Anadolu Danişmendli Beyliğini kuran Melik Danişmend neslinden olduğu bilinen İsmail Hami Danişmend, 1889 yılında Merzifon’da doğmuştur. Babası Cebel-i Garbî mutasarrıflarından Emir Mehmet Kâmil Bey, annesi Melek Hanım’dır. Babasının Emir Danişmend Ahmet Gazi soyundan olduğu belirtilmektedir. Orta eğitimini Özel Şam idadîsinde tamamladıktan sonra, İstanbul’da Mekteb-i Mülkiye’ye girmiş, bu okuldan da Temmuz 1912’de mezun olmuştur. Aynı yıl, Paris’te “Collége de France”a kaydolmuşsa da devam edememiş ve İstanbul’a dönüp Eylül 1912’de Tahrirat-ı Hariciye Kalemi’nde üçüncü kâtip olarak çalışmaya başlamıştır. İsmail Hâmi, mizacı ve yetişme tarzı sebebiyle memuriyetten ayrılıp Aralık 1912’de Maliye Mekteb-i Âlisi’nde Yakınçağ Tarihi öğretmenliğine başladı. Bir yıl sonra 14 Aralık 1913 tarihinde Darülfünun Edebiyat Şubesi Dinler Tarihi Müderris Muavinliğine, üç ay sonra da, iki yıl önce mezun olduğu Mekteb-i Mülkiye’nin Siyasî ve Medenî Tarih Muavinliğine getirildi. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girip seferberlik ilan etmesiyle, İsmail Hami de, bu kapsamda talimgâha sevk edildi. Ancak o, Ziya Gökalp’ın bölgedeki Türkler hakkında araştırma yapması teklifi ile 30 Kasım 1914 tarihinde Bağdat Hukuk Mektebi Müdürlüğü’ne tayin edildi. Bu sırada Süleyman Nazif Bağdat Valisi, Rauf Bey (Orbay) de İran Cephesi’nde Kuvve-i Seyyare komutanıydı. Rauf Bey’in çağırmasıyla onun birliğine katıldı. Burada bir yıl kaldıktan sonra, yine Rauf Bey ile birlikte İstanbul’a döndü.
İstanbul’da Rauf Bey tarafından önce Umur-ı Şarkiye Müdürlüğü’nde tercüme işleriyle görevlendirildi, daha sonra Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Vekâleti’ne getirildi. Bu görevlerin yanı sıra Mustafa Kemal Paşa ile Ali Fethi Bey’in çıkardığı Minber gazetesinde yazılar yazdı
Memleketin yabancı devletler tarafından işgal edildiği 1919 yılında Memleket Gazetesi’ni çıkardı. 10 Şubat- 14 Ağustos 1335 (1919) tarihleri arasında günlük olarak yayımlanan bu gazetenin başyazarlığını ve mesul müdürlüğünü yaptı. Memleket’in ilk nüshasındaki “Maksadımız” isimli yazısında; yaşadığıtopraklarda yüzyıllardır egemen olan Türk halkının, vatan sahibi olma hakkının kendisinden alınamayacağını vebağımsızlığı kesinlikle hak ettiğini belirterek, yayın ilkesini ilk günden ortaya koydu. İşgalcilere ve yerli işbirlikçilerine karşı bu gazetede tam bağımsızlık fikri, mütarekenin oluşturduğu tehlikeler ve Türkiye’nin millî birlik ve beraberliği doğrultusunda; “Maksadımız”, “Memleket”, “İstanbul Hem Türklerin Hem Müslümanlarındır”, “Juguverr’e Cevabım”, “Kurban Siyaseti”, “İzmir”, “İzmir Nüfusu” başlıklı yazılar yazdı. Memleket gazetesi, itilaf devletlerinin baskısıyla Temmuz 1335’te hükümet tarafından kapatılınca, gazete illegal olarak Ağustos’a kadar çıkarıldı ve milliyetçi gençler tarafından gizlilikle dağıtıldı. Bu sırada İsmail Hami, tutuklanmaktan, Anadolu’ya kaçarak kurtulabildi. O, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa’nın babası İsmail Fazıl Paşa ile birlikte Ankara üzerinden Sivas’a gitti. 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’ne İstanbul temsilcisi olarak katıldı. Kongrenin Başkanlık Divanı Kâtipliğine seçildi. Kongre süresince Genel Sekreterlik ve İstihbarat Şubesi Şefliği görevlerini de yürüttü. Ayrıca, kongre sırasında Sivas’ta çıkarılmaya başlanan İrade-i Milliye gazetesinin ilk başyazarlığını yaptı ve Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri doğrultusunda yazılar yazdı. Sivas Kongresi Tutanakları’na göre İsmail Hami Bey, Bekir Sami Bey, Vasıf Bey, Refet Bey ve İsmail Fazıl Paşa ile birlikte, İstanbul’da savunduğu “istiklâl-i tâmm”ın aksine kongrede dış borçlar ve uluslararası konularda himaye beklentisiyle bir çeşit Amerikan mandacığını savunmuştur. İsmail Hâmi, kongrenin bitiminden sonra bir süre daha Sivas’da kaldı. Heyet-i Temsiliye’nin 18 Aralık 1919’da Ankara’ya gitmek üzere Sivas’tan ayrıldığı günlerde, amcasından aldığı bir davet mektubu üzerine, Merzifon’a gitti ve beş ay amcasının yanında kaldı. Daha sonra Damat Ferit hükümetinin düşmesi ve ağabeyi Sami Bey’in ısrarlı çağrılarına uyarak İstanbul’a döndü. Memleket gazetesinin beyanname nitelikli son sayısından dolayı arandığı için İstanbul’da bir süre gizlenmek zorunda kaldı. Bunun üzerine ağabeyi Sami Bey, Hürriyet ve İtlâf Fırkası’na olan yakınlığını kullanarak, İsmail Hami’yi İstanbul Hükümeti’nin Barselona Şehbenderliğine tayin ettirdi. İsmail Hami bu tayine önce itiraz etti ise de, ağabeyi Sami Bey’in ısrarı üzerine kabul etmek durumunda kaldı. Bu tayin Ankara Hükümeti ile İsmail Hami’nin arasını açtı. O da Avrupa’ya gitti. Avrupa’da kaldığı süre içinde Fransa ve Almanya kütüphanelerinde araştırmalar yaptı. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından bir süre sonra yurda döndü. Avrupa’da hilafet lehinde cumhuriyet aleyhinde Mücahede gazetesini yayınladığı gerekçesiyle 10 Nisan 1925 tarihinde tutuklanıp İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı ise de 8 Eylül 1925 tarihinde berat etti. Bundan sonra İsmail Hami Bey, devlette resmî bir görev almamış ve siyasetten uzak durmuştur. Sonraki hayatını da çeşitli gazete ve dergilerde yazı yazarak geçiren İsmail Hami Bey, daha çok tarih araştırmalarıyla uğraşmıştır. Türk ve İslâm tarihini çeşitli vesikalar doğrultusunda Türkçü bir ana fikre bağlı olarak incelemiştir. 1 Nisan 1939’da yayına başlayan aylık Türklük mecmuasının başmuharriri olarak tarih ve edebiyat alanlarında çeşitli makaleler kaleme almıştır. “Hayali Çelebi” mahlasıyla hicivler, “Muhtî Çelebi” takma adıyla gazeller ve “Rabia Hatun” mahlasıyla da dörtlüklerden oluşan şiirler yazmıştır. Ayrıca Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde de günlük yazılar yazdığı bilinmektedir.
İsmail Hami, almış olduğu eğitimin, yaşamış olduğu dönemin ve özel gayretlerinin bir sonucu olarak altı yabancı dili öğrenmiştir. Kayıtlara göre o, Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi derecede, Almanca, Latince ve Sümerceyi de okuyup anlayabilecek düzeyde öğrenmiştir. Nitekim onun bu özelliği kitaplarının çeşitliliğine de yansımıştır. İsmail Hami, tarih, fikir,edebiyat, dilbilim, lügat ve tercüme alanlarında otuz bir kitabın altına imza atmıştır. Otuz bir kitap ve değişik dergi ve gazetelerde yüzlerle ifade edilebilecek makalelerin yazarı, dil ve üslup sahibi -kendince- bir ekol oluşturan İsmail Hami Danişmend, 12 Nisan 1967 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş ve üç gün sonra, yani 15 Nisan 1967’de Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilmiştir. İsmail Hami, önce Eğinli Said Paşa’nın torunu Nazan Hanım ile, bu hanımın vefatından sonra, Ayvalıklı bir zeytinyağı fabrikatörünün dul eşi olan Hüsniye Hanımla evlenmiştir. Son eşi ise tarihçi İclâl Hanımdır. İsmail Hami Bey’in bu üç evliliğinden de çocuğu olmamıştır.
İsmail Hami Danişmend’in güçlü bir yönü de şairliğidir. Şiirlerini bazan gerçek adıyla, bazan da Muhtî veya Râbia Hatun mahlaslarıyla yazmıştır. Bu şiirlerde derin romantik bir aşk duygusu hâkimdir. Âzerî ağzına yakın bir söyleyişle kaleme alınan bu şiirler yıllarca elden ele dolaşarak değişik kesimlerden okuyucuların hayranlığını kazanmıştır. Râbia Hatun mahlasıyla yazdığı şiirlerinden bir kısmı 1947 yılı ilkbaharından itibaren Aile mecmuasında yayımlanınca İstanbul basınında bir tartışma başlatılmış, Râbia Hatun’un tarihî ve edebî şahsiyeti, devri ve şiir dilinin eskilik derecesi üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Özellikle Haziran 1948’den itibaren Hürriyet gazetesindeki yazılarıyla konunun üzerine giden Nihad Sâmi Banarlı, Râbia Hatun adlı bir şaire aitmiş gibi gösterilen bu şiirlerin dil ve üslûp bakımından eski olmadığını ve Türk edebiyatı tarihinde bu isimde bir kadın şairin bulunmadığını açıklar. Banarlı’ya Şevket Rado cevap verir. Bu şekilde başlayan tartışmaya daha sonra İsmail Habip, Semih Mümtaz, Bedii Faik, Abdülkadir Karahan, Halit Fahri Ozansoy başta olmak üzere devrin tanınmış başka yazarları da katılır. Tartışmanın sonunda Râbia Hatun mahlasının önce Nazan Danişmend’e ait olduğu söylenirse de elli bir kıtadan meydana gelen bu şiirler bir süre sonra İsmail Hami Danişmend’in bir açıklaması ile birlikte Rabia Hatun Şiirleri adıyla bir kitapçıkta toplanır (İstanbul 1961), böylece şiirlerin ona ait olduğu ortaya çıkar.
Danişmend’in Batı dillerinden yaptığı tercümelerin bir kısmı yayımlanmıştır. Cornille’den çevirdiği Seyyid ile (İstanbul 1938) Nikomed (İstanbul 1938), Molière’den tercüme ettiği Cimri (Ankara 1943) ve Hastalık Hastası (Ankara 1943) bunlardandır.
İsmail Hami Danişmend, ilmî ve medenî cesaretiyle her konunun üzerine giden bir karaktere sahipti. Kitap ve makalelerinde sade ve akıcı bir üslûp kullanmış, bundan dolayı Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biri olmuştur. Her cumartesi tanınmış şair, edip ve muharrirler Danişmend’in evinde toplanarak çeşitli konularda tartışmalar yaparlardı.
Kitapları
Tahsin Demiray’ın 1971 yılında İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi’nin I. cildinin baş kısmında yazdığı takdim yazısına göre İsmail Hami’nin tarih, fikir, edebiyat, dilbilim, lügat ve tercüme alanlarında otuz bir kitabı ve çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış yüzlerle ifade edilebilecek makaleleri bulunmaktadır. Onun kitaplarını şöyle tasnif etmek mümkündür:
Tarih Alanında
- Türkler’le Hind Avrupalıların Menşe’ Birliği, I-II, (İstanbul, I.. cilt 1935, II. cilt 1936)
- Türk Tarih Kurumuna Açık Mektup:Türk Kahramanlarına Ermenilik İsnadı Münasebetiyle, (İstanbul 1945, Yeni Matbaa, 67 sf.).
- İzâhlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, (İstanbul, Türkiye Yayınevi, I. cilt 19 47, 14+ 534 sf., II. cilt 1948, 565 sf., III. cilt 1950, 2 + 770+ 2 sf., IV. cilt 1955, 893 sf.).
- İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, (İstanbul 1953, 51 sf.).
- Baltacının Prut Zaferi, (İstanbul 1955, İstanbul Matbaası, 15 sf., 1 plan).
- Türkiyât ve İslâmiyât Tedkikleri Külliyâtı, (1. cilt; 1-3 Fasikül, İstanbul 1956, Hüsn-i Tabiat Matbaası, 96 sf.).
- Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur? (İstanbul 1959, Okat Yayınevi, 219 sf.)
- Garb Menba’larına Göre Garb Medeniyetinin Menba’ı Olan İslâm Medeniyeti, (İstanbul 1961, Bâb-ı Âlî Yayınevi, 90 + 2 sf. ).
- Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı (İstanbul 1961, İstanbul Kitabevi, 200 sf.).
- Sadrazam Tevfik Paşa’nın Dosyasındaki Resmî ve Husûsî Vesîkalara Göre 31 Mart Vak‘ası, (İstanbul 1961, İstanbul Kitabevi, 274 + 1 sf.).
- İzâhlı İslâm Tarihi Kronolojisi, (1. Cilt, İstanbul 1962, Bâb-ı Âlî Yayınevi, 312 + 2 sf.).
- Garb Menba’larına Göre Eski Türk Demokrasisi, ( İstanbul 1964, Sucuoğlu Matbaası, 183 +1 sf.).
- Türk Mes’eleleri, (İstanbul 1966, Fâtih Matbaası, 240 sf.).
- Fâtihin Hayâtı ve Fetih Takvimi, (1. Kısım), İstanbul 1967, Fetih Matbaası, 254 sf.).
- Tarih ve Efsanelere Göre Arabların İstanbul Seferleri, [(Tercüme: İsmail Hami), İstanbul 1967, Fetih Matbaası, 112 sf.].
- Fikir Alanında
- Ali Suâvî’nin Türkçülüğü, (İstanbul 1942, Vakit Basımevi, 32 sf.).
- Garb Menba’larına Göre Garb Âleminin Kur’an-ı Kerim Hayranlığı, (İstanbul 1967, Kanaat Kitabevi, 148 sf.)
- Edebiyat Alanında
- Destan ve Dîvân Edebiyatında İstanbul Sevgisi, (İstanbul 1941, Cumhuriyet Mat., 25 sf)
- Nasreddin Hoca Fıkraları, (İstanbul t.y., Matbaa-i Ebüzziya, 105 sf.)
- Râbia Hatûn Şiirleri (Kendisinin telif şiirleri), (İstanbul 1961, Bâb-ı Âlî Yayınevi, 43 sf.).
- Dilbilim Alanında
- Fransızca – Türkçe Rasimli Büyük Dil Kılavuzu[(Reşat Nuri, Ali Süha, Nurullah Ataç ile birlikte), (İstanbul Kanaat Kitabevi, I. cilt 1935, 808 sf., II. cilt 1935, 809-1600 sf., III. cilt, 1935, 1601 -2192 + 10 sf.).
- Fransızca Kıyâsî ve Gayr-ı Kıyâsî Fiiller[(A. Süha ile), (İstanbul 1936, 286 sf.)].
- Sümer – Türk Dil Birliği, (İstanbul 1967, I. cilt 423 sf., II. cilt 428 sf.).
- Lügatler
- Türkçe- Osmanlıca- Fransızca Sözlük(İstanbul 1935, 262 sf.).
- Osmanlıca- Türkçe- Fransızca Sözlük, (İstanbul 1936, 528 sf.).
- Tarih ve Coğrafyaya Ait Değişik İsimler Lügatı(İstanbul 1937, 286 sf.).
- Tarihî meseleler ve Menkabeler Lügatı, (İstanbul 1966, 376 sf.).
- Tercümeler
- Seyyid(Corneille’den tercüme, İstanbul 1938, 85 sf.)
- Nikomed (Corneille’den tercüme, İstanbul 1938, 88 sf.).
