Fin halkı yok olmanın eşiğine kadar sürüklenmiş bir topluluktu. Yüzyıllar boyunca İsveç ve Rusya arasında sıkışmıştı. Özgür bir halk değildi. İsveç’in ya da Rusya’nın uyrukluğunda yaşıyordu. Fince şehirlerden çekilmiş gibiydi. Köylerde konuşuluyordu. İsveçleşme veya Ruslaşma olgusu yüksekti. Martin Luther’in Kitab-ı Mukaddes’i Almancaya çevirmesinin açtığı yoldan giden Mikael Agricola 1558 yılında Yeni Ahit’i Finceye tercüme etti. Yeni Ahit tercümesi Fin dilinde yazılmış olan ilk kitaptır. Bu ilk kitabın öncesinde Fince yazı dili olamamıştı, daima sözlü kültür alanında barınabilmişti. Mikael Agricola bugün Turku adıyla bilinen Abo şehrinin piskoposuydu. Söz konusu tercümeyi yapmasaydı muhtemelen Fince ölü diller arasına karışacaktı. Agricola kitap yazabilmek uğrunda Fin diline uygun bir alfabe de kurmuştu. Piskopos Agricola’nın izinden gidenler Finceyi yavaş yavaş işleyerek canlandırdılar. 1820 yılında Turku şehrinde ilk Fince gazete de yayımlanmaya başladı. Fin Edebiyatı Cemiyeti’nin kurucularından Elias Lönnrot kendi halkının içinde köy köy yıllarca derleme yaparak unutulmaya yüz tutmuş çok eski bir Fince destanın parçalarını toparlayıp birleştirdi. Destan parçaları Fin ülkesinin kırsalında bölük pörçük ezberden bilinmekteydi. O kadar ki destan parçalarındaki bazı sözcüklerin anlamlarını bu parçaları ezberden okuyanlar bilmiyordu. Elias Lönnrot bu sözcüklerin anlamlarını belirledi. Dağınık parçaları birbirine ulayarak bütüncül Kalevala destan metnini ortaya çıkardı. Kalevalakahramanlar ülkesi anlamına geliyordu. Fin gençliği bu sayede köklü bir mâziye sahip bulunduğunu kavrayarak heyecana kapıldı. Bu heyecan Fin milliyetçiliği akımını doğurdu. Fin halkı yok olmanın eşiğinden dönerek küllerinden dirildi. İsveç ve Rusya halklarınca asimile edilmekten kurtuldu. Finceyi işleyen bir diğer milliyetçi August Oksanen lirik şiirler yazdı. Bu şiirlere Säkeniä (Kıvılcımlar) adını vermişti.[1]
Dağınık parçaların birleştirilmesi nedeniyle Kalevala destan metninin bir yeniden inşa olduğunu düşünmemizde sakınca yoktur. Yeniden diriltimiş bu destan sayesinde Fin halkı da yeniden dirilmiştir. İsveçlilere ve Ruslara karşı özgürlüklerini kazanmalarında ve millî kimliklerini canlı tutmalarında Kalevala destanının rolü çok büyüktür. Çünkü efsaneler başlangıca ilişkindir. Kültür kodlarını barındırıyorlar. Sözünü ettiğimiz kültür kodları milletlerin tarih öncesi diyebileceğimiz mitolojik çağların eseridir. Bu çağlar karanlıktır çünkü sübjektif bir manzaraya hâkimdir. Büsbütün aydınlatılmaları imkânsızdır. Ancak yorum katarak ve hâfıza yoluyla uzak geçmişi aktüel hâle getirerek değerlendirilebilinir. Azerbaycan Türkleri de bilindiği üzere Dede Korkut hikâyelerine sımsıkı sarılarak Ruslar karşısında tutunmuşlardır. Efsaneler hem varoluş zeminidir hem de tehlikeler karşısında direnci pekiştirir. Destanlar kolektif hâfızadır. Mankurtlaşmaya ket vururlar. Hâfıza ise geçmişin aktüel kılınmasıdır. Hâfıza canlıdır, asla ölmez. Uzak geçmişi bir okyanusa benzetirsek Pierre Nora’nın veciz ifadesine sığınmak durumunda kalırız: Canlı hâfıza deniz çekildiğinde kıyıda kalan deniz kabukları gibidir.[2]
