Teostrateji Araştırmaları Merkezi Başkanı Dr. Abdülkadir Sezgin ile Mülâkat
Abdülhamit, dini ve dünyayı bilen adam bulunmadığının altını çizmişti.
TSD: Hocam, hoş geldiniz. İlk olarak size en büyük problemlerimizden biri olan, Türkiye’de dini siyasallaşmanın neden ve nasıl olduğunu sormak isteriz. Kısaca anlatır mısınız?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Dinle ilgili sorunlar yeni başlamadı. Osmanlı, enflasyonu Sanayi Devrimi’nden sonra Amerika’dan altın ve gümüş getirilmesiyle tanımıştı. Bununla bir şoka uğradılar. 320 yılı aşkın bir zaman süper devlet olmuş, ekmeğin fiyatı ve gramajı değişmemiş bir ülke… Paranın değeri düşmüş ve daha yeni kurulmuş krallıklar, prenslikler daha güçlü hale gelmiş. Kendi içinde de bu fakirleşme sonucunda hem devlet çalışanlarında hem de halkta sosyal çatışmalar başlamış.
Fethi Okyar’ın “Üç Devirde Bir Adam” adlı bir kitabı vardır. II. Abdülhamit padişahlıktan indirildiğinde Okyar, Selanik’te koruma bölük komutanıdır. Abdülhamit zaman zaman onu kahve içmeye çağırır. Konuşurlar. Fethi Bey bir gün; “Sultanım, 33 yıl tahtta kaldınız. Yanlış yaptığınızı düşündüğünüz ya da yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey oldu mu” diye sorar. O da “Olmaz mı? İkisi de var ama ben sana bunlardan en orijinalini anlatayım” der. “Bir gün Japonya’dan bir mektup geldi. Abdürreşit İbrahim isminde Japonya’da yaşayan, sekiz dil bilen bir Kazak Türkünden gelmişti. Mektupta; ‘Bu mektubu size Müslümanların Halifesi ve Türklerin Padişahı olduğunuz için yazıyorum. Eğer aşağıda söyleyeceklerimi yerine getirmezseniz Allah’ın huzurunda sizden bunun hesabını soracağım. Japonlar tıpkı Osmanlı gibi Batıdaki gelişmeleri takip ederek onlar gibi bir düzen kurmak istiyorlar. Bunların basit bir dinleri var. Eğer bunlara Japonca olarak İslam anlatılırsa, bu çok zeki insanlar İslam’ın kendi dinlerinden daha sağlam olduğunu fark edip, tamamı Müslüman olabilir. Onların İslam’a dâhil olması Osmanlı’ya ve tüm Müslümanlara yeni bir güç verir’ diye yazıyordu” der.
Fethi Bey bu mektup üzerine ne yaptıklarını sorar. Abdülhamit ise “Evladım, ben Osmanlı mülkündeki İslam âlimlerinin tamamını tanırım. Eli öpülecek çok ilim adamı var. Ancak ne yazık ki bunlar içinde dini ve dünyayı tanıyan, dünya görüşü sahibi bir kişi yok. Asıl sorun da bu. Japonya’ya cevap yazmadım. Bu niteliklerde adam olmadığı için belki zikrin coşkusuyla heyecanlanıp Müslüman olurlar diyerek açık zikir yapan tarikatlardan bir grubu Ertuğrul gemisiyle Japonya’ya gönderdim” der. Sonuç malum.
Bu yıl sanırım kazanın 100. yılı. Bunun filmini yapanlar benim sinema ve tiyatro ile de ilgili olduğumu öğrenip, İstanbul’dan aradılar. Yardım istediler. Ben de “şimdi söyleyeceğimi başına ve sonuna eklemezseniz, filminiz bir işe yaramaz” dedim ve bu hikâyeyi anlattım. Fethi Okyar’ın kitabını okuyarak senaryoya eklemelerini tavsiye ettim.
Abdülhamit, 33 yıllık hilafet ve padişahlık devrinde Osmanlı’da dini ve dünyayı bilen, dünya görüşü olan adam bulunmadığının altını özellikle çizmişti.