- Cimri(Moliére’den tercüme, Ankara 1943, Maarif Basımevi, 15 + 132).
- Hastalık Hastası, (Moliére’den tercüme, Ankara 1943, Maarif Basımevi, 117 sf.).
Yukarıda İsmail Hami Danişmend’in tarih, fikir, edebiyat, dilbilim, lügat ve tercüme alanlarında ürettiği otuz bir kitabı ve çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış yüzlerle ifade edilebilecek makaleleri bulunduğu belirtilmişti. İsmail Hami Danişmend’in tarihçiliğinde genelde Türkçü, biraz daha özelde Türk-İslâm sentezci bir bakış açısının hâkim olduğu dikkati çekmektedir. Tarih yazıcılığında ise gelenekçi bir yaklaşım söz konusudur. İzâhlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi ile İzâhlı İslâm Tarihi Kronolojisi adlı eserleri, modern dönemde yazılmış türünün tek örnekleri olan çalışmalardır. İzâhlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İsmail Hami Danişmend’in adı ile özdeş bir çalışma halini almıştır. Eser, 4 cilt (İstanbul 1971: Türkiye Yayınevi) olup, Osman Gazi’nin doğumundan (H.656= M.1258) Son Halife Abdülmecid Efendi’nin yurt dışına çıkarılışına (3-4 Mart 1924= 26-27 Receb 1342) kadar geçen Osmanlı dönemini kapsamaktadır. Her cildin sonuna o cildin ihtiva ettiği dönemde geçen sadrazamlar, şeyhülislâmlar, kaptanıderyalar, defterdarlar ve reisülküttablar gibi yüksek devlet adamları için izahlı bir cetvel eklenmiştir. Bu kısım ikinci baskıdan itibaren beşinci ciltte toplanmıştır. Esere kaynaklık etmiş bibliyografya 4. cildin sonuna yazılmıştır. İzâhlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, yöntemi itibariyle, en sonuncusu Fâtih devrinde hazırlanan Tarihî takvimleri hatırlatmakta, ancak ilk kronik tarihler ile onların devamı niteliğindeki vakanüvis tarih kayıtlarının özetleri mahiyetindedir. Eser bu yönüyle geleneksel Osmanlı tarih anlayışının sürdürülmesi mahiyetindedir. İzâhlı İslâm Tarihi Kronolojisi ise, aynı yöntemle bir kronolojiler külliyatı olarak Türk, İslâm ve dünya tarihi kronolojinin bir bölümü olarak hazırlanmaya başlanmış, ancak sadece birinci cildi yayımlanabilmiştir. Türkler’le Hind Avrupalıların Menşe’ Birliği, (I-II), Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur?, Baltacının Prut Zaferi, Sadrazam Tevfik Paşa’nın Dosyasındaki Resmî ve Husûsî Vesîkalara Göre 31 Mart Vak‘ası, Türk Tarih Kurumuna Açık Mektup: Türk Kahramanlarına Ermenilik İsnadı Münasebetiyle, Türkiyât ve İslâmiyât Tedkikleri Külliyâtı, Ali Suâvî’nin Türkçülüğü veTürk Mes’eleleri gibi Türk tarihi ilgili değişik meseleleri tetkik etmiş, İstanbul’un fethinin 500. yılında Fethin İnsanî ve Medenî Kıymeti’ni, on yedi yıl sonra Fâtihin Hayâtı ve Fetih Takvimi ve Tarih ve Efsanelere Göre Arabların İstanbul Seferleri (tercüme)’ni yayımlamıştır. Türkçü -ve dönemsel bir tarihçi yaklaşımıyla- savunmacı bir bakış açısıyla, Garb Menba’larına Göre; Garb Medeniyetinin Menba’ı Olan İslâm Medeniyeti, Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, Eski Türk Demokrasisi ve Garb Âleminin Kur’an-ı Kerim Hayranlığı gibi eserleri yazmıştır.
İsmail Hami, tarih ve fikir alanının dışında Destan ve Dîvân Edebiyatında İstanbul Sevgisi, Nasreddin Hoca Fıkraları veRâbia Hatûn Şiirleri (Kendisinin telif şiirleri) adlı eserleri telif etmiştir. Şiirleri 1947 yılı ilkbaharından itibaren Aile mecmuasında yayımlanınca, İstanbul basınında tartışmaya sebep olmuştur. Bu kapsamda Hürriyet gazetesindeki yazısında Nihat Sami Banarlı, Rabia Hatun adlı bir şaire aitmiş gibi gösterilen bu şiirlerin dil ve üslup bakımından eski olmadığını ve Türk edebiyatı tarihinde de bu isimde bir kadın şairin bulunmadığını açıklar. Tartışmaya İsmail Habip, Bedii Faik, Abdülkadir Karahan, Halit Fahri Ozansoy gibi tanınmış yazarlar katılır. Rabia Hatun’un kimliği ancak İsmail Hami Danişmend’in bir açıklaması ve dörtlükleri Rabia Hatun Şiirleri (İstanbul 1961) adıyla bir kitapçıkta toplamasıyla ortaya çıkar.