Kültür kodları bir toplumu yoğurup millet yapıyor. Ernest Renan (1823-1892) bir milletin yapıtaşları olarak geçmişi ve şimdiki zamanı işaret ediyor. Geçmiş ruh’tur. Ortak mirastır. Milletin fertleri bu ortak mirası sahiplenirler. Renan buna hâtıra mirası diyor. Biz kültür kodları diyoruz. Aynı şeydir. Geçmişin yanı başındaki diğer yapıtaşı ise şimdiki zaman olarak birlikte yaşama arzusudur. Renan buna da günlük rıza diyor. Bölünmez kabul edilen ortak mirası sürdürme iradesi. Böylelikle geçmiş, şimdiki zamanda aktüel kalacaktır. Yitik çağın kahramanlar ülkesi Kalevala geçmişin ortak mirasını şimdiye taşıyarak Fin ruhunu capcanlı tutuyor. Tarih öncesi, bir dehlizdir. Bir insanın iç dünyası veya bilinç dışı ne derece karmaşıksa tarih öncesi de o derece karmaşıktır. Aydınlanma düşünürleri çok daha sağlam bir geleceğe hazırlanmak amacıyla geçmişe bakıyorlardı. Pragmatist (yararcı) bir yaklaşımdır bu. Romantikler ise geçmişi yüksek bir ülkü saydıkları için seviyorlardı. Ernst Cassirer (1874-1945) buna geçmişin ülküleştirilmesi diyor. Romantik düşünürlere kulak açarsak varlık alanımızdaki her şeyi ancak geçmişin izini sürerek kavrayabiliriz. Bu itibarla söylenceler (destanlar-efsaneler) birer kutsal hazineden farksızdırlar. Bununla birlikte bütün tabulara bayrak açmış olan Aydınlanma düşünürleri katında efsaneler mantık dışı hurafelerden ibarettir. Aydınlanma düşünürlerinin hepsi için söylence, barbar bir şey, yalnızca bir canavarlıktır. Felsefenin başladığı yerde hurafeler son bulur. Romantik düşünürler ise söylencelere ürküntüyle karışık bir saygı beslerler. Çünkü söylenceler insan kültürünün ana kaynağıdır. Sanat ve tarih söylenceden doğar. Bu ana kaynağa dudak büken felsefe sığ ve yetersizdir.[3]
Pierre Nora ‘hâfıza bilhassa millete ait olma duygusunun pekişmesiyle ortaya çıkar’ diyor. Ortak hâfıza bir toplumun dağınık, birbirinden kopuk, demeli ki savruk zümreleri arasında bağ kurarken zorlanacaktır. Ortak hâfıza dağınık bir topluluğun kültür kodları olarak varlığını sürdürecektir ama belirgin şekilde ortaya çıkması ve zümreler arasındaki bağları pekiştirebilmesi için millet şuurunun uyanması gerekiyor. Bir zamanlar Anadolu’nun batısı Osmanlı ülkesiyken Anadolu’nun doğusu Akkoyunlu ülkesiydi. Akkoyunlu hanedanı ve devleti varlığını sürdürebilseydi bugün Anadolu (Türkiye) birliğinden söz edemeyecektik. Çünkü iki ayrı toplum oluşacaktı. Bununla birlikte iki ayrı toplumu Dede Korkut hikâyeleri derinden bir tutuyordu. Bu türden kanonik anlatıların çimento vazifesi gördüğünü zaten hepimiz biliyoruz. Anadolu Türklüğünün birtakım aksamalara karşın bugün millet hâlinde yaşıyor olmasında kanonik metinlerin payı çok büyüktür. Anadolu birliği kurulamasaydı yirmi birinci yüzyılda belki şöyle diyecektik: “Akkoyunlu ülkesiyle Osmanlı ülkesi iki devlet bir millettir.” Bu ifadeyi hem siyaseten hem samimiyetle bugün Azerbaycan ve Türkiye için kullanıyoruz. Zaten bu iki ülkenin halkı Dede Korkut evrenine aittir. Çimento budur. İsveç ile Rusya arasında sıkışıp kalmış olan Fin halkını nasıl ki Kalevala destanı ayakta tutuyorsa Batı Türklüğünü de ortak bilinç olarak Dede Korkut hikâyeleri beslemektedir.