Dinden bahsedenlerin çoğu şehirlileşememiş, medeniyeti hazmedememiş kişiler
TSD: Esas sorun buradan mı kaynaklanır sizce de?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Evet. Bu problem katlanarak, artarak devam etmektedir. Bir başka şey de Türkiye’de dinden bahsedenlerin büyük çoğunluğunun henüz şehirlileşememiş, medeniyeti hazmedememiş adamlar olmasıdır. Bunların çok önemli bir kısmı ilkokula gitmeden önce Kuran-ı Kerim’i Arapça okumuş, askere gideceği zaman nüfus kâğıdı çıkarmış, askere gitmeden önce çavuş, onbaşı olabilmek için ilkokul diploması almış ama fıkıh kitabı okuyup, tercüme etmeyi bilen adamlardır. Türkiye’deki din adamlarının tamamına yakını fıkıh dili bilirler. Hâlbuki her bilimin dili birbirinden ayrılır. Kendine göre terimleri vardır. Dinde de her şey fıkıh diliyle alınırsa yozlaşma gelir.
Yozlaşmanın ve şeyhine göre din çıkmasının ikinci sebebi fıkıh dilidir
TSD: Bir örnek verebilir misiniz?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslam Tasavvufunun Meseleleri” adlı bir kitabı var. “Bu kitabı yazarken bahsedilen sufilerin kendi makalelerinden örnekler olması için piyasadaki kitaplardan hazır metinler seçmeye çalıştım. Bazı metinlerin Arapçalarına baktığım zaman yazarın anlattıklarıyla, çeviri arasında fark olduğunu gördüm. Tasavvuf metinleri fıkıh diline çevrilmişti. Bu metinleri bizzat kendim tercüme etmek zorunda kaldım” demektedir.
O sıralarda ben 23-24 yaşlarında bir müftüydüm. Erol Güngör’ün bu yazdıklarını en az üç kez okudum. Sonunda bunun fizik sözlüğüyle edebiyat okumak gibi bir şey olduğunu anladım. Din dilinin bozulup şeyhine göre, mahalli hocaya göre bir dinin çıkmasının ilk sebebi dünyayı anlamamış olmaları ikinci sebebi de fıkıh dilidir. Bilindiği gibi fıkıh namaz nasıl kılınır, abdest nasıl alınır, hac nasıl yapılır gibi uygulamaları içerir. Bu dille her şey yorumlanmaya çalışıldı. Fıkıh bir yönetmelikler mevzuatı gibidir. İnancın özü, ruhaniyeti fıkhın konusu değildir.
Akademisyenlerden benim de hocam olan Hayrettin Karaman 20 yaşına kadar önce Çorum’da bir molladan, sonra Konya’da bir başkasından okudu. Yaşını küçülterek ve bunu yapmak için kendini ölmüş gösterip kardeşinin adını alarak Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne geldi. O kadar ki hoca sınıfta onu görünce müfettiş zannetmiş. Bu insanın bugün “profesör” unvanını taşıması bir dünya görüşü olacağı anlamına gelmez.
TSD: Peki fıkıh yani uygulamaları bilmek her şeyi bilmek midir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Hayır. Fıkıh dinde ellide bir, hatta yüzde bir kadar alanı kaplar. Birçok farklı alan var. Onun için de Türkiye Osmanlı’nın son döneminden beri bu din dilinde yozlaşma ile uğraşıyor. Fakirleşip, toprak kaybederken bunları da yaşayarak bu günlere geldik. Dinin siyasallaşması da bu yollardan geçti.
Erbakan “arka bahçemiz” diyordu, şu anda o arka bahçe bütün vatanı işgal ediyor
TSD: Peki, Türkiye’de son yıllarda yükselişte görünen şey gerçekten dindarlık mı, yoksa başka bir şey bu görüntü altında mı yükseliyor?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Şeklen bakarsanız insanlar çok dindar. İlahiyat Fakültesi 1949’da açıldı. İmam-Hatip Okulu yine o yıl kurs olarak açıldı. 1950’de okula dönüştü. 4 yıl orta kısmı 3 yıl lisesi vardı. Bunlara köyde lazım olacak hukuk bilgisi, sağlık bilgisi okutulurdu. Lisede dersler biraz daha hafifti. Ama iyi bir okuldu. Üniversiteye gitmek isteyenler 6 ders fark vererek lise diploması alırlardı. Kısmen dini eğitim de vardı. Bu 12 Mart 1971’e kadar sürdü. 1969’da Başbakan Demirel’e bir raporla bütün meslekleri imamların dolduracağı söylendi. Bunun üzerine İmam-Hatip mezunlarının ne mesleklerde çalıştığı araştırması yapıldı. 12 Mart’tan sonra bu araştırmaya göre yazılan raporda önerilenler uygulandı. Okullar İmam-Hatip Lisesi’ne dönüştürüldü. Orta kısımlar kapandı. Öğrenci bulmanın kolay olması için İmam-Hatip Ortaokulu açtılar. Bunlarda ise ne mesleki eğitim ne de yönlendirme vardı. Liseler ise daha çok üniversiteye hazırlanılan bir yere dönüştü. Bu Erbakan’ın projesiydi ve İmam-Hatip mezunları, İslamcılar dâhil kimse karşı çıkmadı. Erbakan da gayet mutluydu ve “bunlar bizim arka bahçemiz olacak” diyordu. Şu anda o arka bahçe bütün vatanı işgal ediyor. Din adamı adı altında İslamcı, dünya ve dini ne kadar tanıdığı tartışmalı bir kitle yetiştirildi…
İslamcı ile İslam, sütle sütçü kadar birbirinden farklıdır
TSD: Peki İslamcı ile İslam ve dindar aynı şey midir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Hayır. Süt ile sütçü kadar birbirinden farklıdır.