İsmail Hami, Türklerin Hind- Avrupa ırkına mensup oluşu görüşünün paralelinde Sümer- Türk Dil Birliği (I-II). Başlıklı külliyatlı iki ciltlik eseriyle, Sümerler ile Türklerin aynı dil grubuna mensup oluşlarını vesikalarıyla ispatlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Reşat Nuri, Ali Süha ve Nurullah Ataç ile birlikte üç cilt olarak Fransızca- Türkçe Rasimli Büyük Dil Kılavuzu, Ali Süha ileFransızca Kıyâsî ve Gayr-ı Kıyâsî Fiiller adlı, dönemin Türkiyesinde piyasa değeri olan eserler üretmişlerdir. Dilbilim alanında ayrıca; Türkçe- Osmanlıca- Fransızca sözlükler, Tarih ve Coğrafyaya Ait İsimler ile Tarihî Meseleler ve Menkabelerlügatlerini de hazırlamıştır. Bunların yanında, Corneille’den Seyyid[i ve Nikomed tercüme etmiş, 1938 yılında yayımlamış, Moliér’den Cimrive Hastalık Hastası ‘nı tercüme edip 1943 yılında yayımlamıştır.
Türk Yurdu’ndaki Makaleleri
Türk Yurdu dergisinin kuruluşunun 90. yılında hazırlanan Türk Yurdu Bibliyografyası’na göre İsmail Hami Danişmend, Türk Yurdu’na bir şiir ve sekiz adet makale yazmıştır. İsmail Hami’nin Türk Yurdu’na verdiği ilk yazı, “üstad-ı elem” unvanı ile andığı (Üstad-ı elem) Hüseyin Siret’e ithaf etmiş olduğu ve 1912 (1328) yılında yayınlanmış olan “Hilâl-i Ahmer” adlı bir şiiridir. Bu şiir, adından da anlaşıldığı üzere “Hilâl”in gölgesinde “Hilâl-i Ahmer”in yani -bugünkü kullanımıyla- “Kızılay”ın içtimaî işlevleri hamâsi duygularla tasvir edilmiştir. Bu şiirden sonra İsmail Hami, Türk Yurdu’nda 47 yıl sonra tekrar yazı yazmaya başlamış, nitekim 1959, 1965 ve 1966 yıllarında değişik konularda sekiz adet makale tahrir etmiştir. 1959 yılı Ağustos’unda, bu ayın Türk tarihinde “Zafer Ayı” olması münasebetiyle, daha çok Selçuklu Sultanı Alparslan ve Malazgirt Muharebesi ile ilgili makalelerin yoğunlaştığı sayıda, İsmail Hami, “Vatan” mefhumunu irdelemiştir. Ona göre vatan bir toprak parçasından ibaret değildir. Toprak, vatan mefhumunda ancak bir unsurdan ibarettir. Bir memleketin kuru bir coğrafî saha vaziyetinden millî bir vatan haline yükselebilmesinde güzellikle verimlilik gibi tabii veyahut ferdin bütün insanlık haklarını temin eden yer olmak gibi içtimaî ve siyasî vasıfların bile hiçbir tesiri yoktur: Tabiat güzelliği ile toprak zenginliği dünyanın her yerinde bulunabileceği gibi, insanî ve siyasî haklardan istifade imkânı da bir toprağın vatan sayılmasına sebep değildir. Çok defa insanlar en zâlim idarelerde en ağır haksızlıklar altında bile vatan mefhumu için can vermekte tereddüd etmemişlerdir. O halde, toprağın vatanlaşması için mukaddesatla, maneviyatla ve tarihle yoğrulmuş olması lazımdır. Bu tespitlerden sonra İsmail Hami, “vatan” mefhumunu, eski Yunan, Roma ve Türk literatüründen örneklerle anlatmaktadır. İsmail Hami, Türk Yurdu’nun 1959 yılı Ekim sayısında da “Dillerin Ölümü”nü yazı konusu yapmıştır. O, yazısına “Fertlerle milletler gibi dillerin de eceli vardır” tespitiyle başlamıştır. Abel Hovelacgue’ın La Linguistique adlı meşhur eserine istinaden “Bütün canlı mahlûklar gibi diller de doğarlar, büyürler, sonra tâkattan düşer ve nihayet ölürler” tespitinden hareketle, “medeniyet dilinin” eski mahalli dillerin yerini aldıkları tespitinde bulunmakta, Hind- Avrupa dilleri arasında yer alan, M.Ö. 2000’li yılların Küçük Asyası’nın kudretli devleti Hitit İmparatorluğu dilinin arşiv kayıtları dışında artık yaşamadığını belirtmekte, Sorbon Üniversitesi lisaniyât profesörlerinden, Joseph Vendryes’in “La Mort des langues” başlıklı ilmî konferansının neşriyatına dayalı olarak dillerin ölüm sebeplerini sıralamaktadır. Danişmend, 1965 yılının Haziranı’nda Türk Yurdu’nun İstanbul’un Fethi ve Fâtih özel sayısında, “Zavallı Fâtih” başlıklı bir yazı yazmıştır. Bu yazı bir tenkit yazısıdır. İsmail Hami’yi bu makaleyi kaleme almaya, Emekli Amiral Tevfik İnci’nin Dünya Gazetesi’nin 27 Eylül 1960 tarihli nüshasının ikinci sayfasında yayımladığı “Tarihin Konuşması” başlıklı yazısı zorlamıştır. İnci’nin “İstanbul’un fethini sağlayan devlet ve ordu büyüklerimizin isimlerini, sanki hâfızamızı kaybetmişiz gibi unutarak, İstanbul’un fethinde büyük şeref payını on sekiz yaşındaki bir çocuğa, İkinci Mehmed’e mâl ederiz” … “Fethin beş yüzüncü yıl dönümünde işin esas cephesini âdetâ unutarak, hemen hemen irticâî mâhiyette Fâtih’i alkışlamaya, Atatürk’ün memleketten kovduğu hânedandan birinin İstanbul’a heykelini bile dikmeye kalkışmıştık. Şükür ki, böyle bir sarhoşluktan çabuk ayıldık” ifadelerini alıntıladıktan sonra, önce Fatih’in İstanbul’u fethettiğinde 18 yaşında değil 22 yaşının içinde olduğunu kaynaklarla cevap vermiş, sonra da keskin ifadelerle, İstanbul’un fetih sürecini anlatmıştır. 