İsmail Kara: İlahiyat çevrelerinin ‘Halk İslamı’na yaklaşımı problemli

Karar Gazetesi, iki cilt halinde yayımlanan ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’ kitabında yer verdiği tespitler üzerine Prof. İsmail Kara ile bir mülâkat gerçekleştirdi.

*****

Bu mülâkat, Karar Gazetesi’nin 19 Ekim 2017 târihli nüshasından alınmıştır

Modern eğitim süreçlerinden geçmiş İslâmcıların ve İlahiyat, Diyanet çevrelerinin ‘halk İslamı’nı, müslümanlığı tenkitçi bir bakış açısıyla ele alışları kitabın neredeyse tamamında karşımıza çıkan vurgulu bir konu. Bu nedir ve niçin bu kadar önemlidir?

Önemli bir mesele bu. Biraz yeni İslâm ve din yorumlarıyla, biraz da modernleşme hadisesiyle alakalı. Bütün tarih boyunca diyelim ki ulema sınıfı ile yani doğrudan üst düzeyde din eğitimi almış ve ihtisaslaşmış insanlarla halktan Müslümanlar arasında bir fark ve mesafe olagelmiştir. Fakat bunun muhtevadan ziyade derece farkı meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu da normaldir. Onun için ulemanın, meselâ Birgivi’nin eğitimli insanlara hitaben yazdığı kitaplardaki din anlatımıyla, önceliklerle, hatta kurgu ile halk için yazdığı kitaplardaki anlatımı, kurgusu farklıdır. Bugünün mantalitesiyle bunu anlamak kolay olmadığı için bazı akademisyenler halk için yazdıklarının ona ait olamayacağını bile iddia etmeye kalkmıştır.

Modern dönemde fark ve mesafe derece farkı olmaktan çıkıyor, kategorik bir ayrım veya katı muhteva farklılığına dönüşüyor. Halk Müslümanlığı, cemaat ve tarikatlar, onların din anlayışı, dini yaşama biçimleri adeta din dışı kabul ediliyor, hurafe ve batıl inanca indirgeniyor, hatta kabir-türbe ziyaret kültürü başta olmak üzere bazı dini tutumları şirkle eşitleniyor. Dikkat çektiğim bir husus daha var, aktivist ve entelektüalist İslâmcılar bu noktada Cumhuriyet ideolojine ve modernist projeye hayli yaklaşıyor. Gerçek İslâm ve kaynaklara dayanan Müslümanlık edebiyatı bu enteresan yakınlaşmanın üstünü örtüyor.

İslâmî hassasiyeti ve dinî öncelikleri olan kişilerin ve grupların, dinî ilimlerle uğraşanların büyük dindar kalabalıkla aralarında bu kadar köklü ve kategorik mesafenin, ayrılığın olması bence hayra alamet değil. Müslüman toplumdan, büyük kalabalıktan din anlayışı merkezli olarak kopuyorsunuz. Bunun anlaşılması ve tartışılması lazım. Elbette eşitlenmesi değil.

 

Kitabınızın laiklik bölümünde bunlara da temas ediyorsunuz. Laiklik dindarla nüfuz için içerden gizli yollar mı buldu?

Bazı yollar bulduğunda bence şüphe yok, bu yolları giderek genişlettiğinde de… Zorluk ve belki bazı bakımlardan imkân şurada; laikliğin açtığı bazı yolları mütedeyyin insanlar, İslâmcılar kendi yolları olarak görüyor hatta bazan bunları laikliğe karşı kazanılmış zaferler gibi kabul ediyorlar. Buralarda işin felsefi tarafıyla fiiliyatı arasında bazı boşluklar var.

Dindar halkın siyasi merkeze ve aydınlara karşı tutumu ne oldu peki?

Dindar halk tabiri Türkiye’de nerede ise herkesi içine alan bir tabir. Elhamdülillah Müslümanım diyenden şeriat istiyorum diyene kadar herkesi içine alır ve kime sorsanız kendisini dindar kabul eder. Laikim diyenler de dahil. Yakın senelerde, hususen 28 Şubattan sonra hem Atatürkçülükten hem de Müslümanlıktan vaz geçmeyen eğitimli insanlar da oluştu. Bunu görmek ve anlamaya çalışmak lazım. Farkı belirtmek için mütedeyyin veya İslâmi endişe sahibi mi demek lazım acaba?

