En sonunda söyleyeceğimizi, baştan söyleyelim; iyiliği, yalnızca bizi mutlu edeceği için yapmalı. Yoksa, bu dünyâda ya da öbür tarafta ödül almak için değil. Karşılığını bekleyerek iyilik yapmak, bir nevi ticârettir, iyilik değil.
Bu mânâda, günümüz Müslümanlarının İslâm’ın asıl mesajını ne ölçüde “olması gerektiği gibi” anladığı; İslâm’ın men ettiği tavır ve eylemlerin Müslümanlar tarafından zaman içerisinde nasıl/niçin İslâmî âkide hâlinde algılanmaya başlandığı vb. konular üzerine daha fazla zihin yormak gerektiği inancındayım.
Oysa, pek çok konuda olduğu gibi, dînî konuları anlamaya çalışırken de birey/toplum psikolojisi, sosyoloji, târihî ve kültürel etkenler gibi –bireyin ve toplumun düşünce ve eylem tarzının oluşmasına etki eden– sâikleri umûmiyetle ihmâl ediyoruz.
Konuyu biraz açmaya çalışalım;
XVI. Yüzyıldan sonra toplumsal yapıyı etkileyen paradigmalarda önemli değişiklikler oldu. Örneğin, insanlık târihinin başlangıcından XVI. Yüzyılın sonlarına kadar, üretimin başat faktörleri emek ve toprak idi. Yâni, iktisatçıların yaygın söyleyişi ile, daha fazla buğday üretebilmeniz için, daha fazla toprağa ve daha fazla emeğe ihtiyâcınız vardı. Oysa, bunları artırma imkânı yoktu. Üstelik, emek sâhipleri, o günün şartlarında, bir çalışma gününde ancak kendilerinin ve/veyâ âilelerinin geçimini sağlayabilecek kadar değer üretebilmekteydiler. Dolayısıyla, örneğin el tezgâhında daha fazla kumaş üretebilmek için –hak ettiği ücreti vermek kaydıyla– işçi çalıştırdığınızda, buradan ek gelir elde edebilmeniz pek mümkûn değildi. Çünkü, kişinin ürettiği kumaşın değeri kadar ücret vermek zorundaydınız. Üstelik, o günün şartlarında, kişi, sizin için çalışmak yerine, o tezgâhı kendisi edinebilir ve doğrudan kendisi için çalışabilirdi. Bu durumda, çalıştırdığınız işçinin üzerinden kazanç sağlayabilmeniz, ancak onu köle olarak ya da emeğini sömürecek derecede (yâni, kendisinin ve âilesinin geçimini sağlamasına yetmeyecek ölçüde) ücret vermeniz hâlinde mümkûn olabilirdi.
Kezâ, toprak da sınırlıydı. Bu durumda, toprağın mülkiyeti kimde ise, o, gelir sağlamak bakımından avantajlı konuma geçiyordu. Fakat, toprağı işleyebilmesi için de, ya düşük ücretle işçi çalıştırmalı yâhut da köle çalıştırmalıydı. Kısacası, o dönemde, çok kazanmanın yolu başkalarını sömürmekten geçiyordu. Nitekim, Türkler dışındaki bütün toplumlar “sınıflı” bir yapıya sâhipti; üretim araçlarına sâhip olanlar (efendiler), efendileri için karın tokluğuna üretim yapanlar ve bir de yardımcı/ara sınıflar (askerler, memurlar, din adamları, tâcirler vs.). Toplumun büyük bir kesimi tarafından üretilen zenginliğin sayıca küçük bir azınlığın uhdesinde toplanmasına imkân veren bu adâletsiz toplum düzenini ayakta tutabilmek, sürdürülebilirliğini sağlamak için de, bu yapıyı meşrû kılacak anlayışlar geliştirilmişti. Örneğin, Batı’da, İsa’nın öğretisi “sana vurana, diğer yüzünü çevir, karşı koyma” anlayışı topluma zerkedilerek, güçlülere ve zâlimlere karşı koymaya çalışılmaması topluma öğütlenirken, Doğu’da da “kişiyi pasifize eden, yokluğu nimet bilen, her türlü güçlüğe ve baskıya boyun eğmeyi, sabır ve tahammül göstermeyi erdem sayan” din/ahlâk anlayışları öne çıkarılıyordu. Konfüçyüs’den Buda’ya kadar, bütün “büyük öğreticiler”, “yokluğa, acıya, kötü muameleye karşı sabırlı olmayı, dayanmayı” öğütlüyorlardı. Dünyâ nimetlerine sırtını dönmeyi erdem sayan bu anlayış, sömürüye dayalı bir toplum düzeninin –hoşnut olmasa bile– toplum tarafından kabullenilmesine uygun zemin hazırlıyor, sistemin –umûmiyetle bir dış baskı olmadan– kendisini sorgulamasını/değiştirmesini hemen hemen imkânsız kılıyordu.