1965 yılının Aralık sayısında da “Rus Bolşevizminden Evvelki Fransız Komünizmi” adlı makalesinde, komünizmin Avrupa’da garptan şarka doğru bir cereyan takip ettiğini, ilk temsilcisinin Fransız Babeuf (1760-1789), daha sonra 19 yüzyılda yine Fransız Cabet (1788-1856) ve Alman Karl Marx (1818-1883), 20. yüzyılda da Rus Lenin (1870-1924) olduğunu anlatmaktadır[. 1966 Şubatında “Eski Türk Rengi”ni yani Orta Asya döneminde Türklerin kumral renkte olduğu savını ispatlamaya çalışmıştır. Mart 1966’da ise “Çin menbalarına göre eski Türk tipi”nin “sarı ırktan” olmayışını yazı konusu yapmıştır. İsmail Hami’nin yaşadığı dönemin ideolojik gelişmelerinden etkilenmiş olduğu, yazdıkları bir süre takip edildiğinde, net bir biçimde görülmektedir. Nitekim bu durum onun Nisan 1966’da “Osmanlıların İlk Devrindeki Komünizm Hareketleri” başlıklı yazısına yansımıştır. İsmail Hami, söz konusu dönemde Türkiye’deki sol akımların propagandasına kapılıp, 1402 Ankara Savaşı bunalımının ortaya çıkardığı Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’i Osmanlı’da ilk komünist, onun ayaklanmasını bir komünist ihtilâl olarak nitelemiştir. Türk Yurdu’nun 1966 yılı Ağustos sayısı Kanunî Sultan Süleyman özel sayısı niteliğindedir. İsmail Hami, Türk Yurdu’nun bu sayısında jübileyi “Kanunî Kimdir?” başlıklı makalesiyle yapmıştır. Yazıda Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhteşem Süleyman” yanları ön plana çıkarılarak, Türk Yurdu’nun okuyucusuna hitap edilmişti.
İsmail Hami Danişmend, Osmanlı Devleti’nin son yarım asrı ile Cumhuriyetin ilk yarım asrı içinde yaşamış olduğu 78 yıllık hayatında 31 kitap, Türk Yurdu, Minber, Memleket, İrade-i Milliye ve Ulus başta olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yüzlerle ifade edebilecek makale yazmıştır. Bu yönüyle bakıldığında, velud bir yazardır denilebilir. Yazdıkları incelendiğinde de, Osmanlı’dan Cumhuriyet devrine geçiş sürecini yaşayan pek çok aydında görülen, çatışmacı bir ruh halinin de sahibi olarak görünmektedir. İstanbul’da Minber ve Memleket gazetelerinde yazdıklarında “istiklâl-i tâmm”ı savunurken, Sivas Kongresi’nde bazı konularda Amerikan mandacılığını desteklemiştir. İsmail Hami, bilgi ürettiği tarih, fikir, edebiyat, dilbilim, lügat ve tercüme alanlarında Doğu ve Batı literatürlerine hâkim görünmekle birlikte, daha çok ideolojik yönüyle ön plana çıkmıştır. Bu durum hem kitaplarına hem de makalelerine yansımıştır. Dahası Cumhuriyetin ilk çeyrek asrında bir ara kabul gören “Güneş-Dil teorisi” tarih tezini benimseyip bu amaçla kitaplar ve makaleler üretmiştir. Yine İsmail Hami, yaşadığı dönem itibariyle son iki yüzyılın baskın medeniyeti olan Batı kültür ve medeniyetine karşı Doğu kültür ve medeniyetinin üstünlüklerini veya Batı medeniyetine Doğu medeniyetinin katkılarını anlatma mücadelesi vermiş görünmektedir. Tarihçiliği zihniyet itibariyle Türkçü, yöntembilim olarak gelenekçidir. Bununla birlikte İsmail Hami, hem yazdıklarıyla hem de evinde tertiplediği irfan sohbetleriyle bir millî kültür adamı olmuştur. Kitaplarının yeniden basılmasının, Minber, Memleket, İrade-i Milliye, Ulus, Cumhuriyet, Milliyet, Aile ve Türk Yurdu gibi çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış makalelerinin toplanıp Türk okuyucusuna sunulmasının faydalı olacağı düşünülmektedir.
Kaynaklar :
* Türk Yurdu Dergisi (sayı 281,2011), Doç Dr., Mustafa Alkan, Adnan Gül,Gazi Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
* TDV Ansiklopedisi cilt: 08; sayfa: 467
..
..