Mütedeyyin halkın dini alanda belki biraz da insiyaki olarak aydınlardan daha esnek, daha imkânlı ve daha ısrarlı bir tutum takındığını söyleyebiliriz. Bir defa herhalükârda dini hayatını önemsemiş ve bunu sürdürmenin yollarını aramıştır. Bir şekilde bulmuştur da… Devletle din merkezli bir çatışmaya girmek dindar Türk halkında yoktur, modern eğitim süreçlerinden geçmiş genç nesilde bu tür temayüllerin oluşması da tarihi çok gerilere gitmeyen bir hadisedir. Onun için dindar büyük kitle etraftan dolaşmayı, kapalı kapıların önünü terketmemeyi denemiş ve sabırla burada başarı sağlamıştır. Cemaat ve tarikatların bir taraftan itaatkâr, devlete bağlı diğer taraftan mütedeyyin insanlar yetiştirmekteki çaba ve başarıları da belki bu çerçevede daha kolay anlaşılabilir.

Ama halk esas itibariyle kurucu değil takip edicidir, bir miktar da koruyucu ve sürdürücüdür. Halbuki yeni şartlarda ve kriz dönemlerinde kurucu kafalara ve cesur çabalara, yorumlara, muktedir icracılara ihtiyaç var. Bu da ilim adamlarına, aydınlara, belki bir miktar siyasi elitlere düşen bir şey.

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi ile Cumhuriyet dönemindeki modernleşme farklıydı çünkü din-modernlik dikotomisi farklıydı diyorsunuz. Farkı neydi?

Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerinin iddiası İslâmlaşma ile modernleşme arasında doğru bir ilişki kurmaktı. Bu iddia İslâm dünyasının diğer büyük coğrafyalarında da var. Bence bunun ana sebebi devleti ve dini kurtarmak için modernleşme süreçlerini kabul edip benimsemeye çalışmaları idi. Dini kurtarmayacak, dinle uzlaşmayacak bir modernleşme anlamsız bir şeydi. Bu fikrin mantıki kurgusunda ve felsefi muhtevasında ciddi problemler var ama vakıa bu. Cumhuriyet ideolojisi 1924’ten sonra bunu terkediyor. Dinle modernleşme arasında esas itibariyle zıtlık ilişkisi görüyor. Dini alan irtica oluyor, gericilik oluyor. Bunun tahribatı çok yönlü ve çok yüksek.

Hem cemaat ve tarikat yapıları hem de Diyanet üzerinde müstakil bölümler var kitabınızda. Bugünkü Diyanet’le cemaatler ve tarikatlar arasındaki ilişkileri, dalgalanmaları nasıl okuyorsunuz?

Mühim ve çok taraflı bir konu bu. Bir iki hususa temas edebiliriz: Diyanet kuruluş fikri ve din anlayışı itibariyle cemaat ve tarikatlara uzaktır, mesafelidir. Onları büyük ölçüde bidat, hurafe ve batıl inançlara bulanmış ve İslâmdan uzaklaşmış halde görür. Onların din anlayışlarını, yaşama üsluplarını değiştirip dönüştürmeyi kendine vazife kabul eder. Fakat onları aynı zamanda kendi çatısı altında tutmak ister, tutar. Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca birçok şeyh ve cemaat yahut tarikat mensubu Diyanet’e bağlı din adamı, memur olarak çalışmıştır, bugün de çalışmaktadır. Cemaat ve tarikatlar da Diyanet’in din anlayışını benimsemez ama onun çatısı altında yer almak hatta oraya nüfuz etmek ister. Karşılıklı ve gerilimli bir münasebettir bu.