Millete ait olma duygusunun pekişmesi sayesinde hâfızanın ortaya çıkmasını çok yönlü değerlendirmeliyiz. Hâfıza aynı zamanda muhalif dürtüleri de besliyor. Milletin kendi geçmişini sorgulama iradesini ve yeteneğini geliştiriyor. Modern zamanlardaki bir millete ait olma duygusunun bir yönüyle demokratik boyut taşıdığı ortadadır. Muhalif dürtü kavramı biraz sert görünüyorsa bunu sorgulama yeteneğinin gelişmesi diyerek yumuşatabiliriz. Muhalif dürtü ya da sorgulama yeteneği sayesinde Türk milletinin bireyleri artık Osmanlıyı, Akkoyunluları, Savefileri, irili ufaklı beylikleri, Altınordayı, Timurluları, Selçukluyu, Yabgulu Oğuz Devleti çağını, Göktürkleri ve Hun yüzyıllarını serbestçe yoklayıp tartışma imkânına kavuşuyor. Bir zincirin halkaları olan bu farklı dönemlerin Türk kimliğine neler kattığını ve Türk kimliğinden neleri kopardığını araştırma yoluna girmiş bulunuyoruz. Her türden araştırmalar ve tartışmalar demokratik cesaret ortamında Türklüğün hâfızasını zayıflatmak yerine güçlendirecektir. Yusuf Akçura bir arayış ve bunalım çağının hem aksiyoner hem düşünen adamı olarak Cengiz Han mitini gündeme taşımıştır. Akçura bütün Türkleri aynı bayrağın altında toplama ülküsüne dayanak ararken Cengiz Han’ı seçmiştir. Mehmet Kaan Çalen’in dediği gibi Akçura kuzeyli kökeniyle Türk-Tatar-Moğol birliğini vurgulamıştır. Bunu yaparken Osmanlı Türkleriyle Kuzey Türklerinin müşterek köklerine işaret etmiş, Rus hâkimiyetindeki Tatarlara yol açmaya çabalamış, ‘tevhîd-i etrak’ ülküsüyle hareket etmiş, çöküş psikolojisine yuvarlanmış Osmanlı Türklerine büyük devlet ruhuyla soluk aldırmak istemiştir. Akçura’nın katında Cengiz Han bütün Türklerin birleşmesi ülküsünün sembolüdür. Cengiz Han toparlayıcı kimliğiyle bunu geçmişte başarmıştır ve tarihte gerçekleşmiş olan bir şeyi tekrar gerçekleştirmek mümkündür. Cengiz Han bu itibarla kamçılayıcı bir figürdür.[4]
Uygurca Oğuz Kağan Destanı millî hâfızamızın canlanmasında örtük ve açık katkılarda bulunmuştur. Kanonik metinler yeni kanonik metinlerin üretilmesine zemin hazırlamıştır. Ahmet Bican Ercilasun’un ilk baskısı 2019 yılında yapılmış olan “Nehir Destan Oğuzname (Oguz Bitig)” adlı hacimli eseri kanonik metin kapsamına girecek çaptadır. Osman Turan’ın “Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi” adlı hacimli eseri de Cumhuriyet devrinde kaleme alınmış olan kanonik metinler arasındadır. Onlara kanonik metin vasfını yüklememiz abartılı görünebilirse de onlar gerçekte birer temel eserdirler. Çünkü onlar kuru bilgiden ibaret anlatılar olmaktan çok uzaktırlar. Onlar büyüleyici vasıflara sahiptirler. Oğuz Kağan ya da Dede Korkut gibi efsanevi kişiliklerin birkaç yüzyıl boyunca unutulmaya yüz tutmuş olmaları da biraz şüphelidir. Onlar efsane-gerçek karışımı kimlikleriyle halkın arasında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kimlik arayışlarında olsun, mevcut kimliği pekiştirme gayretlerinde olsun, efsanevi kişilikler güncellenir. Timur’un torunları Özbek hanlarının Türkistan ülkesinden Hint kıtasına sürdüğü hanedandır. Buna rağmen Özbekistan bağımsızlığına kavuştuğunda çok güçlü bir kurucu ata’ya ihtiyaç duymuştur. Timur kurucu atalık için biçilmiş kaptandı. Peter Golden’in dosdoğru saptamasıyla, Rusya’ya karşı Özbek kimliği muhafaza edilirken Özbeklik karşıtı Timurlular bir sembol hâline geldiler.[5]
