Bu laf benim gençliğimde sık kullanılırdı, milletlerarası bir mesele tartışılacağı zaman. Ne gibi? Aynen “keen lem yekûn” gibi, “sanki yok gibi, yok hükmünde” deyimi gibi. “Mukabele-yi bi’l misl” en yalın haliyle misillemeyle karşılık vermek, karşılaştığı aynı muameleyi sahibine iade etmek, o kimseye aynı muameleyi yapmak anlamına gelir. Aslında gerek bireysel ve gerek toplumsal davranış biçiminde önemli bir hareket tarzıdır. Bireysel ilişkiler bakımından aynıyla karşılık vermek, yani tokat atana tokatla cevap vermek demektir. Hani son yıllarda çokça lafı edilen, “orantısız güç” olgusuna nasıl alışıldıysa “orantılı güç kullanımı” anlamına gelen, anlamlı, güzel unutulmaması gereken terimlerden biridir, “Mukabele-yi bi’l misl”. Uluslararası alanda ise devlet olarak karşılaşılan herhangi bir tasarrufa ya da muameleye karşı aynı ölçüde karşılık vermek demektir. Hukuk terimi olarak misilleme, bir devletin, kendisine karşı bir başka devletçe uluslararası hukuka aykırı olmayan ancak çıkarlarını zedeleyen eylemlerine aynı biçimde karşılık verilmesidir. “Mukabele-yi bi’l misl” klasik İslâm hukuk literatüründe kavram olarak sadece devletler arası ilişkilerde değil, özel hukukta ve kamu hukukunun diğer dallarında da geniş bir kapsam ve kullanıma sahip olmuştur. Bakıldığında “Mukābele bi’l-misl”in kökleri çok eski tarihlere kadar uzanmaktadır. Hammurabi kanunlarında (md. 196-200) bu konuda düzenlemeler olduğu gibi eski Yunanlılar ve Arapların da “mukābele bi’l-misl”i bildiklerini yazıtlar göstermektedir. Bu uygulama Hz. Mûsâ şeriatında ve daha sonra Kur’an’da da yer almıştır (1) Barış zamanının hukuksal bir zeminde devam eden faaliyetlerinde genel olarak bu durum üç şekilde kendini göstermektedir:
1- Bir devletin daha önce meydana gelen bir hak ihlaline karşı hukuka aykırı bir muameleye başvurmasıdır. ABD-Türkiye ilişkilerinde tarihinin en gergin günlerinin geçmesine neden olan ve iki ülkeyi karşılıklı yaptırımlar uygulama noktasına getiren Andrew Brunson krizi, maalesef ABD’li Evanjelist rahibin serbest bırakılmasıyla, Türkiye’nin geri adım atmasına neden olmuştur.
2- Bir devletin hukuka aykırılık söz konusu değilken, kendi çıkarlarını ihlal eden eyleme, benzer bir biçimde karşılık vermesidir. Türkiye’nin sınır ötesi harekatlarının çıkış noktasında bu bakış açısı sıkça kullanılmaktadır. Gerek Suriye gerek Irak kendi sınırları içerisindeki hem fiziki güvenlik hem de emniyet önlemlerini etkili bir biçimde tesis edemedikleri cihetle Birleşmiş Milletler (BM) Kuruluş Antlaşmasının ünlü 51’inci maddesi gereğince Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından sınır ötesi harekatlar icra edilmektedir. PeKaKa/KCK/YPG ve diğer terörist unsurları etkisiz hale getirerek; Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinden halkımıza ve güvenlik güçlerimize yönelik terör saldırılarını bertaraf etmek ve hudut güvenliğini sağlamak, terörü kaynağında yok etmek maksadıyla; BM Kuruluş Antlaşması’nın 51’inci maddesinden doğan meşru müdafaa haklarımız doğrultusunda, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde bulunan ve teröristler tarafından ülkemize saldırılarda üs olarak kullanılan bölgelere örneğin Pençe-Kılıç ve Pençe Kilit operasyonları bu şekilde icra edilmiş, edilmektedir ve aynı koşullar Suriye ve Irak tarafından sağlanmadığında da gelecekte de aynen icra edilecektir.
3- Bir devletin başka bir devletin kendi vatandaşlarına uyguladığı muamelenin aynısını, o devletin vatandaşlarına uygulamasıdır. Hatırlanacağı üzere, yakın zamanda ABD ile yaşanan vize sorununda bu durum, ABD tarafından vize başvurularını durdurma kararı Türkiye tarafından da benzer şekilde bir aksülamel olarak gerçekleşmiştir. Ancak kuşkusuz bu durumun etkinliği tartışılabilir.
Müteveffa Prof. Dr. Seha Meray milletlerarası münasebetlerde güçlülük üzerine konuşurken mutlaka bu yalın ifadeyi kullanır ve de: “Eğer güçlü bir devlet isen misliyle mukabele edeceksin” derdi. Yani bu ifadeyi çok daha fevkinde söylerdi, sevgili okurlar, doğrusu da budur. Ne demektir bu? Aynısıyla mukabele etmek değil, misliyle mukabele etmek demektir. Bu durum, güçlü olmanın alana yansıması ve önemli bir parametresidir. Onun bu ifadesi doğrudan barış zamanında “Silâhlı Mukābele bi’l-misl (retorsion, retortion) uygulamasının ortaya konulmasıdır ki, bu durum günümüzde de sıkça karıştırılmaktadır. (1) Misilleme gerek uygulamanın tabiatı gerekse hukuk kuralına aykırılık açısından bundan tamamen farklı olup, silâhlı kuvvet kullanmaya ve dolayısıyla hukuka aykırılığa dayanmamaktadır.
Bütün bunları neden bu kadar ayrıntılı bir biçimde ortaya koymaya çalışıyorum, sevgili okurlar. Bunca yıl sonra deneyimlerime ve yaşadıklarıma dayanarak, özellikle Ortadoğu’da devlet ya da devlet dışı aktör olarak ayakta kalabilmenin, eline etkili kâğıt alabilmenin en önemli ayırt edici özelliklerinden biri olduğu için, söylüyorum. Eğer olaylar barış zamanında “Silâhlı Mukabele-yi bi’l misl” olarak bir tırmanma ya da bir eskalasyon dönemini açmışsa yapılması gereken “Misliyle Mukabele Etmek”tir.
Uluslararası İlişkilerde “Misliyle Mukabele Etme” kararları son derece önemlidir. En başından meseleyi bütün çıplaklığıyla ortaya koyalım, hemen hemen bütün ilişkiler “Mütekabiliyet” esasına dayanır. En salt anlamıyla devletin başka bir devletin kendi ülkesinin kararlarına ve eylemlerine misli ile yanıt vermesidir. Hatırlı bir devlet olmanın ön koşulu budur. Uluslararası ilişkiler bilindiği gibi hiç durmayan kesintisiz devam eden bir faaliyetler bütünüdür. Bu esas gerginlik dönemleri dahil bir eylemin savuşturulması değil, yapılan her türlü eyleme karşı misliyle mukabele edilmesini içermektedir.
Bütün bunları ortaya atmamın nedeni teo-politik bir olgu olarak Mesih’i bekleyen İsrail’in, Mehdi’yi bekleyen İran’a karşı başlattığı “Silâhlı Mukabele-yi bi’l misl” bir rezonatik harekât olgusudur. İsrail, adeta 1 Nisan şakası gibi Şam’daki İran’ın Büyükelçilik yerleşkesini hedef almasıdır. Başbakan Netanyahu’nun İran toprağı sayılan bir lokasyona saldırmaya hava kadar, su kadar ihtiyacı olduğu malumdur. İsrail tarafından Suriye’deki İran büyükelçiliğine düzenlediği hava saldırısında İslam Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü’nün üst düzey komutanlarından Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi olmak üzere üç İslam Devrim Muhafızları Ordusu generali ile İran Silahlı Kuvvetlerine mensup üst düzey dört subayın Şam’daki kendi diplomatik misyonunda öldürülmesi, başka bir şey söylemeye gerek yok, uluslararası zeminde doğrudan bir savaş nedenidir. Bu nedenle Âli Rehber (Dini Lider) Ayetullah Hamaney, bir keskin nişancı tüfeğine dayanarak saldırıdan önce Cuma hutbesinde İsrail’in “cezalandırılacağını” ve “bu suçtan pişmanlık duyacağını” söylerken, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ise saldırının “cevapsız kalmayacağını” söylemiştir. 13 Nisan akşamına kadar İran’ın İsrail’e saldıracağı ihbarını yapan ABD istihbarat birimleri tıpkı RF’nın Ukrayna’ya müdahalesi gibi saldırısı hakkında İsrail’in dikkatini çekmeye çalışmıştır.
Gerçekten de beklenen olmuş ve İran 13/14 Nisan 2024 gecesi onlarca dron ve balistik füze ile İsrail ana karasına saldırmıştır. Her ne kadar bu saldırıda İran’ın etkinliğinin %99’unun önlendiği açıklanmakla birlikte ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’taki Ağratur ve Dikelya üssünden kalkan hava önleme uçaklarıyla ve bölgedeki askeri üs/noktalarının göndermiş olduğu dronlarla İsrail’in Demir Kubbe hava savunma sistemine yardımcı olduğu anlaşılmıştır. İran bu saldırıda daha çok kamikaze dron sistemlerini ve seyir füzelerini kullanmıştır. Önce İran topraklarından 170 adet kamikaze dron, saatte 180 km yol alacak şekilde yola çıkarılmış, İran İsrail arasındaki mesafenin 1500 km olduğu dikkate alınırsa bu dronların İsrail’e ulaşması altı-yedi saatten daha fazla sürmesine karşın (2) İsrail sadece beklemekle yetinmiş, İran’a karşı esnek mukabele etmede tereddüt etmiştir. Öte yandan İran da “Attığı taş ürküttüğü kurbağaya değmedi!” diye düşünülen İran’ın yapmış olduğu “Silâhlı Mukabele-yi bi’l misl” şeklindeki kısa süren saldırısını yeterli görmüştür. İran saldırısı, Netanyahu’nun koltuğunu koruyabilmesi ve iç kamuoyunu konsolide etmesi için bulunmaz bir fırsat sunmuş mudur? Kuşkusuz evet. Ama çoluk çocuk demeden 33. 000’den fazla Gazze’liyi hunharca öldüren Siyonist İşgalcilerin ahlaksızlığı o denli zirve yapmıştır ki hemen mağduriyet zırhına bürünerek BMGK ’yı acil toplantıya bile çağırmıştır.
Bütün bunlar devam ederken, özellikle Atom Enerjisi Kurumu tarafından yapılan açıklama dünya kamuoyunda dikkat çekmiş, yapılacak saldırıların her iki tarafın nükleer tesislerine yapılmaması özellikle ve önemle istenilmiştir. Şüphesiz bu durumda İsrail’in hem Irak hem de İran’ı hedef alan saldırıları anımsatılmıştır. Bunlardan birincisi “Opera Operasyonu”dur. 1981 yılında İsrail Hava Kuvvetleri tarafından, Irak’a ait Osirak nükleer deneme reaktörünün imhasına yönelik gerçekleştirilen hava saldırısıdır. Yapılan bu saldırı sonrası Osirak reaktörü tamamen imha edilmiştir. Yine burada da başrolde Büyük Karıştıran Fransa’nın olduğunu, Irak’ın 1970’lerde Fransa ile yürüttüğü enerji ve askeri alanlara taşınmış olduğunu belirtelim. İkincisi ise doğrudan İran’a yapılan ve Natanz nükleer tesisini hedefleyen 11 Nisan 2021 tarihindeki saldırısıdır. İran bu tesiste Atom Enerjisi Kurumu kayıtlarına da girdiği gibi uranyum zenginleştirme faaliyetini yürütmektedir. Anımsanılacak olursa o tarihteki İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, yer altındaki Natanz nükleer tesisine yönelik saldırının intikamının alınacağını söylediği gibi “sabotaj” dedikleri olayla ilgili olarak İsrail’i doğrudan suçlamıştır. Tesiste önce bir enerji kesintisi olduğu bildirilmiş daha sonra İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi bunun bir “nükleer terör eylemi” olduğunu söyleyerek uluslararası toplumu göreve çağırmıştır. ABD istihbarat kaynakları da New York Times gazetesi, meydana gelen büyük bir patlamanın, yeraltındaki tesisin içindeki santrifüjlere enerji sağlayan sistemi tamamen imha ettiğini belirtmiştir.