ŞİİRLERİNDEN :
İsmail Hami Danişmend – Kıt’alar
*
Bir kâsedür alev dolu gönlüm yana yana
Men ta senün yanında dahi hasretem sana
Yaşlar dökende söndüremez âteşimi su
Sunsan elünle kanumu içsem kana kana
*
Olsandı sen sema, olsandı sen hava
Alsamdı men seni dem dem nefes nefes
Olsandı sen zaman olsamdı ben mekân
Eflâki dolduran bir aşk olurdu bes
*
Pâyin sadası gelse de sen hiç gelmesen
Men dinlesem kıyamete dek, vuslat istemem
Bulsam izinle semtini, ol semte irmesem
Aşsam zamanı hasretin encamı gelmeden
*
Bir gül olaydı gönlüm canan koparmağ üzre
Bir bûy olurdu canım bir an o parmağ üzre
Bir dastan içinde âfâk-ı dehri dutmuş
Bir ism olaydı cismim canana varmağ üzre
*
Canan içimdedir nitekim can içimdedir
Vuslatla hasretin yeri hep bir biçimdedir
Neş’eyle hüznü fasledebilmek ne haddime
Hicran içimde vasi ile bir hoş geçimdedir
*
Hasret biterse ömr ile vuslat mıdır ölüm
Fâni bekayı neyleye mabadi hecr ise
Hicran cehenneminde çözülmez bu kördüğüm.
Ey gözlerinde cennet-i âlâyı gördüğüm.
*
Aslı Yok Bir Hayaldir Cânân
*
Aslı yok bir hayaldir cânân,
Şeklü, rengi muhâldır cânân!
Bulamazsın cihânı devr etsen:
Bir görünmez cemaldir cânân!
*
Râbia Hâtun Şiirleri
Pâyın sadâsı gelse de sen hiç gelmesen
Men dinlesem kıyamete dek, vuslat istemem!
Bulsam izinle semtini, ol semte irmesem
Aşsam zamanı hasretin encâmı gelmeden
*
Aslı yok bir hayâldir cânân
Şekl-ü-reng-î muhâldir cânân!
Bulamazsın cihânı devr etsen.
Bir görünmez cemâldir cânân!
*
Olsandı sen semâ, olsandı sen havâ,
Alsamdı men senî dem dem, nefes nefes!
Olsandı sen zaman, olsamdı men mekân,
Eflâki dolduran bir aşk olurdu bes!
*
Bir kâsedir alav dolu gönlüm, yanâ yanâ
Men tâ senün yanunda dahî hasretem sanâ!
Yaşlar dökende söndüremez âteşimi sû:
Sunsan elünle kaanumu içsem kanâ kanâ!
*
Bir bâde olsa, lezzeti sevdâya benzese;
Bil dilber olsa, hasreti sahbâya benzese;
Hicrân visâle tarziyye hissiyle yüz sürüp
Demler çekince bülbül-i şeydâya benzese!
*
Bin mevsimi var, âlem-i dil başka bir âlem
Bülbül gibi güller de o âlemde dem çeker
Batmaz güneş, olmaz gece, geçmez dem-i vuslat
Deryâsı da kevser gibidir; gıbta eder cem!
*
Cânân olaydı cânım, hicran muhâl olurdu;
Lafz-î firâka hattâ makber meâl olurdu!
Sahbâ olaydı hûnumi bulmazdı dilde yer gam:
Endîşe, gussa kalmaz, mihnet hayâl olurdu!
*
Bir şekl ü rengi olsa zamanım senin gibi,
Gökler de dolsa hiss ile nâzik tenin gibi,
Hulyâ hakîkat olsa, hakîkat de olmasa,
Hılkat olurdu şimdi senin mahzenin gibi.
*
Görseydi nâr-ı aşkı, dûzah hicâb ederdi!
Encâm-ı vaslı bilse, hasret itâb ederdi!
Hicrân ilinde bulduk envâ’-ı zevk u şevki:
Bilseydi bâğ-ı hecrî, vuslat şitâb ederdi!
*
Cânân içinde yoksa eğer, cennet istemem!
Dûzahta varsa vuslat eğer, rahmet istemem!
Yârın hayâli müşfik ise kalb-i yârdan
Âlemde bir dakîka dahî vuslet istemem!
*
Hoşem bir şöyle hasretten ki senden
Uzaklaştıkça yaklaşmaktayım ben!
Bu halvethânenin yok başka vârı:
Zaman sendin, mekân sensin, havâ sen!
*
Câm-î kaderden içtik sahbây-ı hüsn-ü-aşkı,
Olmaz akîdemizce hüsn île âşk farkı;
Sırr-î vusûle erdik hicran tarîkatinde:
Bir cam içinde oldû hecrin visâle garkı!
*
Güllerde nolâ şuûr olaydı,
Sen özleyü özlerin yolaydı!
Elvânda olaydı hiss-i hasret:
Rengin düşünüp cihan solaydı!
*
Tâ’yini güç gelir bana rûhî cihâtımın:
Cânanda ilm-i hey’eti iç kâinatımın!
Hem fecre, hem de zulmet-i yeldâya benziyor:
Sonsuz gözünde rengini gördüm hayâtımın!
*
Gül âşık olup bülbüle feryâd ediverse,
Bülbül onu ihmâl ile berbâd ediverse;
Dünyâ dönerek tersine şark eylese garbı,
Cânân bize hasret çekerek yâd ediverse!
*
Hicrân visâli sevse de öğrense hasreti,
Cânân firâki tatsa da fark etse firkati,
Bir hâet olsa her kese bildirse kendini,
İnsan bulurdu belki şu varlıkta lezzeti.
*
Bin vasla bedel sâniye-i hasret ü hecrin:
Ondan geliyor rengi şu gönlümdeki fecrin!
Söndürme yanan âteş-i hicrânı içimde:
Yakmak şu yanık kalbi senin en büyük ecrin!
*
Sana bilmem niçün, nasıl her an
Bütün insanlar olmuyor kurban?
Senden evvel niçün, nasıl yaşamış,
Sonra yâhut nasıl yaşar bu cihan?