Ahmet Bican Ercilasun yukarıda sözünü ettiğimiz kanonik eserine şu paragrafla başlıyor: “Destanlar ve efsaneler, milletlerin şuur altlarına yüklenmiş büyük emellerdir. Yöneticiler ve bilgeler her toplumda çok az sayıdadır. Büyük çoğunluk sıradan insanlardan oluşur. Mitolojik devirlerden veya tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bazı izler ve simgeler, işte bu sıradan insanların kalplerinde bir sıcaklık yaratır. Atalardan devreden efsane ve destanlar sıradan insanlara eski ihtişamlı günleri hatırlatır; bu hatırlatmalar da belli belirsiz bir gelecek özlemine dönüşür. Bazen askerî ve siyasi önderler, bazen de büyük bilge ve ozanlar bu belirsiz özlemi belirgin bir ülkü hâline getirirler. O zaman yöneticiler de sıradan insanlar da kendi milletlerinin cihana hâkim olmasını isterler. Türkler, yaşadıkları dünyanın büyük kısmına hâkim olan başbuğlarına bu sebeple cihangir ve sahipkıran demişlerdir. Cihangirler Tanrı’nın kutuyla dünyaya gelirler, milletlerin şuur altlarına yüklenmiş büyük dilekleri belirli ülküler hâline getirip onların önüne koyarlar. Tarihin, coğrafyanın ve toplumun şartları uygunsa ülkülere doğru hızla yol alınır; bazen sadece milletin değil, dünyanın tarihi bile değişir. Tanınmış destan bilimciler destanların millî ruhu ve ideali yansıttığı konusunda fikir birliği içindedirler. Destanların tarihî gerçekle örtüşüp örtüşmemesi önemli değildir; onları dinleyen sıradan insanlar, anlatılanların gerçek bir tarih olduğuna ve geçmişte büyük kahramanlara sahip bulunduklarına inanırlar. Destanlar millî ülküyü içlerinde barındırdıkları gibi milletlerin yaşayışlarını ve estetik anlayışlarını da yansıtırlar. Kazak destan araştırıcısı Şakir İbrayev, ‘Kahramanlık destanları çeşitli estetik güzelliklerle ve tarihin dalgalarıyla doludur,’ der. Ona göre destanın yapısı ve ideali, sırrı ve nitelikleri, ruhu ve yüksek sesi birçok nesli besler.”[6]
Oğuz Kağan adında birisi sislerle kaplı uzak geçmişin bir devrinde gerçekten yaşamış mıdır, somut bir ata mıdır yoksa büsbütün soyut bir arketip midir, birkaç tarihî karakterin terkibi midir, onun gerçek adı unutulmuştur da arketip çehresine bürünen Oğuz Kağan adıyla mı ortak hâfızamıza yerleşmiştir, Oğuz Kağan ile Alp Er Tunga aynı kişi midir? Bunu araştırmacılara bırakıyoruz. Ercilasun’un dediği gibi, destanların tarihî gerçekle örtüşüp örtüşmemesi önemli değildir. Oğuz Kağan bizim penceremizden şuur altımıza yüklenmiş büyük emelleri görmemizi sağlıyor. Büyük emelleri cihan hâkimiyeti ülküsüyle sınırlı tutmamız da gerekmiyor. Bilimden sanata, dış politikadan spora, felsefeden antropolojiye her türlü hedeflerimiz büyük emellerdir. Kızılelma budur.