Bu tarihten üç yıl bir hafta sonra 19 Nisan 2024 tarihinde saat 03.30’da gerçekten de İran’ın orta kesimindeki İsfahan kenti yakınlarındaki nükleer tesislere ev sahipliği yapan 8. Ana Jet Üssüne insansız hava araçlarıyla saldırısı olmuştur. Her iki saldırının da İsrail anakarasından ziyade İran’ın içinden MOSSAD tarafından düzenlenen bir siber saldırı olduğu bulgularını kuvvetlendirmiştir.
Oysa yapılması gereken “Esnek Mukabele” doktrininin eyleme sokulmasıdır. Bilindiği üzere ABD Soğuk Savaş sırasında 1957 yılına kadar Avrupa’yı ve İsrail’i savunma stratejisi “Kitlesel Karşılık” doktrini kapsamında yürütülmüştür. Kitlesel Karşılık öğretisi bir Sovyet saldırısına mukabil bütün Sovyet ve Çin kitlesel merkezlerini nükleer silahlarla yok edilmesine dayanmaktaydı. ABD’nin J.F.Kennedy döneminde ise bu öğreti bir başka doktrine evrilmiştir. Daha doğru bir deyişle “SSCB bize hangi silahlarla saldırırsa biz de onlara aynı silahlarla saldırırız” mantığıyla geliştirilen “Esnek Mukabele” bir savunma stratejisi benimsenmiştir. Truman doktrini kapsamında Marshall Planı uygulamalarıyla Sovyetlere coğrafi olarak yakın bulunan ülkelere yakınlaşan ABD, bu devletlerin de içinde bulundukları NATO, CENTO ve SEATO’yu kurarak Varşova Paktı ülkelerine karşı bir “çevreleme politikası” (containment policy)izlemiştir. Bu öğreti kapsamında NATO ve CENTO ülkelerine nükleer başlıklar yerleştirilerek SSCB’yi doğrudan vurma imkanına sahip olunmuştur. Kitlesel Karşılık stratejisi yerine ikame edilen Esnek Mukabele stratejisiyle dost ülkelere herhangi bir saldırı olursa bu hangi silahla olursa olsun, ABD nükleer silahla karşılık verilmesi olgusu kabul edilmiştir.
Oysa İsrail ve İran arasında tırmanma sürecinde yapılan ise bir rezonatik saldırı teatisinden başka bir şey değildir. NATO’nun esnek mukabele sisteminden son derece uzaktır, iyi ki de uzaktır. Bu da ABD’nin mega güç konumundan uzaklaştığının açık bir kanıtıdır sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) İslam Ansiklopedisi MUKĀBELE bi’l-MİSL, مقابلة بالمثل ; https://islamansiklopedisi.org.tr/mukabele-bil-misl/ Erişim Tarihi 21 Nisan 2023/
(2) Yusuf Alabarda, “İran’ın İsrail’e Saldırısından Alınan Dersler”, World of Türkiye, 16 Nisan 2024; https://www.worldofturkiye.com/author/yusufalabarda/yusuf-alabarda-16-nisan-2024-iranin-israile-saldirisindan-alinan-dersler/ Erişim Tarihi 21 Nisan 2023/