Turgut GÜLER
Bereketi kanaatle tüketen asîl insanların nesli, nasıl oldu da bu acınası duruma düştü? İşin daha da vahîm tarafı, yakında bu soruya cevap verecek muhâtap bulamama endîşesidir. Oburluktan ölenlere çığ misâli katılanlar, sebebi husûsunda kafa yoracağa benzemiyorlar.
Ecdâdına rahmet göndermek isteyen nesilleri, bereket ve kanaat köprüsünden geçerken görmek arzûsundayız… En kıymetli ziynet, bu köprüden yükselen hayırhâh ışıltıları çıkaran ziynettir.
Nükteleri ile siyâset kadar edebiyât mahfîllerini de dolduran Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa, Ahmed Vefik Paşa için:
“O, binek taşı büyüklüğünde bir pırlantadır. Ne ziynete yarar, ne de kaldırıma konur!…”
dermiş. Nice mânidâr zihin yekûnunu içine alan bu ifâde, aynı zamanda kullanışsız mücevherin hâlini reçeteye aktarıyor.
Netîce itîbâriyle artı puanları yukarıya çekmek, her zaman makbûl olmuyor. Bilhassa devlet adamlığı, böyle çetelelerin dar çerçevesine aslâ mahkûm olmamalı. Tek tek ele alındığında meziyet diye adlandırdığın tavır ve hasletler, devlet mihekkine vurulduğu ân, âyâr tabelâsına şaşırtıcı skorlar yazılıyor.
Sevenin gözünde her şeyine katlanılan varlıklar vardır. Vatan, millet ve devlet, bahsedilen varlıklar arasında ayrı bir kategori teşkil ediyor. Uğruna can verilen mefhûmlar, aynı zamanda can bahş eden mefhûmlardır. Onlar olmadan, yaşamanın ve yemenin-içmenin hiçbir mânâsı yoktur. Biyolojik hayâtı devâm ettirmeyi en mühim mes’ele addedenler, insanı hayvan derekesinde bırakmaya azmedenlerdir. İş, bu denli basit ve küsûrâtsız olunca, yoluna can koyulacak değerlere de lüzûm kalmıyor.
Bardaktan boşanırcasına yağan ve birkaç saat süren yağmurdan sonra Koca Râgıb Paşa, yanında bulunan nedîmi şâir Haşmet’e:
“- Acaba, bu yağmurda kuru bir şey kalmış mıdır?”
deyince, heccâv Haşmet, ânında cevâbı yetiştirir.
“- Kaldı efendim! Haşmet kulunuzun abdest havlusu… Çünkü hiç ıslandığı görülmemiştir…”
Haşmet’in, hiç ıslanmayan abdest havlusu, yaşadığımız şu günlerde pek çok yağmur imtihânından geçiyor. Bu havluya, mantığınıza uygun düşen bütün ıslatma metodlarıyla yönelebilirsiniz.
Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin başını çektiği târîhdeki Müslüman-Türk Dünyâsı’nın, “hoşgörü” genişliği ve gayr-ı müslimlere tanıdığı hakikî din hürriyeti, kasıt ehlinin dilinde ve kaleminde maddî menfaat maskeleri takıyor. Gûyâ, bu devletler, gayr-ı müslimlerden ağır vergi alırlarmış, bu vergiyi verenlerin sayısı azalmasın diye, İslâm dışındaki dinlerin mensuplarına müsamahakâr davranırlarmış. Bu hükmün, yarısı doğru, yarısı yalan. Evet, “haraç, cizye” vb. vergiler alınıyor, doğru. Ama buna tamâh eden bir devlet anlayışı aslâ ve kat’â doğru değil. Öyle olsaydı, “mühtedî” nâmı taşıyan çok kalabalık topluluk ortaya çıkar mıydı?
Türk’ün, İslâmiyet dâiresine girmeden önceki döneminde de, aynı dinî tolerans vardı. İslâmla berâber, bu bakış açısı daha berrak hâle geldi. Piyasaya çıkarılan defolu bilgi malzemesinin bahtsızlığı iki noktada toplanıyor: Evvelâ, Türk’ü ve İslâm’ı yeterince tanımıyorlar. İkinci olarak da, omuzlarına attıkları havlunun, bunca yağmura rağmen niye ıslanmadığını, hakkıyla bilemiyorlar.
Abdest alacak kişiden havluyu esirger, onu abdestsizlere verirseniz, gün ışığında gördükleriniz sizi şaşkına çevirir…