Hacı Bektaş tarifiyle “eline, diline, beline” sahip olmaktır. Edep kelimesi el, dil, bel kelimelerinin ilk harflerinden meydana gelir. Bunun bir açık bir de kapalı anlamı var. Elini haramdan çekmek eline sahip olmaktır. Dil ile haram yememek, yalan söylememek, dedikodu yapmamak diline sahip çıkmaktır. Beline sahip çıkmak da gayrimeşru ilişkiden kaçınmaktır. Bunlar görünen – zahirî anlamlardır. Kapalı batınî anlamı ise eline yani vatanına sahip çıkmaktır. Diline yani Türkçeye sahip çıkar. Karamanoğlu Mehmet Bey’in dil kanunun çıkarması bunun sonucudur. Aleviler Türk olmayanla evlenmezler de. Bu beline soyuna sahip çıkmaktır. Tarikatların esas hizmeti bu insan tipini yetiştirmek oldu.
TSD: Peki bugün laiklerin de İslamcıların da ortak kanısı olan bir şey var: ‘Selçuklu ve Osmanlı Şeriat devletidir’ deniyor. Bu doğru mudur? Şeriat nedir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Şeriat, Arapçada hukuk demektir. Mısır’da Şeriat fakültesi ararsanız sizi El Ezher Hukuk Fakültesine götürürler. Diğer bir anlamı da “yol”dur. Yunus da bu nedenle “Şeriat tarikat yoldur varana…” der. Yolun sokak, cadde, bulvar gibi türleri vardır. Mezhep, tarikat, Şeriat üçü de yoldur. Şeriat “bulvardır”. Medine’de havaalanını sorduğumda “Şari’-i Mattar’dan çıkacaksın…” diye tarif ettiler. Mattar havaalanı, şari’ bulvar demek. Şari’ Şeriat kelimesinin farklı bir kalıpta söylenişidir. Şeriat da İslam’ın ana caddesidir, dinin temel esaslarını bildirir. Mezhep de ağır vasıta, otomobil, otobüs gibi farklı araçların ihtiyacına göre ayrılmış yoldur. Mezhep de “zehebe-gitmek” fiilinden çıkmıştır. Tarikat da yoldur ama biraz ekstra bir yoldur. Hava yastığıyla giden hızı tren yolu gibi manevi bir tasavvuf yoludur. Her biri de uygulanmıştır. Hepsi de birbirinden farklı yollardır.
Yasaklanmış tarikat liderlerinin hepsi DP’den aday oldu
TSD: Tarikatın dinin siyasallaşmasında konumu nedir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Bir kere tarikatın hukuken gayrimeşru olduğunu görmek gerek. Cumhuriyetin yeni bir devlet olarak kuruluşu, varlığını ispat etmesi bakımından bunların kapatılması zorunluluğu acilen hissedilmiş ve 1925’te de kapatılmıştır. Şeyh, dede, baba, derviş, tarikat gibi kelimeler yasaklanmıştır. 1946’da bir grup Amerikalı Türkiye’ye gelerek, İsmet Paşa’yı ziyaret ederler. “Sizi Rusya’ya karşı koruyacağız. Biz inananlar grubunu oluşturuyoruz, paramıza da ‘Allah’a inanıyoruz’ yazdık. Ülkenizde geniş bir araştırma yapacağız” diyorlar. Araştırma sonunda verdikleri raporda çok partili hayat, dini okullar açılması, ezanın yeniden Arapça olması tavsiyelerini içeren bir rapor veriyorlar. İsmet Paşa da “tamam” diyor. İmam-Hatip Kursu, İlahiyat Fakültesi bunun sonucudur. Bu ortamda çok partili hayata geçtik. Fakat bunun olmazsa olmazları, eğitimli ve örgütlü toplum yoktu. Yasaklanmış tarikat liderlerinin hepsi DP’den aday oldu. Tarikatların siyasetin içinde sivil toplum örgütü misyonu üstlenmiş olması dinin siyasallaşmasının en temel noktasıdır. Alevi liderler de dâhil tüm tarikat liderleri DP’li olmuştu. Aleviler 27 Mayıs’tan sonra tekrar CHP’li oldu. Tümü tarikatçı oldukları bilinerek siyasetin şemsiyesi altında korundu. Bu sebeple de her partinin görüşü etrafında bir din oluşturuldu. Bu da bizim bildiğimiz Müslümanlıktan biraz farklıydı.
TSD: Bu doğru bir şey midir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Yanlıştır. İslam bir tanedir.
Yesevî Dergâhı stratejik araştırmalar ve uygulamalar merkezi gibiydi
TSD: Peki, tarikat olgusu tarihte de hep bu olumsuz noktada mıydı?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Ahmet Yesevî’nin iki hocası vardı: Yusuf Hemedanî ve Arslan Baba. Arslan Baba’dan tasavvuf, Hemedanî’den dünya ilimlerini öğrenmişti. Yesevî Dergâhı bugünün diliyle stratejik araştırmalar ve uygulamalar merkezi gibi bir yerdi. Oradan en batıdaki Türklük takip edilmiştir. Selçuklu’nun yıkılmak üzere olduğunu görünce destek için dervişler göndermişler. Rivayete göre 20 bin eğitimli derviş gönderiliyor. Her biri yerleşeceği yeri emirle biliyorlar. Dar geçitlere, derbentlere yerleşiyorlar. Ankara’ya en yakın Keskin Hasan Dede Köyü vardır. Buralarda yolculara parasız hizmet verilir, gelenden gidenden haber alınır. Tüm eren, evliya türbeleri benzer yerlerdedir. Burada bir haberleşme ağı da vardır. Müthiş bir teşkilat var. Hacı Bektaş Veli de Yesevî Dergâhı’ndan gelen bütün dervişlerin başıdır. Bu nedenle adı da “Serçeşme – Çeşmelerin Başı”dır. 7 Çepni Türkmen’inin kurduğu bugünkü Hacıbektaş’a gelirler. Burası bütün bilgilerin toplandığı, emirlerin verildiği yer olur.
Selçuklu’nun devam edemeyeceği anlaşılınca, Osman’a destek başlamıştır. Onların kut almış, mukaddes kabile olduğu inancı vardı.
Yusuf Hemedanî’de Bektaşîlikle Nakşîlik silsileleri birleşir
TSD: Yesevîlik sadece Bektaşîliğe mi kültürünü aktardı?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Nakşibendîliğin kurucusu Şah-ı Nakşibend Buharalıdır. Hemedanî dergâhında okuyan bir hocanın öğrencisidir. Aynı kültürden gelirler. Bütün tarikatların Hz. Peygamber’e kadar giden silsileleri vardır. Yusuf Hemedanî’de Bektaşîlikle Nakşîlik silsileleri birleşir. Bu nedenle aralarında benzerlikler vardır. İkisi de “zülkarneyn” yani çift taraflı tarikatlardır. Hem Hz. Ali’ye hem Hz. Ebubekir’e bağlıdırlar.
Bektaşîlerin Hz. Ebubekir’e bağlı kolunun ibadetlerini dedeler yaşardı. En son tanıdığım dede İzmir Bergama’nın Pınar köyünden Nazım Kılıç dedeydi. Çepni’ydi. Alevîlik araştırmalarında bana da Mehmet Eröz’e de rehberlik etmiştir. Beraber Türkiye’yi gezdik. Geceleri kalkıp iki rekât namaz kılardı. Bunun dedelere vacip olduğunu söylerdi. Bu Hz. Ebubekir kolunun gece ibadeti olan sessiz zikirdi. Bunu bilen belki çok az dede kalmıştır… Nakşîlerde Perşembeyi Cumaya bağlayan gece okunan hatme duası dışında birlikte yüksek sesle okunan dua yoktur. Bu da onlara Hz. Ali kolundan gelen açık zikirdir. 1826’da Yeniçerilikle beraber Bektaşîlik yasaklandığında bu tekkelere Nakşî şeyhlerinin atanma nedeni de bu yakınlıktır. Bektaşîler, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda da fevkalade etkindirler. İlk kuruluşta Alaaddin Bey, Hacıbektaş’a gelmiş, dua almıştır. Osmanlı’da tarikatlar genel olarak sadece iyi vatandaş yetiştirmek için aktiflerdi. Bunun o günkü adı insan-ı kâmil (olgun insan) yetiştirmekti.