İslâm, getirdiği kâidelerle, bu sömürü düzenine karşı çıktı. Mevcut toplumsal yapıyı bir anda değiştiremeyeceği için de tedricî bir yöntem benimsedi. Meselâ, köleliği doğrudan yasaklamadı ama, orta-uzun dönemde köleliğin kendiliğinden sona ermesini sağlayacak kâideleri topluma öğütlüyordu; yediğini yedireceksin, giydiğini giydireceksin; çalışanın hakkını alnının teri kurumadan (yâni, vaktinde) vereceksin, gibi…
Peygamber-i Zîşân Efendimizin irtihallerinden sonra, Arap toplumundaki “köleci/sınıflı” anlayış, bu defa “İslâmî bir görünüşle” tekrar zuhur etti. Günümüzde “selefilik” olarak adlandırılan ve “kaderciliği, biatı” esas alan, akıl/irâde/ahlâk/şahsiyet/sorumluluk gibi kavramları redddeden anlayışın ortaya çıkış sebebi, hattızâtında İslâm’ın varlık sebebi olan “hak ve sorumlulukları bakımından eşit insanlardan mürekkep” bir toplum yapısının yerine, eskiden olduğu gibi “köleci/sınıflı” yapıyı tekrar inşâ girişiminden başka bir şey değildir.
XVI. yüzyıldan sonra, burada tafsilâtına girmeyeceğimiz pek çok sâikin tesiriyle, sanayileşme öncesi dönemin sosyo-ekonomik yapısını belirleyen paradigmalar değişmeye başladı. XVIII. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde, bilim ve teknolojide sağlanan ilerlemelerin de büyük katkısıyla, yeni bir dönem başladı; üretimde, emek ve toprağın öneminin azaldığı, buna karşılık bilgi-teknoloji, teşebbüs kabiliyeti gibi faktörlerin öne çıktığı yeni bir döneme girildi. Artık, üretimi artırmak için emek ve toprağa olan bağımlılık azalmıştı. Fakat bu durum, daha âdil bir dünyâ düzeni kurulmasını sağlamadı, tam tersine sömürünün daha da şiddetlenmesine yol açtı. Binlerce yıl süren önceki dönemde, sömürüye engel olan bir düzen kurulamasa da, onu sınırlayan ve aşağılayan bir anlayış, üretimin sürdürülebilmesi için insana duyulan şiddetli ihtiyaçtan da güç alarak, “sömürünün katlanılabilir” seviyelerde tutulmasını sağlamaya çalışıyor; Doğu’da “siyasetnâmeler”, Batı da ise -sonu umûmiyetle ‘konuşmalar’ diye biten- ahlâkî metinler, güçlüleri daha âdil olmaya çağırıyor, bu çağrıya uyanların ise Tanrı tarafından ödüllendirileceğini müjdeleyerek, sistemsel olarak engel olunamayan sömürünün şiddetini azaltmaya odaklanıyordu.
Fakat, Batı’da, yeni paradigmaların kamçıladığı kazanç hırsı, pek çok faktörün etkisiyle, “din”in toplumsal hayattaki rolünün/etkisinin sınırlanması, onun yerine “tanrısız bir bilimin ikâme edilmesi” sonucunu doğurduğundan, yeni dönemde kendisine yaşama şansı elde etmek isteyen din de dönüşüme uğramış (yâhut uğratılmış) ve geçmişin “iyilik yapanın Tanrı tarafından öbür dünyâda ödüllendirileceği” anlayışının, yerini “Tanrı’nın, seçilmiş kullarını bu dünyâda da ödüllendireceği; güçlü olmanın, Tanrı’nın seçilmiş kulu olmanın en büyük belirtisi/müjdesi olduğu” anlayışına bırakmasıyla, önceki döneme rahmet okutacak şiddette yeni bir sömürü düzeni inşâ edilmişti.
Ancak, her zaman olduğu gibi, yeni dönemin güçlüleri de, zaman içerisinde, “iyilik yaparak vicdanlarını teskin etme” düşüncesini hayata geçirmekte gecikmediler. Dikkat edilmelidir; kimsenin kimseye tahakkûm etmesine izin vermeyen, sömürüyü tamâmiyle ortadan kaldırmayı amaçlayan, nimetlerin ve külfetlerin bireyler/toplumlar arasında adilâne bir şekilde dağıtılmasını esas alan” yeni bir sistem inşâ etme arayışı değildir bu. Aksine, insanın yaradılışında var olan, Tanrı tarafından ona verilmiş olan “vicdânı” teskin etme ve sömürüyü sürdürülebilir kılma çabasıdır.
Batı’da, görünüşte sömürü düzenine son verme iddiasında olan sistem önerilerinin hiç birisi, bu amacına ulaşmadı. “Tepkisel” nitelikli olan bu öneriler, sömürüye izin vermeyen, “adâlet ve hakkaniyeti esas alan” sürdürülebilir bir nizam önerisi olmaktan çok, karşı çıkılan sistemin aksaklıklarını açıklamaya odaklanıyordu. Nitekim, kapitalist sistemi yıkarak, sömürüye son verme iddiasında olan sosyalist/komünist rejimlerde, sömürü ortadan kalkmadı, yalnızca sömürenler kimlik/sıfat değiştirdi. Ve, ortadan kaldırmaya çalıştığı sistemin yerine, toplumsal zenginliğin, bireylerin/toplumların ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde artırılmasını, ve bu artan değerin âdil ve hakkaniyetli bir şekilde bölüşülmesini temin eden etkin ve verimli bir sistem kurulamadığı için, sürdürülebilir değildi. Bu yüzden, bir asır bile ayakta kalamadı.
Önceki dönemde “iyilik”, Tanrı’nın rızâsını kazanmanın ve öldükten sonraki ebedî hayatta sonsuza kadar kalabileceği cennetten kendisine yer kapmanın yolu olarak görülürken, yeni dönemde artık buna ihtiyaç kalmamıştı. Kişi, bu dünyâda gücü elde ettiğinde, cenneti garantilediğini de anlamış oluyordu. Bu durumda, güçsüz/muhtaç olmak, Tanrı tarafından lânetlenmiş olmanın kanıtı sayıldığından, güçsüzlere/muhtaçlara yardım etmek, Tanrının irâdesine karşı gelmek olarak niteleniyordu.
Ancak, insanın iç sesinin (vicdan) yanısıra, akıl ve çıkar ilişkisi, sözkonusu anlayışta gedik açmakta gecikmedi. Yeni dönemde, daha fazla kazanmak için sürekli daha fazla üretmek gerekiyordu. Ancak, satın alacak kişiler olmaz ise, bu üretimi yapmak da mümkûn olamazdı. O hâlde, toplumun satınalma gücünün belirli bir düzeyde tutulmasına ihtiyaç vardı. Böylelikle, sistem, ayakta tutulabilmesi için bir miktar revize edildi, bâzı imkânlara sâhip olmak bakımından toplumsal ortalamanın altında kalanlara, muhtelif yöntemlerle destek olunması, sistemin bekası, sisteme yönelik eleştirilerin ve çökertmeye yönelik eylemlerin engellenmesi bakımından elzem görüldü. Bu çerçevede, bireysel yardım çabaları da, sistemin devâmını sağlayacak çabalar olması münâsebetiyle, desteklendi, övüldü. Fakat, yine dikkat edilmelidir; bu defa da, “Tanrı’nın rızâsını kazanma” ve “cennetten yer kapma” amacının yerini “bizatihi sömürünün sebebi olan sistemi ayakta tutma, sistemin inkırazı sonucunu doğurabilecek nitelikte gelişmelere meydan vermeme” amacı almıştı. Yâni, yine, “hiçbir karşılığı olmaksızın, bizâtihi varlığın kendisine duyulan saygı ve sevgiden kaynaklanan” bir çaba sözkonusu değildi.
Bu dönemde, Müslümanlarda, hiçbir zihniyet dönüşümü meydâna gelmedi. Onlar, her şeyleriyle, sanayileşme/modernleşme öncesi dönemde kalmışlardı. Bu yüzden de, zihin yapıları, o döneme ilişkin sorunlar ve o döneme ilişkin çözüm önerilerinin sürekli yinelenmesinin dışında, her türlü zihinsel faâliyete son vermişti. Sorunun farkında değilseniz yâhut varlığını kabûl etmiyorsanız, çözüm arayışına girmeniz de gerekmez. Bu durumda, olguları merkeze alarak düşünmek/eylemek yerine, olguları zihninizdeki değerlere uygun şekilde açıklama, olguları dönüştürme çabasına girişirsiniz ki, en azından son beş asırda -istisnâlar dışında- Müslüman toplumların yaptığı bundan başka bir şey değildir.
