insan haklarını çöpe atma arzusunda yeni bir lider bulunuyor.
İslami partiler, yükseliş dönemleri boyunca iddia ettikleri ve kendilerine destek veren herkesin de ümit ettiği şekilde, siyaseti ‘ahlâkileştirme’yi başaramadılar. Tam aksine siyasetin İslami partileri ‘Makyavelcileştirme’yi başardığını görüyoruz.
Bizim kaderimiz, despotluğun demokrasinin yolunu döşemesi, demokrasinin de yeni despotluk dalgasının yolunu açması.
Arap Baharı sonrası sivil siyasal İslam’la, yani Nahda hareketiyle kurduğumuz eski ittifakların başarısızlığa uğraması yüzünden şahsi bir hesaplaşmaya giriştiğimi düşünenler varsa eğer, çok daha büyük bir hata içindeler. Tunus’un o dönemde içinde bulunduğu şartlar gereği böyle bir ittifak zaruriydi ve ben bundan hiç de pişman değilim. Her halükarda bu ittifak süresiz olarak sona ermiş durumda.
Sözlerimi, hızla ilerleyen kötümserlik dalgasının bir parçası olarak algılamamak gerek. Zira Filistinli yazar Emil Habibi’nin o zarif ifadesiyle ben “kötüyimser”im, yani hem kötümser hem de iyimserim.
“Kötüyimser”in nazarında, kötümser olan kötümserliğinde hata içindedir, zira yaratılışın/ahlakın ve hayrın gücünün hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini görmezden gelir; tıpkı iyimser olanın da iyimserliğinde yıkımın ve şerrin gücünü asla bir kenara bırakmadığını görmezden gelmek suretiyle hataya düştüğü gibi.
“Kötüyimser” olmak, zafere ulaşana kadar zorlukların ve engellerin bileğini bükemeyeceğine ümit bağlamak ve kuruntulara asla boyun eğmemek demektir.
İdelojiler şifa veren reçetelerdir
Bir hekim olduğumu hatırlatarak şunu söylemek istiyorum: Bana göre tüm ideolojiler, toplumların hastalıklarından şifa bulması için ortaya atılan reçetelerdir. Doktor, ilaç işe yaramadı diye uzun süre üzülmez; en ağır hastalıkları tedavi etmeye çalışanlara başarısı ve şansı yaver gitmedi diye sevinmez veya onları suçlamaz. Bilhassa insanların hayatıyla ilgili en zorlu araştırmaları sürdürmek için edindiği tecrübeler kendisine yeter.
Böyle bir zihniyetle siyasi-fikri ideolojik bir dalganın akıbeti hakkında bir sorgulama yapmıyoruz. Zannederim tarih bu konuda sözünü söylemiştir. Burada sorguladığımız şey, kolektif bilinç ve bilinçsizlik içinde, sessiz sedasız ve yavaş yavaş birbiriyle çarpışan yaratıcılık ve yenilenme gücünün bize hazırladıkları.
İnsanlığın ilk canlı organizma ve bizim de nesilden nesle yenilenen hücreleri olduğumuzun farkında olanlar çok az. Bu muazzam organizmanın aklı, vicdanı ve de bitmeyen bir projesi var. Bu proje onu var olan tüm teknolojileri ve ideolojileri durmadan denemeye iter. Bu da demek ki, gelecek bize tasavvur edemeyeceğimiz siyasi tecrübeler saklıyor. Bu tecrübeler, öncekilerden daha faydalı olmayabilir. Faydası görülmediği gibi insanlığın beklenti ve arzularını da karşılamayabilir. Bu sürç kıyamete kadar böyle devam edecek.
Konumuzla alakalı diğer bir çetrefil soru da şu: Acaba liberallik, tabiatı ve daha fazla sayıda toplumu yıkmadan çöküşü beklenen ve istenen bir başka dalga mı? Yoksa tıpkı medya dalgası gibi kendisinden kurtulma ümidi olmayan modern medeniyetin temel bir bileşeni mi?
Bu soruya cevap verme riskini göze alamayacağım. Bu görevi mesele üzerinde kafa yoran başkalarına bırakıyorum. Emin olduğumuz tek gerçek, hürriyet, onur ve adalet taleplerinin asla ölmediği. Erdemli devlet (medinetü’l fazıla) hayali, adeta asla zayıflamayan bir güçle bizi geleceğe doğru çeken bir mıknatıs gibi. İşte bu talep ve hayaller, gün gelecek bir ideoloji olarak ete kemiğe bürünecek ve sonra o ideolojiyle fazla bir mesafe kat edilemeyeceğini gördüğünde onu da terk edip gidecek – tıpkı hayatın yaşlı ve engelli bir bedenden çıkıp da hedefleri peşinde yarışmaya devam edecek yeni ve taze bir bedene yerleşmesi gibi.
Sürekli kendi içinde fikirler, hayaller ve projeler üreten kolektif bilinç ve bilinçsizlik ve bunun sonucunda bizi savuracak müstakbel dalga bakalım ne olacak? Acaba bu dalga, daha olgun ve uzun ömürlü mü olacak, yoksa er ya da geç kırılan hayaller sahilinde öncekiler gibi geriye hiçbir şey bırakmaksızın çekilip gidecek mi?
—————————————————————————
Munsif Marzuki, Tunus eski cumhurbaşkanı, düşünür, siyasetçi ve insan hakları savunucusu. Cumhuriyetçi Kongre Partisi’nin 21 Temmuz 2001’deki kuruluşundan 12 Aralık 2011’e kadar genel başkanlığını yaptı. İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukasını delmeyi hedefleyen 3. Özgürlük Filosu’nda yer aldı.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.
———————————————————————-
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islamci-dalga-sular-geri-mi-cekiliyor