Antropolog Jan Vansina efsanelerin ölümsüzlük derecesinde uzun ömürlü olabildiklerini vurguluyor: “Uzun bir süre varlığını sürdürmesinin yanında efsaneler unutulmaları dışında da önemlerine göre sonraki efsaneler tarafından yutularak ya da hikâyelerin içerisine geçerek de yok olabilir.”[7] Demek ki yutularak devam etme söz konusudur. Buna tam anlamıyla yok oluş diyemeyiz. En eski çağlardaki bir kahramana Oğuz Kağan adı verilmiş olsa gerektir. Oğuz Kağan Destanı tarih içinde yürürken Alp Er Tunga’dan Mete Han’a birkaç kahramanı yutmuş (temsil etmiş) olabilir. Dede Korkut hikâyelerinin içinde pek çok kahramanın izine rast gelebiliyoruz. Ercilasun bu minvalde Dede Korkut’taki Dirse Han Oğlu Boğaç Han boyuna dikkatlerimizi çekiyor. Dede Korkut Kitabı Boğaç Han’ın bir boğayı öldürmesiyle başlıyor ve Oğuz Kağan Destanı ile Dede Korkut Hikâyeleri arasında birtakım ortaklıklar yakalanabiliyor. Denis Sinor Oğuzkelimesine öküz anlamını yüklemiştir: “Yukarıdan beri gösterdiğimiz bu ortaklıklar bizi ister istemez Sinor’un Oğuz kelimesini ‘öküz’ olarak izahına götürüyor. Sinor’un izahını doğru olarak kabul edersek, Boğaç Han ile Oğuz Kağan’ın aynı ismi taşıdığını söyleyebiliriz. Boğayı öldürdüğü için Dirse Han’ın oğlu, Boğaç adını alıyor. Oğuz kelimesi de Sinor’a göre ‘öküz’ ile aynı kelimedir ve öküz, ‘boğa’ demektir. Sinor, Oğuz Kağan Destanı’nın baş tarafındaki boğa resminden hareketle bu neticeye varmıştır. De Guignes’den itibaren Oğuz Kağan ile Motun arasında münasebet kurulmuştur.”[8]
Yine demek ki efsanenin tarih içindeki yürüyüşünde peyderpey yutulmalar görülüyor. Boğaç Han’ın boğayı öldürmesiyle Boğaç adını alması gibi Oğuz Kağan da öküzü öldürerek Oğuz (Öküz) adını almıştır. Bu adlar destan metinlerinde kurgulanmış adlar sayılabilir. Zygmunt Bauman kimliklerin inşa edilmesinden söz ederken kraliyet ailelerindeki prensesleri ve kraliçeleri örnek gösteriyor: “VIII. Henry’nin kızı olmak, kurnazlık ve kararlılıkla desteklenen muazzam bir bireysel inisiyatif işidir. Her an isyana hazır ve dik başlı saray erkânını diz çöktürüp boyun eğdirmek, daha da önemlisi kendisine itaat etmelerini sağlamak için müstakbel Gloriana’nın (Kraliçe I. Elizabeth’in) yüzünü ağır bir makyajın ardına gizlemesi, saç şeklini, aksesuvarlarını ve tüm giyim tarzını baştan aşağı değiştirmesi gerekecektir. Öz benlik mücadelesinden başka mücadelesi, kurgulanmış bir kimlikten başka kimliği yoktur.”[9] Oğuz Kağan adıyla bildiğimiz kahramanın tarihsel kişiliğiyle yüzleşebilseydik “Benim adım Oğuz değildir, gerçek adım şudur ve hikâyelerinizde anlattığınız kurmaca kimliğimden farklıyım” itirazında bulunur muydu? Ne var ki destanların tarihî gerçeklerle örtüşüp örtüşmemesinin önemli sayılmamasına koşut olarak Oğuz Kağan’ın gerçek adının Oğuz olup olmaması da yeterince önemli değildir. Fakat tabii ki onun gerçek adını ortaya çıkarmayı başarırsak tebessüm edip bir sırrı çözdüğümüze memnun kalırız.
