“Ben Karacaoğlan’ım.
İncecikten bir kar yağar, elif elif tozan ben olurum.
Sazım yaylaları bilir.
Sazım dağ kokar, yayla kokar, Çukurova kokar.
Ben güzele sevdalıyım.
Ela gözlerine kurban olduğumdur o, elâ gözlü benli dilberdir.
Ak ellerini sala sala gelen yârdır.
Büsbütün dünyayı değer gözleri.
Nasıl methedeceğimi bilemem.
Bazen yollarım bağlanır çaresiz kalırım.
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölümdür boynumu büken.
Ardıma düşer ölüm. “Var git ölüm bir zamanda yine gel.” derim dinlemez.
Bilirim ki üryan geldim yine üryan giderim bu dünyadan.
Tel tel kopar ömür.
Cezel Yaylasında cerenler su içer avucumdan.
Dağ dağ, yayla yayla türkülerim söylenir benim.
O türküler ki turna kanatlarında gider, bir gönül yuvasına konar.
“Yüce dağ başında ay kandil olur.”
Bir sevdadır türküler.”
…
Bizim Sinan Terzi sohbet esnasında “önümüzdeki sayı Karacaoğlan’ı dosya konusu yapacağız” dedi. Akademisyen olsan, konunun uzmanı olsan yazmak kolay da, ben ne yazayım?
Mert, yurt dışında çalışıyor, iki haftalığına izine gelmiş. Dağları, ovaları, bulutları çok sever. Biraz vatan ziyareti yapalım dedik.
Söğüt’e doğru yola çıktık. Çisil çisil de yağmur yağıyor. Abdurrahim Karakoç Ağabey bir şiirinde şöyle yazmıştı;
“Yağmur yağar ılık ılık,/Aşk suyunu içer çelik,
Ön niyettir ülkücülük,/ Art diyenler halt eylemiş.”
Bizim de hayallerimiz vardı. Yazmaya çalıştığım şiirin bir kıtası şöyleydi;
“Zaman daim aşka doğar,/ Sırlı camda hayâlin var,
Dışarıya yağmur yağar,/ İçerime sen güzelim.”
Yağmur yağdıran, “Ya” kökünden gelen Yada Taşımız vardı bizim. Türk Milletine gökten armağandı.
“Gökte uçar Huma Kuşu,/ Kutlu Dağ’da Yada Taşı,
Devlet ki Oğuz’un işi,/ Devamlıdır bölmek olmaz.”
Radyoda bir türkü başladı;
“Huma Kuşu yükseklerden seslenir,
Yar koynunda bir çift suna beslenir,
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır,
Ben ağlayım belki gönül uslanır.”
Mert’e Huma Kuşu’nu anlattım;
“Huma Kuşu göklerde uçan, hiç yere inmeyen efsanevi bir kuş. Yumurtalarını gökte yapar. Yumurtalar yere düşmeden içinden çıkan yavrular da uçmaya başlar. Devlet Kuşu deriz biz. Osmanlı da bunu kullanmış. Otağ-ı Humayun, Mühr-ü Humayun, Ber-i Humaun, Bahr-i Humayun, Sefer-i Humayun, Divan-ı Humayun, Hatt-ı Hümayun gibi.”
Sonra “Eğer o mahşer gününün kalabalığında milliyetinizden insanları özlerseniz türkü söylemeye başlayın. Huma Kuşu… diye bir türküye başlayan bizden başka kim olabilir” diyen Nevzat Kösoğlu Ağabey’in hastanedeki o gününü anlattım;
Mustafa Çalık son günlerinde Hacettep Hastanesi Onkoloji Servisinde yatarken Nevzat Kösoğlu Ağabey’i ziyarete gider. Ağabey Kubilay Dökmetaş’ı çağırıp bir Huma Kuşu söyleteyim ister misiniz? diye sorar. Zaman zaman bir araya gelip geç vakitlere kadar türkü söylerlermiş beraber. Nevzat Ağabey’in gözleri parlar ve ‘çok iyi olur’ deyince aşağıda bekleyen Kubilay Dökmetaş’ı odaya davet ederler. Kapıları, pencereleri sıkıca kapatırlar. ‘Şöyle bağıra bağıra söyle’ der Nevzat Ağabey. Hem kendisi, hem odada bulunanla gözyaşlarını tutamazlar.
Söğüt’e giderken atalarımızın at izi, göz izi bulunan yerleri seyrettik. Derin derin nefes aldık. Yanımızda Söğüt Dergisini de götürmüştük. HErtuğrul Gazi’nin huzuruna çıkardık ve fotoğraf çektik.
Yağmur yağmaya devam ediyordu. Yağmur rahmetti. Bizim ne çok yağmurlu türkülerimiz vardı.
Âşık Daimi söylüyordu;
“Bir gerçeğe bel bağladım erenler,
Aldı benliğimi bitirdi beni.
Damla idim bir ırmağa karıştım,
Denizden denize götürdü beni.”
Fedai de “Bir gönüle aşk girince” olacakları söylüyordu;
“Yağmura karışır yaşın,/ Dünyaya sığmaz bir başın,
Sevdalıdır hayal, düşün,/ İçmeden sarhoşa benzer.”
El ne bilirdi yar aşkına yandığımızı. Mahmur Erdal yazmıştı;
“Beklerim yolunu yağmurda, karda,
Hep günlerim geçer figanda, zarda,
Yaz bahar ayında, azgın sularda,
Çarpar taştan taşa sal eyler beni.”
Yemen Türküsünde de insanın içine işleyen bir kıta vardı;
“Yüzbaşılar, binbaşılar,
Tabur taburu karşılar.
Yağmur yağıp gün vurunca,
Yatan şehitler ışılar.”
Yağmur yağıyordu içimize içimize.
Gökkuşağı da göklere astığımız yaydı bizim. Gökkuşağı, Ebemkuşağı da Umay Ana ile ilgiliydi. Yıldırım da yaya konulup atılan oklardı. Geldiğimiz yer de belliydi zaten;
“Şol gölgeli koca kayın,
Göğsüyle oynardı ayın,
Göklere astığım yayın,
Ağdığı yerden gelirim…”
Mehmet Ali KALKAN