Köleci/sömürücü anlayışın din kisvesine bürünerek iktidarı yeniden ele geçirmesiyle birlikte, bu durumun sürdürülebilir kılınmasını sağlayan kaderci, biati esas alan, ‘akıl, irâde, şahsiyet, ahlâk, bireysel sorumluluk, çalışmanın önemi gibi” kavramları bilinçli olarak öteleyen bir zihniyet bilinçli olarak yaygınlaştırılmaya ve hâkîm kılınmaya çalışıldı. Böyle bir ortamda bilimsel gelişmenin sağlanabilmesi kabil olmadığından, insanın içinde bulunduğu durumu sorgulamasını, yeni arayışlara girmesini, belki de sisteme başkaldırmasını sağlama istidâdı olan her türlü gelişme/yenilik, bu çerçevede felsefe tekfir edildiğinden, sürekli “eskiyi göklere çıkaran”, “söylenmesi gereken ne varsa, eskiden söylenmiş olduğunu, artık yeni söze ihtiyaç kalmadığını, yapılması gerekenin eskiden yapılanları/söylenenleri öğrenmekten, ezberlemekten, uygulamaktan ibâret olduğunu” kabûl eden, bireye/topluma bu anlayışı dayatan, bu durumu kendi mevcudiyetini devâm ettirmenin yegâne yolu olarak gören anlayışın tabii sonucu olarak, ortalama bir Müslüman, yaşadığı çağın imkân ve ihtiyaçları ile yaşamak durumunda kaldığı hayâtın sınırları/kabulleri arasındaki farkın kendisine yaşattığı sıkıntılar karşısında, “bu dünyâda çektiği çilelerin, işlediği günahların kefâreti olacağı; ebedî hayâta kavuştuğunda, bu geçici âlemde çektiği zorlukların karşılığının “mütenâsiben” kendisine Tanrı tarafından verileceğini” düşünerek rahatlıyor, dayanma gücü kazanıyordu.
Hayâtın sürekli değişim/dönüşüm hâlindeki dinamizmiyle bağdaşmayan bu anlayışın, Müslüman bireye, sürekli değişen şartlar karşısında yeni arayışlar içerisine girmesine ve medeniyetinin ana ilkelerinden hareketle, mevcut ve muhtemel sorunlara yeni çözümler geliştirmeye çalışmasına izin vermesi; böyle bir çabayı gerekli ve mâkûl görmesi, desteklemesi beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu. Başta Batı âlemi olmak üzere, dünyânın geri kalan kısmı, “mutlak iyi ve mutlak kötü” olarak nitelendirilemeyecek biçimde sürekli değişim/dönüşüm hâlinde olmasına karşılık, Müslüman dünyâsının kahir ekseriyeti, yaklaşık beş asırdan buyana, vahim bir “donmuşluk” girdabına teslim oldu.
Bu dönemde, tabiatıyla, değişmeyen şeylerden birisi de “niçin iyilik yapmalıyım” sorusuna verilecek cevaptı. Adâlet ve hakkaniyetin hâkîm olmadığı bir toplumsal yapıda, “iyilik” yapmak, bireyin “hiç kimsenin himmetine ihtiyaç duymadan” hayâtını sürdürmesine imkân sağlayan, mevcut sistemin adaletsizliğinden kaynaklanan haksızlıkları kalıcı olarak ortadan kaldırmayı amaçlayan bir toplumsal nizam kurma çabasına girişmek yerine, “imkânı olmayanlar” karşısındaki vicdânî rahatsızlığını bir nebze olsun gidermenin ve bunun karşılığında, en azından “öbür dünyâda” Tanrı tarafından “altından ırmaklar akan cennetler” ve “hizmete amâde olarak bekleyen huriler” ile ödüllendirilme beklentisinin karşılığı olarak kaldı.
Belirtmeden geçmek olmaz; toplumsal yapının (yönetim, denetim, üretim, bölüşüm vb. mekanizmalar), bireyin ve toplumun değişen imkân ve ihtiyaçları sebebiyle sürekli mâhiyet değiştiren taleplerini karşılayabilecek bir yapıya kavuşturulamaması, meselâ fert başına millî gelirin hâlde yâhut öngörülebilir bir gelecekte mâkûl ve tatmin edici bir seviyeye ve artış seyrine kavuşturulamaması durumunda, bireyler ve toplumsal kesimler arasındaki adâletsizlikler sürekli artacağı için, bireysel yardım/iyilik girişimlerinin, vicdânları bir ölçüde rahatlatmanın dışında, toplumsal refahın artması anlamında “küllî” bir sonucunun olabilmesi de kabil değildir.
Batı’nın ve Doğu’nun en eski zamanlarından itibâren, dînî ve ahlâkî metinler, adâletsiz bir yapının sonsuza kadar sürdürülemeyeceğini söyler bize. Bu durumu matematiksel olarak da kanıtlamak mümkûndür. Karşılıklı olarak ürettikleri ürünleri kullanan, sermâyeleri ve kâr oranları birbirine eşit iki kişiden müteşekkil bir toplum düşünelim. Bu kişiler arasındaki alış-veriş, şartlarda değişme olmadığı takdirde, kesintiye uğramadan sonsuza kadar sürdürülebilir. Aynı toplumda, sermâye ve kâr oranları ve/veyâ üretimin miktar ve kalitesini etkileyen diğer bâzı farklılıklar sözkonusu olduğunda, bir müddet sonra taraflardan birisi bütün varlığını kaybedecek, alış-veriş sonlanacaktır. Bu durumda, artık üretimi/ticâreti sürdürmek kabil olmayacağı için, kazanmış gibi görünen taraf da aslında kaybetmiş olacaktır. Nitekim, yaklaşık beş asırdan buyana dünyânın büyük bir kısmını sömürge konumuna getiren, başka toplumlara ait zenginlikleri açık ya da örtülü yöntemlerle sömürmenin yollarını bulan Batı Medeniyeti, bütün bu maddî zenginliğine rağmen, mutlu ve huzurlu olmadığı gibi, sürekli güç kaybına uğramakta, güç kaybını önlemek için yapılan mücâdeleler (İki Dünyâ Savaşını da bu minválde hatırlamak gerekir), insanlığın daha büyük acılar çekmesine sebebiyet vermektedir. Bütün zenginliği, yâni kaynakları kendinizde topladığınızda, üretiminizi satın alacak tarafın bu imkânını da ortadan kaldırmış olmaktasınız.
Gerçek hayatta, imkân ve kabiliyetlerin hiçbir zaman eşit olması sözkonusu olmasa da, hakkaniyeti esas alan bir toplum düzeni sözkonusu olduğunda, toplumsal ilişkilerin ve üretimin ahenkli ve herkese yarar sağlayacak bir şekilde sürdürülebilmesi için, imkân ve kabiliyetlerin (Ör. Üretim faktörlerinin) toplum içinde mümkûn mertebe âdil bir şekilde dağıtılmasını, gerektiğinde zayıf olan taraflara, verimsizliğe ve kaynak israfına yol açmayacak şekilde yardım yapılmasını temin eden ilke, kural ve kurumlar ihdas edilebilir.
Günümüz Batı Dünyâsı, sorunun özünü oluşturan medeniyet değerlerini değiştirme yönünde bir gayretin içinde olmasa da, aydınlanma dönemi sonrasında bilim ve ahlâk anlayışında husûle gelen köklü değişikliklerin yardımıyla, yaşanan sorunlar sebebiyle, sistem sürekli olarak içeriden sorgulanmakta, eleştiriye tâbi tutulmaktadır. Bu durum, soruna henüz kalıcı çözüm bulunamasa da, Batı Medeniyetine, canlılık ve yaşama gücü kazandırmaktadır.
Müslüman toplumlar ise, muhtelif sâiklerin tesiriyle, yüzyıllar öncesinde “durağanlaşmış” olan medeniyetlerini, kendisini var eden ilkelerin yeniden hayata tatbik edilmesini sağlayacak şekilde güncellemek (medeniyet tasavvuru) için herhangi bir çaba içerisinde değildirler.
Dolayısıyla, günümüzün “değer üretemeyen”, huzur ve refah beklentisini öte dünyâya bırakmayan âdil ve sürdürülebilir bir düzen inşâı düşüncesinin idrâk edilmesini ve bu düşüncenin eyleme dönüşmesini sağlayacak zihniyet dönüşümünü gerçekleştiremeyen, böylesine köklü bir dönüşümden hayli uzak olan Müslüman toplumlar, sürekli altında harlı ateş yanan bir düdüklü tencereyi andırmaktadır. Mevcut anlayışlarda direnmeye devâm edildiği takdirde, sonuç pek hayırlı olmayacaktır.
***
Türkler, “Türk” adı ile târih sahnesine çıktıkları ilk zamanlardan itibâren, diğer bütün toplumlardan farklı bir yol izlediler. İçinde yaşadıkları çağın icaplarına göre, üretim araçlarının mülkiyeti konusunda öylesine düzenlemeler yaptılar ki, toplumda en iyi durumda olan/lar ile en zor durumda olan/lar arasındaki farkın mâşeri vicdânı rahatsız edecek boyutlara ulaşmasına meydan vermedikleri gibi, toplumun bir kesiminin diğer kesimleri üzerine tahakküm kurması sonucunu doğuracak, toplumsal huzuru tehdit edecek gelişmelere de izin vermediler. Bu yönüyle Türk/Türklük, egemenlik alanında bulunan bütün bireylerin/toplulukların “hak ve yükümlülükler bakımından” hür ve eşit olduğu, nimetlerin ve külfetlerin toplum kesimleri ve bireyler arasında âdil ve hakkaniyet esasları çerçevesine paylaşıldığı bir sistemi inşâ edilmesini hedefleyen ve kısaca “töre” adı verilen bir değerler manzumesini benimseyen, bu değerler sistemini inşâ etmeyi ve bütün yeryüzünde hâkîm kılmayı kendisine şiâr edinen insanlardan oluşan topluluğun umûmî adı oldu.
Yerleşik hayâta geçmeden önceki dönemde, toplumun baskın iktisâdî meşguliyet sahası, tabii olarak, hayvancılıktı. Ve, bu iktisâdî yapıda, başat üretim faktörü, geniş otlaklardı. Devlet, otlakların mülkiyetini kendi tekeline alarak, bireyler arasında adâletsiz bir dağıtıma izin vermedi. Çalışmak/üretmek isteyen her birey, mâkûl ölçüler içerisinde kendisine tahsis edilen arazide üretim yapabilir, âilesinin geçimini -başka kimsenin yardım ve desteğine ihtiyaç duymadan- sağlayabilirdi. İhtiyaç duyduğu diğer üretim araçları (damızlık hayvan, tohum vs.), gerektiğinde kendisine sağlanmaktaydı. Devlet aynı zamanda, temeli adâlet ve huzurun sağlanması olan bu düzenin inşâından ve sürdürülmesinden mesuldü. Buna karşılık, birey de, devletin devamlılığı için kamusal yükümlülüklerini (askerlik yapmak, vergi vermek, kamu düzenine uymak, devletin egemenlik haklarını zedeleyen faaliyetlerden uzak durmak vs.) yerine getirmek ile mükellef idi. Yalnız bireyler değil, Kağan dâhil, Devlet yönetiminde vazife alan görevliler de, toplumsal düzenin sürdürülmesini sağlayan ve “töre” adı verilen kurallara uymakla yükümlüydüler. Töre’ye uyma konusunda, Kağan ile kara budundan (halk) kişi arasında herhangi bir farklılık yoktu. Devlet, aynı zamanda, kamu düzenini korumak, iç ve dış tehditlere karşı bireyin/toplumun güvenliğini sağlamakla yükümlü idi. Bir anlamda, hak ve yükümlülükler bağlamında, devlet ile toplum/birey arasında sanki yazılı olmayan bir “sözleşme” sözkonusuydu. Jean-Jacques Rousseau’nun XVIII. asırda siyâset bilimi literatürüne kazandıracağı “toplum sözleşmesi” kavramının, daha İsâ’nın doğumundan önceki çağlarda Türkler tarafından hayâta geçirildiğini söylemek yanlış olmaz.
Yerleşik hayâta geçtikten sonra, bahsedilen toplumsal düzende, mâhiyeti itibâriyle, çok önemli bir değişiklik olmadı. Yalnızca, belirli mekanizmalar değiştirildi, tabii olarak. Yerleşik düzende, ekip-dikme işleminin yapıldığı arazi daha fazla önem kazanmıştı. Ve bu araziler, tarımsal üretimi gerçekleştiren bireyler/âileler arasında, zamânın ihtiyaçlarına uygun şekilde dağıtılmıştır. Arazi büyüklükleri, toprağın verimliliği, iklim, sulama imkânları, bölgede yetiştirilebilen ürünler vb. faktörler de dikkate alınarak, âilenin geçimini sağlamasına imkân verecek şekilde belirlenmekteydi. Dolayısıyla, hiç kimse, başkasının tarlasında “boğaz tokluğuna” çalışmak zorunluluğunda değildi. Mehmet GENÇ Hocamızın tespitlerine göre, devlet denetiminin zaafa uğradığı dönemler hâricinde, Osmanlı Türkiye’sinde, toplumun en zengin kesimi ile en fakîr kesimi arasındaki gelir farkı 7 mislini geçmiyordu. Bu fark, günümüzde, gelirin en âdil dağıldığına inanılan toplumlarda bile en az çift hâneli rakamlarla ifâde edilebilmektedir[i]. Türk Medeniyetinin zirve noktasını teşkîl eden Osmanlı Türkiye’sinde, eğitim, sağlık vb. kamu hizmetleri ile, herhangi bir sebeple yardıma ihtiyaç duyar hâle gelmiş olan kişilerin temel ihtiyaçları ise, bireyler ve devlet tarafından tesis edilmiş müesseseler (vakıflar, devlet kurumları) tarafından karşılanmaktaydı. Sistemin temel gâyesi, “kimsenin kimseye muhtaç olmadığı, her kesin şeref ve izzetiyle, kendi çalışmasının karşılığını alarak hayâtını idâme ettirdiği” bir toplum nizâmının tesis edilmesiydi. Böyle bir nizamda, devletin zaafa düştüğü dönemler hâriç, bireyler ve toplumsal kesimler arasında olağandışı servet farklılıklarına izin verilmediğinden, “bireysel olarak” kimsenin kimseye yardım etmesine de ihtiyaç kalmıyordu. Üstelik, bireysel yardımlar, umûmiyetle, “yardım alan” ile “yardım edenin” birbirini tanıyamayacağı bir şekilde yapılıyordu. Zîrâ, kimse kimseye minnet duymamalı ve mihnet de çekmemeliydi. Zenginliğin asıl sâhibi Allah idi, yardım edenin görevi ise, Cenâb-ı Hakk’ın sağladığı imkânları kullanarak bu yardım ameliyesine aracılık etmekten ibâret idi. Önemli olan, iyi insan olmak ve gönül yapmaktı. Yardımın gizli olması ve sürekliliğin sağlanması konusunun kurumlaşma yoluyla güvenceye alınması, sistemi kuranların ruh asaletinin yanısıra, dînî yorumlama biçimlerinin de bir göstergesiydi.
Dinin özünün, asıl amacının “iyi insan olmayı” gerektirdiğini kabûl eden bu din yorumu, “kimsenin kimseye muhtaç olmayacağı, nimetlerin ve külfetlerin bireyler/toplum kesimleri arasında adilâne bir şekilde paylaşılmasına imkân veren bir nizam” kurmayı da kendisi için vazife sayıyordu.
Karşıt sistemlerin yukarıda özetlenen toplumsal düzen anlayışından en önemli farkı, köleci/sömürgeci sistemlerin, toplumun geniş kesiminin hâkîm zümrenin tasallutu altında bulunmasını “düzenin bekası için” zorunlu görmesi; “yardım/iyilik” konusunu ise, sisteme yönelebilecek tehditlerin şiddetinin azaltılmasını ve sistemin sürdürülebilir kalmasını sağlayacak bir emniyet mekanizması olarak değerlendirmesidir. “Tanrının rızâsının kazanılması” ise, işin “bonus” kısmını oluşturmaktadır.
Türkler için en hazin gelişme şu oldu; “adâlet ve hakkaniyeti esas alan, sömürüyü men eden” sistemlerini XVI. Yüzyıldan itibâren önce yavaş yavaş, sanayi inkılâbından sonra ise hızla sosyo-ekonomik düzende husûle gelen değişimlere yöndeş biçimde güncellemeyi başaramadılar. Sistemleri “sermaye temerküzüne” izin vermediğinden, sanayi inkılabının en önemli gereklerinden birisi olan “sermâye birikimi” de oluşturulamadı. Hâl böyle olunca, rakip medeniyetin giderek sıklaşan ve şiddetini artıran hamleleri/saldırıları karşısında, sürekli daha fazla kaynak harcamak durumunda kaldılar. Üstelik, rakip taraf, aynı zamanda, adâlet ve hakkaniyetin sağlanması gibi bir endişeden kendisini muaf addederek, bilim ve teknolojideki gelişmelerin kendisine sağladığı imkânların da yardımıyla, gücünü ve etki alanını artırırken, aksine gelişmelerin etkisiyle Türkler, önce her ne pahasına olursa olsun sistemlerini savunmak cehdi ile ölümüne savaştılar, sonra da sistemlerinden şüphe etmeye başladılar.
Günümüzde -Türkler için- “medeniyet buhranı” olarak niteleyebileceğimiz husus, günümüzün hâkîm medeniyet anlayışı olan ve insanlığa huzur ve barış getirmediği hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde âşikár olan Batı Medeniyeti’ne teslim olmayı hazmedememekle birlikte, başta bilim, teknoloji, iktisâdî gelişme, toplumsal refah vb. konular olmak üzere, rakip medeniyetin hamlelerine cevap teşkîl edebilecek, günümüz insanının mevcut/muhtemel ihtiyaçlarını kendi medeniyetinin (yâni, Türk Medeniyeti’nin) en bâriz vasfı olan “sömürüye, adaletsizliğe, hakkaniyetsizliğe meydan vermeme” ilkelerine bağlı olarak çözümlemeyi/karşılamayı başaran bir toplum düzeninin tesis edilmesini sağlayacak “medeniyet güncellemesinin (medeniyet tasavvuru)” hâlâ daha gerçekleştirilememiş olmasıdır.
***
Gelinen noktada, diğer İslâm toplumlarının, -Batı Medeniyeti’ne yönelik tepkisel nitelikteki- güdük sayılabilecek fikir hareketleri bir yana bırakılırsa, artık bir medeniyet dâvâlarının olduğundan bahsedebilmek mümkûn görünmemektedir.
Bahsekonu ülkelerin; bu mânâda, hâkim zümrenin iktidarının devâmını sağlamayı başat amaç kabûl eden -şiddeti/derecesi değişmekle birlikte- “baskıcı” olarak nitelendirilmesinde mahzur görmediğimiz, hukûk güvenliği, demokrasi ve insan hakları gibi kavramları kendisi için mesele etmeyen, hattâ bu kavramların hayâta geçirilmesine yönelik çabaları sistemin bekası bakımından tehlikeli addeden bir siyâsî-toplumsal düzenin cenderesi altında kıvrandıklarını ve mensubu olmakla iftihar ettiklerini iddia ettikleri İslâm Dîninin özünden giderek uzaklaşmaları sonucunu doğuran bir süreç içerisinde olduklarını söylemek durumundayız.
Türk Milleti için asıl tehlike ise; egemenliği altındaki bütün toplumların barış, huzur ve refah içerisinde yaşatılmasını esas alan, hak ve yükümlülükler ile nimet ve külfetlerin bireyler ve toplum kesimleri arasında adâlet ve hakkaniyet çerçevesinde paylaşılmasını hedefleyen din/medeniyet anlayışının yerini, “selefilik” olarak adlandırılan ve bahsedilen değerlerin tam aksi yönde bir anlayışı benimseyen din/medeniyet yorumunun -muhtelif sâiklerin yardımıyla- toplumda etkisini giderek ve hızla artırıyor olmasıdır.
***
Ezcümle, iyilik, yalnızca “iyi” olduğu için, böyle yaptığımızda bizi mutlu edeceği için yapılmalıdır. İyiliği, bu amaçla ve gizlice (yardım eden ile yardım alanın birbirini tanımayacağı şekilde) yapmak, harikûlâde asil bir davranıştır.
Velev ki Allah rızâsını kazanmak için dahi olsa, karşılık bekleyerek yapılan iyiliğin gerçekten iyilik olup olmadığı ise, tartışmaya açıktır.
Hiçbir karşılık beklemeden, yalnızca mutluluk sâikiyle iyilik yapabilmek, insanın kemâl derecesiyle de ilişkili olup, bütün insanların doğuştan bu hasleti edinebilmeleri beklenemez. Bu ruh yüceliğine erişmek, insan-ı kâmil olabilmek, uzun, zahmetli, yorucu bir ruh eğitiminin sonunda kazanılabilecek bir erdemdir.
Şu kadar ki, insanın iyilik anlayışı, toplumda geçerli olan din ve ahlâk anlayışı ile de yakından ilişkilidir. Sömürüyü/tahakkümü tabii gören, insanların yardımlaşmasını, sistemin devamlılığı açısından yardımcı unsur olarak telâkki eden bir sistemde, “gönül yapmayı şiâr edinen” bir anlayışın neşvünemâ bulması pek kolay değildir.
Fakat, bunların hepsinden daha önemlisi, kimsenin kimseye tahakküm etmesine izin ve fırsat vermeyen, herkesin -yardıma muhtaç olmaksızın- kendi izzet ve şerefiyle hayâtını idâme ettirebilmesine imkân veren bir toplum düzeninin inşasına omuz vermek, böylesine ulvî bir çabanın içerisinde yer almak, belki de iyiliklerin en yücesidir.
——————————————
[i] Mahfi EĞİLMEZ, “Türkiye’de Gelir Dağılımı ve Uluslararası Karşılaştırma”, https://www.mahfiegilmez.com/2021/07/turkiyede-gelir-daglm-ve-uluslararas.html (Erişim: 12.03.2022)