Meseleye felsefi yönden bakacak olursak; hiçbir tecrübe salt kendi içine katlanmış değildir. Her tecrübe kendi kendini aşan, başkasına çevrilen, başkasıyla bağlantıya giren bir düşüncedir.[10] Felsefenin bu yasasını buradaki konumuza uyarlarsak hiçbir efsane salt kendi içine katlanmış değildir yargısına varacağız. Bir efsanenin ilk çekirdeği kendini aşarak diğer efsanelerle bağlantıya girecektir. Farklı coğrafyalarda eşzamanlı olarak anlatılan efsaneler bir şekilde çakıştıklarında birbirlerine karışabilirler. Bu eşzamanlı karışmanın dışında olarak çekirdek efsane kendinden sonra ortaya çıkan unsurlarla bağlantı kurabilir. Her efsane bu şekilde kendi içine katlanmaktan çıkarak genişleyecektir. Farazi konuşursak; Oğuz Kağan Destanı çağlar arası yürüyüşünde Boğaç Han, Alp Er Tunga ve Mete Han karakterleriyle buluşmuş olabilir. Tabii belki de bunlardan bir veya ikisi farklı kişiler olmayıp aynı kişilerdir. Onların arketip olma vasıfları gerçek hayatta hiç yaşamadıkları anlamına da gelmiyor. Gölgeler mağarasının idealarını bir nevi metafizik âleme yorsak bile yahut da efsanelerin kaynağını mitik evrende arasak bile Oğuz Kağan’ın gerçek hayatta bir karşılığı muhakkak vardır. Bu karşılığın gerçek fakat unutulmuş olan adı şudur ya da budur. Onun efsaneler yoluyla hatırladığımız adıysa Oğuz Kağan’dır. İlkellerin psikolojisi hâtıralarla gerçekleri ayırmaya müsait değildir. Bu ilkel psikoloji sözlü ve yazılı destanlar yoluyla bizlere intikal ediyor. Çocuklar da ilkeller gibi hâtırayla gerçeği ayırt etmekte zorlanırlar. Yaşları büyüdükçe ayırmaları kolaylaşır. Oğuz Kağan’ın gerçek kimliğini saptamak modern tarihçilerin işidir. Efsaneler hâtırayla gerçeği karıştırırlar.
[1] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sadri Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, sayfa 224-231, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2022
[2] Pierre Nora, Hafıza Mekânları, sayfa 27, Mehmet Emin Özcan çevirisi, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2022
[3] Ernst Cassirer, Devlet Efsanesi, sayfa 183, Necla Arat çevirisi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984
[4] Mehmet Kaan Çalen, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura (Modern Türk Düşüncesine Bir Derkenar), sayfa 118-120, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018
[5] Peter B. Golden, Dünya Tarihinde Orta Asya, sayfa 212, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018
[6] Ahmet Bican Ercilasun, Nehir Destan Oğuzname (Oguz Bitig), sayfa 5, Dergâh Yayınları, İstanbul 2019
[7] Jan Vansina, Tarih Türü Olarak Sözlü Gelenek, sayfa 54, Tün Kitap, Ankara 2021
[8] Nehir Destan Oğuzname (Oguz Bitig), sayfa 521
[9] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, sayfa 258-259, Can Yayınları, İstanbul 2017
[10] Hilmi Ziya Ülken, Ahlâk, sayfa 27, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2022