Olgun insan eline, beline, diline sahip olandır
TSD: Nedir olgun insan?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Hacı Bektaş tarifiyle “eline, diline, beline” sahip olmaktır. Edep kelimesi el, dil, bel kelimelerinin ilk harflerinden meydana gelir. Bunun bir açık bir de kapalı anlamı var. Elini haramdan çekmek eline sahip olmaktır. Dil ile haram yememek, yalan söylememek, dedikodu yapmamak diline sahip çıkmaktır. Beline sahip çıkmak da gayrimeşru ilişkiden kaçınmaktır. Bunlar görünen – zahirî anlamlardır. Kapalı batınî anlamı ise eline yani vatanına sahip çıkmaktır. Diline yani Türkçeye sahip çıkar. Karamanoğlu Mehmet Bey’in dil kanunun çıkarması bunun sonucudur. Aleviler Türk olmayanla evlenmezler de. Bu beline soyuna sahip çıkmaktır. Tarikatların esas hizmeti bu insan tipini yetiştirmek oldu.
Bunu cumhuriyet döneminde ilk fark eden kişi Bülent Ecevit olmuştu. Kendisiyle yaptığım ve o da sağken beş kere yayınladığım bir röportajda anlatmıştı. İlk milletvekili olduğu dönemde yozlaşmanın, yobazlaşmanın, medeniyeTSDizleşmenin karşısında tarikatların eski fonksiyonuyla yeniden açılmasını önermiştir. Fakat İsmet İnönü bunun zamanın henüz gelmediğini söylemiştir.
TSD: Peki Osmanlı nasıl oldu da tarikatları bu anlattığınız olumlu noktada tuttu? Nasıl denetledi?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Devlet bütçesinden yardım edilmiştir. Ben bunları denetleyen bir tüzük ve sekiz yönetmeliği de Türkçeye tercüme ettim. Meclis-i Meşayıh Nizamnamesi, II. Meşrutiyet’ten sonra bu denetimi sağlamıştır. Bu önemli tarikatların birinci adamlarının yönetim kurulu üyesi olduğu, başkanı ve teftiş kurumu olan, şeyhülislama bağlı bir kurumdu. Taşrada da müftülüklerde şubeleri vardı. Mali denetimin yanında asker kaçağı denetimi yapılırdı. Dine ve kendi tarikatının kurallarına uygunluk da denetlenir. Bu sağlıklı bir denetim sistemiydi.
Tarikatların bugünkü gayrimeşru ve denetimsiz varlığı daha tehlikelidir. Birçok şeyhin silsilesi, Kuran okuma bilgisi bile yoktur bugün.
Kürdolojinin merkezi Paris’se, Alevici ideolojinin merkezi de Almanya’dır
Nasıl Kürdolojinin merkezi Paris’se, Alevici ideolojinin merkezi de Almanya’dır. Alevîlik kelimesi bizim için yenidir. 1940’lara kadar Alevî yerine Kızılbaş denilir. Bu kötü bir tanımlama da değildir. Osmanlı döneminde insanlar taktığı başlığa göre isimler verilmiştir. Karaman’da Karabaş Evliya da vardır mesela… Kızılbaş da böyle bir tanımlamadır. Osmanlı-Safevi çatışmasından önce de, 13. yüzyıldan itibaren vardır. Safevilerin çıkış noktası olan Erdebil bugün de İran’da bir Türk merkezidir.
TSD: Alevîlik meselesine gelirsek, bugün bunu İslam’dan ayrı bir din, hatta Alevîler Türk’ten ayrı bir kavim gibi göstermeye çalışanlar var. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Bunlar Almanya tarafından üretilen fikirlerdir. Nasıl Kürdolojinin merkezi Paris’se, Alevici ideolojinin merkezi de Almanya’dır. Alevîlik kelimesi bizim için yenidir. 1940’lara kadar Alevî yerine Kızılbaş denilir. Bu kötü bir tanımlama da değildir. Osmanlı döneminde insanlar taktığı başlığa göre isimler verilmiştir. Karaman’da Karabaş Evliya da vardır mesela… Kızılbaş da böyle bir tanımlamadır. Osmanlı-Safevi çatışmasından önce de, 13. yüzyıldan itibaren vardır. Safevilerin çıkış noktası olan Erdebil bugün de İran’da bir Türk merkezidir. Safevilerin teşekkülünde Akkoyunlu Uzun Hasan’ın rolünü görmek gerekir. Başkenti Diyarbakır’dır. Fatih’le çağdaştır. İyi bir Türk ve Müslüman’dır ama her padişah gibi o da tüm bölgenin tek hâkimi olmak istemiştir. Osmanlı Fatih’e kadar ona vergi vermiştir. İstanbul’un fethinden sonra Uzun Hasan bu vergiyi yeniden talep etmiştir. Bunun üzerine çatışmışlardır. Otlukbeli Savaşı bunun üzerine olmuştur. Allah Fatih’e merhamet etmiş ve savaşı o kazanmış.
Uzun Hasan’ın Anadolu ve İran’ı tek başına yönetmek arzusunun karşısında engel gördüğü Osmanlı’yı ortadan kaldırmak temel amacıydı. Bunun için de Trabzon Pontus Kralı ile akrabalık kurmak istedi. Bunun için Kral’ın kızı Despina ile evlendi. Kız din değiştirmez ve onun için Diyarbakır’da kilise yaptırılır. Uzun Hasan da Papa’ya bir mektup yazar. Mektupta Pontus Kralı ile beraber arkayı kestiklerini, onların da batıdan saldırmasıyla Osmanlı’nın yenileceğini söyler. Safeviler de bu ideolojiyi sürdürdüler.
1511’de Şahkulu Tekelü Baba İsyanı çıktı. O sırada tahtta II. Beyazıt var. Fatih ona çocukları arasında Ahmet’i tahta hazırlamasını söylemişti. İsyan başlayınca II. Beyazıt, Şehzade Ahmet’i başkomutan vekili olarak tayin edip, isyancıların üzerine gönderdi. Bursa – Balıkesir arasında başlayan savaş Kayseri – Malatya arasında kadar gitti. Burada Şahkulu bir okla öldü. Askerleri de dağılır. Bu sırada Trabzon’da bulunan Selim, gizlice Kırım üzerinden asker toplayarak İstanbul’a gitti. Haber alan II. Beyazıt Üsküdar’da tedbir aldı. Selim babasını ikna eder, tahta geçer. Şahkulu İsyanı dolaylı olarak Yavuz’un padişah olmasını sağlamıştı. İnsanlar genelde Şahkulu’nu İran Aleviliğinin hayranı olarak görürler…
Bektaşîler, İmam Cafer Sadık’ın mezhep kurmadığını söylerler
TSD: Peki İran’daki Şiilik ile Alevilik aynı mı?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Hayır. İran’daki kol Şiiliğin Cafer-i Sadık koludur. Türkiye’deki Aleviler de Caferi olduklarını söylerler. İkrar verirken, yani tarikata girerken musahipleriyle kardeş olurlar. Burada “Allah’ın kuluyum, Hz. Muhammed’in ümmetiyim, Hz. Ali’nin bendesiyim, İmam-ı Cafer Sadık’ın mezhebindenim” denir. Ama bir taraftan da Bektaşîler, İmam Cafer Sadık’ın mezhep kurmadığını söylerler. Onun zamanında mezhepler yoktu, o dinin bütününü temsil eden İmam-ı Külli idi derler. Yani buradaki mezhep tarikat anlamındadır. İlk teşekkül eden mezhep İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebidir. İmam Hanife, İmam Maliki, İmam Şafi ve İmam Hanbel az ya da çok İmam Cafer’in öğrencisi olmuşlardır.