12 Eylül darbesinden sonra bu çizgide ciddi bir değişiklik oldu, Diyanet muhtemelen siyasi merkezin talepleri ve programları istikametinde cemaat ve tarikatlarla doğrudan ve resmen münasebetler kurmaya başladı, giderek bu münasebetler gelişti. Cemaat ve tarikatlar da buna sıcak baktı. Zaten iki taraf için de perhizkâr da olsa bir zemini vardı bunun. Fakat son hadiseler bu münasebetleri köklü bir değişikliğe ve tahribata uğrattı. Muhtemelen çift taraflı olarak yeni çerçeveler çizilecek, yeni münasebet biçimleri geliştirilecek.

Kitabınızın ana bölümlerinden biri de din eğitimi. Bir tür Tevhid-i Tedrisat değerlendirmesi… Kendi yetiştiğiniz, hocalık yaptığınız kurumları da soğukkanlılıkla ve sert sayılabilecek şekilde tenkit ediyorsunuz. Bugün itibariyle meselelerin kısmen aşıldığını, çözüldüğünü düşünüyor musunuz?

Neye, hangi seviyeye çözüm dediğinize bağlı. Elbette iyileşen taraflar var. 1950’lerden bu yana eğitimin demokratikleşmesi, vatan sathına yayılması ve fırsat eşitliğinin sağlanması ile eğitimin muhteva ve kalitesinin yükseltilmesini bir arada götürmeyi başaramadık. İyi işleyen, ikide bir müdahale edilmeyen bir “milli eğitim” sistemi kuramadık maalesef. Din eğitimi de bunun bir parçası. Fakat ilave problemleri var. En başta olanı bence Türkiye’de 1924’ten beri teknik manasıyla, dünyada bilindiği şekliyle bir din eğitiminin olmayışıdır. Bunu gizleyerek, örterek bence yol alamayız. Türkiye’de olan laik bir eğitim sistemi içinde din eğitimidir. Bunun Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değil. En üstteki bu problemden başlayarak din eğitimini, din eğitimi veren kurumları, bunların kurucu fikirlerini ve yapılarını masaya yatırmak soğukkanlılıkla, cesaretle tartışmak lazım. Tenkit ve müzakereden uzağız maalesef. Tenkidi saldırı ve karalama olarak almak alışkanlıklarımız da var. Halbuki tenkit ele alınan meseleyi bütün kuvvet ve zaaflarıyla tartışarak bir yukarıya çıkarmak demektir. Kitapta bunu bir miktar yapıyorum.

DARBE DİNİ ALANI DİZAYN EDİYOR

Darbelerle dinî canlanmalar, cemaat ve tarikatların yükselişi ve İslâmcılık hareketleri arasında müsbet ilişki olduğunu söyleyen tek kişi sizsiniz herhalde. İkinci ciltte de “Cami, Kışla, Siyaset-Darbeler Sonrası Din-Siyaset İlişkileri” başlıklı müstakil ve uzun bir kısım var…

Yakın dönem Türkiye tarihinde darbeler büyük değişim ve dönüşüm noktalarına da işaret ediyor. Dini meseleler için de durum böyle. Benim farklı olarak işaret ettiğim husus şu: Askeri müdahalelerle sadece dini alanı kontrol altına almak, sınırlandırmak, dejenere etmek meseleleri gündeme gelmiyor, aynı zamanda hangi dini hareketlerin ve düşüncelerin, kurumların, siyasi ve kültürel dini grupların, kişilerin desteklenip önlerinin açılacağı da tartışılıyor ve bununla irtibatlı uygulamalar yapılıyor. Bu ikinci kısma yeteri kadar bakmıyoruz. Halbuki bu da çok önemli.

Yakında yeni bir kitabınızı görecek miyiz?

Kasım ayında inşallah hacimli bir kitabım çıkacak. Onu yayınevine teslim ettim. Adı Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak. Aslında Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri kitabının bir tür devamı. Yeni büyük makalelerin gözden geçirilmiş hallerinden oluşuyor. Arada daha önce yayınlanmış iki kitabı gözden geçirdikten sonra İslâmcıların Siyasî Görüşleri’nin ikinci cildini bitirmeye çalışacağım. Sırada başkaları da var.

———————————————-

Kaynak:

http://www.karar.com/gorusler/ismail-kara-ilahiyat-cevrelerinin-halk-islamina-yaklasimi-problemli-631754

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen