Malezya’da çok geniş bir kuş parkı vardır; çooook geniş bir alan ayrılmış, rengârenk, irili ufaklı binlerce kuş tabiî çevre içinde uçup duruyor. Kuşlar kaçıp gitmesin diye yan duvarlar ve çok yükseklerdeki tavan ağ olarak yapılmış. Tavan, çooook yükseklerde ve parkın alanı, gerçekten çooook geniş.
O parkın içinde serbestçe, istediği gibi uçup duran, dolaşan kuşlara “hür olup olmadıkları” sorulsa, kendilerini tamamen hür hissettikleri, “istedikleri gibi, istedikleri kadar” uçabildikleri yanıtını verirler.
Ama… gerçekte hür değiller ve ancak ağların izin verdiği yerlerde, mesâfede uçabilmekteler.
Bizim “aydın” denilen diplomalılarımızın çoğunun kafasında böyle görünmez ağlar vardır; Tanzîmât’tanberi (1839) 7-8 nesil boyunca, özenle örülegelen ağlar yerleşmiş, statüko hâline gelmiştir. Diplomalılarımızın çoğu, serbestçe, hiçbir önyargı etkisinde kalmaksızın dü şü ne mez düşünme özürlüdür.
***
Sultan İkinci Mahmûd’un (1808-1839), Saint Petersburg’daki sefîrlikten Kaptan-ı Deryâlıkla İstanbula gelen damadı Halîl Rif‘at Paşa’nın “Avrupalılar gibi olmazsak, Asyaya çekilmeğe mecburuz” sözü üzerine, “Avrupalılar gibi” olma eğilimi, kararı pekleşti, “Avrupalılar gibi” olmak için neler gerekli görüldüyse yapıldı.
Avrupalılar, Yeryüzünün hemen her tarafını sömürge hâline getirmiş, işgal ettikleri ülkelerin yerüstü ve yeraltı zenginliklerini yağmalayarak, sömürerek alabildiğine zenginleşmişler, hükûmet eliyle yaptıkları köle ticaretleriyle ve bu arada yaptıkları endüstri atılımlarıyla servetlerine servetler katmışlar, Osmanlı münevverinin (aydınının) gözlerini kamaştırmışlardı. Eskiden adam yerine koymadığı, “insanın hayvana baktığı gibi” baktığı Avrupalının bu yeni durumu karşısında şaşkınlığa düşen ve paniğe kapılan Osmanlı münevveri, “kendi dinamiklerini (özgüven, yüksek değerlere bağlılık, Allah rizâsını gözeterek yaptığını iyi yapmak, çalışkanlık) harekete geçirerek Avrupalı seviyesine gelmek, onlar gibi olmak” yerine, esasta görünüşte Avrupalılar gibi olmak yolunu tuttu ve bu yolda alabildiğine başarılı oldu.
Osmanlı eliti, yapılması gereken “kendi, yerli değerlerini esas/temel alarak madde alanında gelişme” yolunu tutamadı; çünkü, “Avrupalı Hristiyan, kendisi ise Müslüman” idi. Avrupalının maddî gelişmesini “Hristiyanlığa rağmen gerçekleştirdiğini” farketmedi. Öte yandan, Avrupalı karşısında geri kalmış duruma düşmesinin sebebinin İslâm olduğunu zannederken, “rüşveti verenin de alanın da cehennemlik olduğunu”, “emânetin/görevlerin ehline verilmesi”nin kesin olarak İslâmda buyrulduğunu farketmiyordu. Rus Çarının Prut’ta (1711) rüşvet belâsı yüzünden kurtulduğunu unutmuştu. Son zamanlarda mühim yerlere eş dost akraba kayırılarak getirildiğini görmüyordu. Kısaca, Son iki yüzyılda da işlerin İslâma göre yürütüldüğünü varsayıyordu.
Böylece, Tanzîmât münevverinin kafasında esas/temel/eksen:
İslâmdan kurtulmak idi!
Gerçeğin ifâdesi olan bu cümleyi abartılı bulacak olanlara hemen isbât edelim: Bu durum, eğilim, öyle yaygın hâle gelmiş olmalıdır ki, Ziya Paşa:
İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki (Milletin yükselmesine ayak bağı İslâm imiş)
Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı (rivâyet: söylem anlamına)
diye durumu anlatmaktadır.
Tanzîmât münevverinin (aydınının) bu zihin yapısı esas itibariyle bir değişikliğe uğramadan her nesilde biraz daha pekişerek, sâdece ifâde şekli değişerek günümüze kadar gelmiştir
***
Kafasındaki ağların farkında bile olmayan, “bağımsızca, hür olarak” düşündüğünü zanneden birçok diplomalımız, Tanzîmât’ın hangi olumsuz, zorlayıcı durum yüzünden ilân edildiğini bile bilmez. Sevâbına bildirelim:
1839 yılında Osmanlı Devleti ya ikiye bölünecek (Mısır, Arap Yarımadası, Suriye, Anadolunun bir kısmı vb. Kavalalı Mehmed Ali Paşaya verilecek {oğlu İbrahim Paşa Kütahyaya kadar zaptetmişti} veya Osmanlı Hânedânı yerine, Devletin başına, Kavalalı Hânedânı geçecekti! Osmanlının zayıf şekilde devam etmesini uygun bulan Avrupalılar Kavalalıyı frenlemişlerdi. Yöneticilerin, “Avrupa kamuoyunu”nun desteğini sağlayacak yeniliklere ihtiyacı vardı. Mason Mustafa Reşid Paşa, gizli oturumlarla ikna ettiği 16 yaşındaki Abdülmecide (1839-1861), kendisine de çağın en büyük emperyalisti İngilizlerin öğrettiği esasları, Tanzîmat diye ilân ettirmişti. (Böylece 1838 yılındaki Paşalimanı anlaşmasıyla İngilizlere verilen, Osmanlıyı açık Pazar hâline getiren imtiyazlar da garanti altına alınmış oldu.)