TSD: O zaman burada çıkan; tüm Şiiliğin ve Anadolu Aleviliğinin dayandığı İmam Cafer, aynı zamanda tüm Sünni fıkıh mezhep kurucularının da hocası olması ilginç bir durum değil mi? Bölünmenin ne anlamı var?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Aslında yazılı metinlerde hiçbir mezhep arasında fark yok. Bunu Mustafa Timisi’ye sordum. “Sizinki tarikat mı mezhep mi” dedim. Türkiye’deki Caferilik tarikat anlamındadır. Posta oturan dedeye ne yaptığını sorarsanız size tarikat yürüttüğünü söyleyecektir. Gerçekten de bir “yürütme” erki vardır. İnsanları barıştırır, alacak verecek davalarına bakan, hatta ölüm cezasına varana kadar ceza verme hakkı olan bir konumu vardır. Bunu Besim Atalay “Bektaşîlik ve Edebiyat” kitabında örnekleriyle anlatır. Kendisi rıza alır, posta geçer. Haksızları mahkeme eder, ceza verir. Hatta Tarsus’un bir köyünde bir tecavüz üzerine ölüm cezası bile verdiği anlatılır bu kitapta.
Alevilik böyle bir doğru yoldur. Ama bu adap ve erkânı bilen çok az insan kaldı. Bunlardan rahmetli Yusuf Bülbül dede vardı. Ben onunla televizyon programı yaptım ve bildiği her şeyi anlattırdım. Daha sonra Feyzullah Ulusoy ile de bir röportaj yaptım. Devletin tarikatları yeniden açmasına nasıl bakacağını da sordum. O da “devlet büyüktür, kapattığı gibi açabilir de” diye yanıtladı. Ama denetim ve çok uzun olmamak kaydıyla geçiş süreci olmasını istemişti. Eğer AB süreci ile gayrimüslim vakıflarına kendilerine ait olmayan mülk bile iade edildiyse gerçekten de eski Bektaşî dergâhları olan Karacaahmet ve Şahkulu gibi yerlerin de iadesi bu durumda söz konusu olur. Şahkulu Dergâhı şehir Bektaşîliğinin merkeziydi. Ben de birkaç kere ziyaret ettim.
Cemevi köyde tarihin hiçbir döneminde olmadı
TSD: Bunların cemevinden farkı ne?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Aslında Bektaşîlik köy kültürüne göre düzenlendiği için zaten sadece kış aylarında dede gelirdi. Cemevi köyde hiçbir zaman, tarihin hiçbir döneminde olmadı. Ya köy odasında ya da geniş bir evde toplanılırdı. Ayrı bir mekân yoktu. Bunların yapılmasını Almanya teşvik etti. Bağımsız bir mabet, bunun çevresinde de bağımsız bir din oluşturmak en sonunda da Alevileri Türklükten ve Müslümanlıktan kopartmaktır amaç… Hatta Almanya’da Anadolu’nun eski ahalisinden Luvilerin aslında “Aluwi” olduğunu, bunların da bugünkü Aleviler olduğunu iddia eden fikirler bile ortaya atıldı. Aleviler başka bir kavimlermiş, Türkler tarafından zorla Türkleştirilip, Müslüman yapılmışlar! Bunu Almanya’nın Tübingen Üniversitesi Alevi kuruluşlarına sordu. Hepsi de “biz Horasan’dan gelen Türkleriz ve Müslüman’ız” cevabını verdiler. Bununla ilgili olarak İbrahim Okur’un “Boyasını Kazıyınca” adlı bir kitabı da vardır. Kısacası Almanya Türklerin bir kısmını Türklükten ve Müslümanlıktan ayırabilmenin peşindedir.
Türk geleneğini yeniden yaşarsak zaten mezhep farkları kalmayacaktır
TSD: Peki Kürtçe konuşan Aleviler kim?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Malatya ve Adıyaman’da çok vardır. Bunların arasında da çalıştım. Türk olduklarının en büyük kanıtı dini uygulamalarından da anlaşılan Hanefi mezhebinden oluşlarıdır. Bir insan Hanefi mezhebindense o Türk’tür. Ayrıca Zazalar da Türk’tür. Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı olduğu zaman, Akşehir’de Seyit Mahmut Hayrani ile ilgili bir açıklama yapmıştı. Hayrani Horasan’dan gelen ilk dervişlerdendir. Oğlu da Tunceli’de çok meşhur olan Düzgün Baba’dır. Türbesi de oradadır. Kılıçdaroğlu bu bağları kastederek “benim soyumu Nakibüleşraf defterlerinden bulabilirsiniz” dedi. Kendisiyle karşılaştığımda neden ikinci cümleyi kurmadığını sordum. Yani “senin soyun ne” diye sormamıştı. O da bana “yeni genel başkan olduğunu, böyle çatışmak istemediğini” söyledi. Ötekisi “Alevi” diye bunu söylemiş, Kılıçdaroğlu ise nezaketen susmuştu. Bu da Horasan kültüründen gelir. İnsanların ne dediklerine değil, kültürel olarak ne yaşadıklarına bakmak gerekir. Biz Türk geleneğini yeniden yaşamaya başlarsak zaten mezhep vs. farklar kalmayacaktır. Herkesi insan görüp saygı gösterirsek, karşılığı da ona göre olur.