*
Bir nûr aradım gözlerinin rengine benzer;
Bir reng aradım levn-i leb-î tengine benzer:
Gönlüm hep o hulyâ ile devr etti cihâtı;
Bir ses aradım dildeki âhengine benzer!
*
Bir gün gelecek yer yine mevcûd olacaktır;
Gökler yine sonsuz gibi mahdûd olacaktır;
Bir şey yalınız eksilecek nazm-ı cihandan:
Aşkım gibi hüsnün dahi mefkuud olacaktır!
*
Bûy-i gül bir peyâmdır andan,
Dem-i bülbül selâmdır andan;
Yüreğin sîne içre dem çekişi!
Bir nihânî kelâmdır andan!
*
Mahşerde cemâlinle denir cümle mübeşşer:
Rabbim bana sen gibi hüsnünü cânan gibi göster!
*
Hasret biterse ömr ile vuslat mıdır ölüm?
Fâni bekaayı neyliye mâ-ba’d-ı hecr ise!
Hicran cehenneminde çözülmez bu kördüğüm,
Ey gözlerinde cennet-i-a’lâyı gördüğüm,
*
Cânân içimdedir, nitekim cân içimdedir:
Vuslatla hasretin yeri hep bir biçimdedir!
Neş’eyle hüznü fasl edebilmek ne haddime:
Hicrân içimde vasl ile bir hoş geçimdedir!
*
Mağrıbda gün doğaydı irca’ içün zamanı:
Taltîf ederdi ol dem cânân gelüp mekânı!
Muğdan gelür peyâmı bir böyle inkılâbın:
Gördükçe anca gördüm câmımda çün cihânı!
*
Rûz-i ezelde oldum cânâna bend u bende:
Hasret çekerdi rûhum dünyâda görmeden de!
Te’siri var mı bilmemşekliyle rengini hiç
Âteşlenirken aşkım her lahza cân u tende!
*
Olaydı kâş iki gönlüm, tahammül eyler idim
Biriyle hecrine, diğer biriyle vuslatına!
*
Vehm itme kim kudûmunu cür’etle gözlerim;
Ancak senün hayâlini hasretle özlerim!
*
Sönseydi bir nefeste güneş, bir nefeste ay,
Bir bâd esüp de encüm ineydi alay alay;
Zulmet sileydi cümleten eşkâl-i âlemi:
Ancak olaydı gün gibi zâhir o kaaşı yay.
*
Hicrân tarîkı ancak yol mâverâ-yı aşka:
Cânan konağı başka, canlar durağı başka!
Deryâ sığarsa deste, hasret sığar visâle:
Ders aldık ol cihetten biz başlayınca meşka!
*
Nakz et ki va’d vaslına yandıkça men yanam,
Âteş görende âb-ı hayât ancadır sanam!
Kâfî değil ebed seni andıkça anmağa:
Bir mâvera-yı vakt ola kim men doyup kanam!
*
Zmân ummanı etikçe tebahhur,
Gönül bin aşk u şevk eyler tahattur;
Amansız bir zamanın pençesinde
Zamansız bir mekân eyler tasavvur.
*
Tutsam hayâl-i yâri nigâhımla bağlasam,
Her göz yaşımda aksini gördükçe ağlasam!
Yeldâ-yı hecre belki ziyâ-bahş olur diyû
Aşk âteşiyle hâtır-ı cânâna dağlasam!
*
Bir ses içimde kalmış, cânân unuttu zâhir!
Benzer sabâya gönlüm, nakl-i sadâya kaadir!
Cânan sesinde mâ’nâ bir fazla muhtevâ kim
Yeksan ne denlü olsâ ihsân u kahra dâir!
*
Sen gülce bilirsin, ne diyor dinle şu güller!
Kulkul dediler hep şu kadehlerdeki müller:
Gül, mül sana soy sop gibi dert anlatır ammâ
Bir bilmediğin dil konuşur gamlı gönüller!
*
Yıldızların ziyası sadâdır sesin gibi,
Bir sesle aydın et dili kim mahbesin gibi!
Salkımlarında nûr olup âvâzı kubbenin
Dolsun ko semt-i cânıma da’vet-resin gibi!
*
Bir gül olaydı gönlüm cânân koparmağ üzre,
Bir bûy olurdu cânım bir an o parmağ üzre!
Bir dâstân içinde âfâk-ı dehri dutmuş
Bir ism olaydı cismim canana varmağ üzre!
*
Baktım semâya vecd ile, cânâna benziyor!
Sonsuz süren uzaklığı hicrâna benziyor!
Esdikçe bâd ufuklara gâh inliyor gibi
Eflâki mest eden ney-i yezdân’a benziyor
*
Kâş-ey gün üzre sûret-i cânân olaydı, kâş!
Çeşmân-ı çarh o sûrete hayrân olaydı kâş!
Yetmez dü çeşm avâlim-i hüsnün gözetmeye,
Nev’-i beşerde bir nice çeşmân olaydı kâş!
*
Gün doğmayub da olsa cihân tâ-ebed karâ,
Âteş sönüb de bilmese âlem nedir ziyâ,
Gözler unutsa mahşer-i elvânı haşre dek:
Gîdâr-ı yâriaydın eder dil yanâ yanâ!
*
Esseydi hüsnü yârin göklerde nefha nefha,
Ol bâd-ı hüsnü gözler görseydi levha levha:
Hayrân olub da hicrân i’lân-ı aşk ederdi,
Bir dâstân olurdu ezberde safha safha!