***
Daha önceki yenileşme hareketleri, askerlikle ilgili işlerdi. Tanzîmat ise yapıdeğişikliğinin ilk resmî adımı oldu. Kâfir de Devlet memuru, hâkim olabilecekti (daha önce şâhitliği bile kabul edilmezdi), Harbiyeye girip zâbit çıkabilecek, paşa olabilecekti.
İkinci darbe İslâhâtla (1856) geldi: DURUŞ kaybına uğradık, duruşumuz kaybettirildi: cizye kaldırıldı (cizye diğer vergilere benzemez, sembolik değeri vardır, Yaradan’ın buyruğudur: Tevbe Sûresi (9) 29.) Gâvura gâvur demek yasak edildi. (Günümüzde de aklımıza geliyor mu? kimyadaki bâzı elementler gibi, renksiz, tatsız, kokusuz…) Gâvura ‘gâvur’ diyebilmek için, kişinin ‘Müslüman’ idiğini bilmesi, farkına varması, İslâmı benimsemiş olması gerekir. ‘Gâvur’; ‘Kâfir’ kelimesinin halk ağzında söylenişdir. Kâfir, ‘örten’ demektir (apaçık İslâm Gerçeğini örten, tanımayan.) Günahı örtmek için yapılan iyi iş için söylenen ‘keffâret’ kelimesi de aynı köktendir; “çok örten” demektir. Böylece, hakaret kasdı olmaksızın, gâvura ‘gâvur’ denilir, bu onu, bir sıfatıyla anmaktan ibarettir, ayıp filân da değildir. Kafasındaki görünmez ağların farkında bile olmayana bundan söz ederseniz: “aaaa, bu çağda hâlâ … “ diye başlayan nutuk dinlersiniz. Kısacası; gâvuru bir sıfatıyla anmak, DURUŞ sâhibi olmayı gerektirir ve “duruş sâhibi” olmak, çoğumuza unutturulmuştur.
***
Diplomalılarımızdan birçoğunun kafasındaki görünmez ağlarla ilgili hemen bir misâl verelim: Türkçemizi yazmakta kullandığımız Lâtin harfleri, dilimize uymuyor; dilimize uygun, 38 sesli Köktürk harfleri var. Sözgelimi 4 sesli harften biri, kelimenin ilk hecesinde gelince O, ikinci hecesinde gelince U diye okunuyor. Aynı şekilde, diğer bir sesli harf, ilk hecede Ö diye, ikinci hecede Ü diye okunuyor. Böylece Orhon yazılıp Orhun okunuyor, Gönöl yazılıp Gönül okunuyor, çünkü ağzımıza öyle kolay, uygun geliyor. Türkçe kelimelerde çok geçen LD, NY, NT … gibi bileşik sesler için de 2 değil, 1 harf var. Kısaca: Türkçe için en uygun alfabe Köktürk tamgalarıdır.
Hindistan, İngiliz sömürgesi olmaktan 1948 yılında kurtuldu, unutulup gitmiş olan Sanskrit harflerini kullanıyor. Hindistanın birçok yerinde kullanılan, en yaygın dili, Sanskrit harfleriyle yazarsanız Hindu (Hintçe) oluyor; aynı dili Arap harfleriyle yazarsanız Orduca oluyor. (aslı: ordu. Urdu denilmesi yanlış; sentaksı, yapısı, Gazneliler zamanında Hindistana yapılan seferlerde ordu’nun kullandığı, vokabüleri, telâffuzu zamanla biraz değişmiş olan dil.)
İsrail 1948 de kuruldu, kuranlar Avrupa Yahudileri, Lâtin harflerini de çok iyi biliyorlar, ama, yüzyılların ötesinde, Tevrat’ta kalmış olan İbrânî alfabesini kullanıyorlar.
Avrupalıların desteğiyle Osmanlıdan 1839 yılında kopan Yunan, Avrupanın Lâtin harflerini değil, Yunan harflerini kullanıyor.
Ruslar, Çinliler, Japonlar, Bulgarlar da Lâtin harflerini değil, kendi harflerini kullanıyorlar.
Köktürk harflerini kullansak nasıl olur? diyecek olursanız; diplomalılarımızın çoğu, bu işin olmaması için birçok sebep ileri süreceklerdir. Aslında, kafalarındaki görünmez ağlar hür düşünmelerini önlemektedir; Lâtin harflerinin iyi, vazgeçilmez olduğu, onlar için dogma hâline gelmiştir.
***
Ülke yönetiminde diplomalılar söz sâhibi ve etkili durumda olduklarına göre, diplomalılarımızın, her şeyden önce, zihinlerindeki görünmez ağlardan kurtulmaları gerekmez mi?
07 Mayıs 2022