Vahhabilik, Selefilerin siyasi ideolojisinin adıdır
TSD: Hocam son olarak da Türkiye’nin gündemini de artık çok meşgul eden Selefilik meselesini sormak isteriz. Nedir bu Selefilik?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Aslında selef öncekiler, selefî de öncekileri taklit edenler demek. Bu öncekilerden kasıt da sahabeler. Peki, bu mümkün mü? Sahabelerin kaçının hayatı tam olarak bilinebiliyor? Kaldı ki bilinenlerin neredeyse tamamı da menkıbedir. Vahhabilik ise Muhammed Abdülvahhab’ın kurduğu bir harekettir. Suudi Arabistan’da tüm türbeler yıkılırken İngiliz casusu Lawrence’in Cidde’de kaldığı ev türbe gibi korunmuştur. “Arap’a Araplığını öğreten kahraman Lawrence” olarak anılmaktadır. Vahhabiler eşkıyalıkla geçinirlerdi. Bugün de 30 bin kişiyi geçmezler ve en büyük korkuları Suudi Arabistan’daki Şiilerin ayaklanmasıdır.
Vahabiler harekete geçtikten sonra “Selefiyiz” demişlerdir. Selefilik mezhep dışı kalmak mıdır? Aslında geçmişi olmayan bir yol iddia etmişlerdir. Hz. Ali’nin türbesi ile Hz. Hamza’nın şehit olduğu yerde Osmanlı’nın yaptığı camii ve türbe dâhil tüm eserleri yıkmışlardır. Vahhabilik bunları Osmanlı izlerini ve yerleşmiş olan İslam’ı silmek için yaptı.
Vahhabilik, Selefilerin siyasi ideolojisinin adıdır. El Kaide’yi kuranlar da bilindiği gibi Suudlardır. Ama ABD için mi kurdular, bu tartışılır. İngiliz ve Amerikan etkisi çok büyüktür. Emperyalizmle işbirliği açıktır. Gerçi Suudi Arabistan’da halen Türkleri seven, Osmanlı’nın oraya medeniyet götürdüğünü bilen az sayıda insan vardır ama maalesef bunlarla ne devletimizin ne hacılarımızın irtibatı olmaz…
TSD: Hocam, son olarak eklemek istediğiniz bir konu var mı?
Dr. Abdülkadir SEZGİN: Sayın Başbakan’ın irfan merkezleri ve cemevleri ile ilgili AKP’nin seçim beyannamesinde geçen bir açıklaması var. “Eğitim sisteminde sağlıklı bilgilendirme, üniversitelerde araştırma merkezleri oluşturma gibi çeşitli konularda Alevi kanaat önderleriyle diyalog içinde demokratik uzlaşma temelinde gerekli adımları atacağız. Bu noktada geleneksel irfan merkezlerine ve cemevlerine hukuki statü tanıyacağız” diyor. Yani “öteki tarikatlarla cemevleri” deniyor. Ötekiler “irfan merkezi”, Alevilik ise ayrılarak “cemevi” çerçevesine alınıyor. Hukuki statünün tanınması bu statüyü kaybeden mevzuat değiştirilerek olur. Başka türlü olmaz. Belediye kanunu, elektrik piyasası kanunu değişiklikleri ile olmaz. Yani nasıl kapatıldıysa öyle kanunla açılabilir. Osmanlı her şeyi hukuki mevzuat içinde yapmıştır. Bu meselelere geçici heveslerle, menfaatle, siyasi amaçlarla bakmak Türkiye’nin sosyal yapısını bozar. Herkesin tarih ve gelenek dâhilinde bir değerlendirme yapması lazım. Bu şekilde temel olmadan hukuki statü verme iddiaları yeni problemler yaratacaktır. Bu işin yanlış olduğunu özellikle ifade etmek istiyorum.
26 Ekim 2015
Kaynak:
http://www.turksolu.com.tr/islamci-ile-islam-sutle-sutcu-kadar-birbirinden-farklidir/