“Kasabadaki yeni Şerif, Avrupa’da dolaşan yeni hayalete iktidar kapılarını açmak istiyor.”

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Mehmet Akif OKUR[i]

ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’ın Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması, Batı Dünyası içindeki Hegemonik iktidar mücadelesinin yeni zeminine işaret ediyor. Vance, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliği etrafında teşkilatlanan Batı Dünyası içindeki “şizma”yı, müşterek anlam sisteminin parçalanması gibi önemli hususlar bakımından açık şekilde ortaya koydu. Hegemonik iktidar mantığına dayalı olarak kurulan Dünyalar, özgün bir iktidar mimarisine sahiptir. Bu mimarinin çok sayıda özelliği, değişim dönemlerini karakterize eden nitelikleri var. Bunlardan biri, hegemonik değişim süreçlerinde önce lider ülkenin sivil toplumunda değerler ve çıkarlar ekseninde bir iktidar savaşının yaşanmasıdır. Toplumun hem sayısal üstünlük hem de işlevsel bakımlardan etkin çoğunluğunu etrafında toplayan aktör/örgütlenme/koalisyon, kazandığı zaferle devlet aygıtını eline alır. Ancak yeni bir hegemonya inşa edilmeden önce, eski hegemonik düzenin aktörleri ve örgüt ağı hem ülke içinde hem de dışında marjinalleştirilmelidir. Bu süreçler tamamlandığında, ülke içinden dışına doğru yeni bir hegemonik “Dünya” tasarımı mümkün hale gelir. Anlam sistemi, çıkarlar ve aktörler dengesi, yenilenmiş bir hegemonik liderlik etrafında şekillendirilir. Vance’ın Münih konuşması, Avrupa’nın ABD’deki iktidar savaşının mantığı üzerinden dönüştürülmesi hedefine dair somut tavrın ilanı mahiyetinde. Konuşması, kasabadaki yeni şerifin Batı dünyasının yerleşik güvenlik paradigmasını bu hegemonik dönüşüm süreci bağlamında eleştirdiğini gösteriyor. ABD hegemonik şemsiyesi altında örgütlü Batı Dünyası’nın yüz yüze olduğu tehdidin dışardan değil, “içerden” geldiğini savunuyor. Güvenlikleştirme mekanizması, Rusya ve Çin ile yaşanan dış jeopolitik mücadeleyi bu iç meseleye kıyasla tali hale getiriyor. Tekil bir siyasi ideoloji/Batı Dünyası için çatı anlam sistemi sayılan ‘liberal demokrasi’ artık birbirini destekleyen bütünlüklü çerçeve şeklinde görülür olmaktan çıkıyor, şizmanın çatışan taraflarına dönüşüyor. Tartışmanın aktörleri, bu kavramları elbette bütünüyle reddetmiyorlar; ancak, kendi konumlarından yaptıkları özel vurgu ve tasarımlarla birini diğerinin üzerine şekillendirici/sınırlayıcı şablon olarak koyuyorlar ve tercih ettikleri siyasi ilkenin özel yorumu (Liberalizm ya da Demokrasi) üzerinden diğer ilkenin ve dolayısıyla da düzenin sınırlarını tespit etmek istiyorlar.

Vance, Münih Konuşması’ndaki demokrasi ve ifade hürriyeti vurgusu ile liberal iktidarların “popülist” ve “aşırı sağ” nitelemeleriyle sistem dışı saydığı siyasi hareketlerin, yeni ABD yönetimi tarafından Batı dünyasının yeni merkez oyuncularına dönüştürülmek istendiğini açıkça ortaya koydu. Trump’ın MAGA (Make America Great Again) hareketini Avrupa’ya MEGA (Make Europe Great Again) formunda taşımak anlamına gelen bakış açısını gözler önüne serdi. Avrupa’da liberal müesses nizamın bu partileri ırkçı, Rus yanlısı vb. olarak nitelemek suretiyle engelleme çabalarını güvenlik tehdidi olarak kodladı.

Vance’a göre asıl tehdit ise bu partilerin gündemlerinde merkezi yer verdikleri göç meselesi. Romanya’da seçimlerin iptalini ve benzerinin Almanya’da AFD’ye karşı tekrarlanabileceği tehdidini vurgulu şekilde eleştirdi. Bir anlamda “aşırı sağ ile mücadele” politikalarını asıl güvenlik tehdidi saydığını belirtti. “Sandık esastır” diyor. İfade özgürlüğü konusunda “yeni şerifin” Avrupa’yı hangi örnekler üzerinden eleştirdiğine bakmak, Hristiyanlık vurgusunun yeni anlam sistemi içindeki merkezi yerini görmek bakımından da önemli. Vance, Hristiyan duyarlılıklarının seküler ideolojiler, çoğulculuk vurgusu vb. karşısında bastırılmasını eleştiriyor. Kuran yakılmasına verilen ceza da eleştirdiği örnekler arasında. Vance, konuşmasını Papa II. Jean Paul’ün şu sözleriyle bitiriyor: “‘Korkmayın’. Liderlikleriyle aynı fikirde olmayan görüşleri ifade ettiklerinde bile halkımızdan korkmamalıyız. Hepinize teşekkür ederim. Hepinize iyi şanslar. Tanrı sizi korusun.”

Vance’ın konuşması, Batı Dünyası içindeki güç mücadelesinin keskinleştiğini ve eski liberal düzenin Avrupa’daki iktidarının hedefte olduğunu gösteriyor. Roma’yı bölen şizma derinleşiyor. Hegemonik sistemin Batı’sındaki iktidar değişimi Doğu’suna da taşınmak isteniyor. Bunun dış politika ve küresel dengeler bakımından önemli sonuçları olacak. Biden’ın Afganistan’dan çekilmesi, uzun müddettir devam eden bu iç iktidar kavgasıyla da ilişkiliydi. Şimdi, benzer durum Ukrayna Savaşı için söz konusu. Avrupalı yerleşik elitler, bu dalgaya hangi araç ve ittifaklarla direnecekler? Türk gözüyle gelişmeleri izleyenler, Türkiye’nin önünde yeni bir diplomatik alanın açıldığını farkedecekler…

 

Vance’ın konuşmasının tam metni aşağıda:

“Bugün konuşmak istediğim konulardan biri de elbette ortak değerlerimiz. Tekrar Almanya’da olmak çok güzel. Daha önce de duyduğunuz üzere, geçen yıl Birleşik Devletler senatörü olarak buradaydım. Dışişleri Bakanı David Lammy ile görüştüm ve geçen sene ikimizin de şimdikinden farklı işlerde çalıştığımızı söyleyerek şakalaştık. Ancak şimdi tüm ülkelerimiz için, halklarımız tarafından siyasi güç verilecek kadar şanslı olan hepimiz için, bunu yaşamlarını iyileştirmek için akıllıca kullanma zamanı. Burada bulunduğum süre zarfında son 24 saat içinde bu konferansın duvarları dışında biraz zaman geçirme şansına sahip olduğumu ve elbette dünkü korkunç saldırının etkisindeyken bile insanların misafirperverliğinden çok etkilendiğimi söylemek isterim. Aslında Münih’e ilk kez bugün burada benimle birlikte olan eşimle birlikte kişisel bir gezi için gelmiştim. Münih şehrini ve insanlarını her zaman sevmişimdir. Çok duygulandığımızı ve düşüncelerimizin ve dualarımızın Münih’le ve bu güzel topluma yapılan kötülükten etkilenen herkesle birlikte olduğunu söylemek istiyorum. Sizi düşünüyoruz, sizin için dua ediyoruz ve önümüzdeki günlerde ve haftalarda kesinlikle sizi destekliyor olacağız.

Bu konferansta elbette güvenlik konusunu görüşmek üzere bir araya geldik. Ve normalde dış güvenliğimize yönelik tehditleri kastediyoruz. Bugün burada pek çok büyük askeri liderin toplandığını görüyorum. Ancak Trump yönetimi Avrupa’nın güvenliği konusunda son derece endişeli ve Rusya ile Ukrayna arasında makul bir çözüme ulaşabileceğimize inanıyor olsa da – ve ayrıca önümüzdeki yıllarda Avrupa’nın kendi savunmasını sağlamak için büyük bir adım atmasının önemli olduğuna inanıyoruz – Avrupa’ya karşı en çok endişe duyduğum tehdit Rusya değil, Çin değil, başka bir dış aktör değil. Benim endişelendiğim şey içeriden gelen tehdittir. Avrupa’nın en temel değerlerinden, Amerika Birleşik Devletleri ile paylaştığı değerlerden uzaklaşması. Eski bir Avrupa Komisyonu üyesinin geçtiğimiz günlerde televizyona çıkıp Romanya hükümetinin bir seçimi iptal etmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirmesi beni çok etkiledi. İşler planlandığı gibi gitmezse aynı şeyin Almanya’da da olabileceği uyarısında bulundu. Şimdi, bu küstahça açıklamalar Amerikalı kulaklar için şok edici. Yıllardır bize finanse ettiğimiz ve desteklediğimiz her şeyin ortak demokratik değerlerimiz adına olduğu söylendi. Ukrayna politikamızdan dijital sansüre kadar her şey demokrasinin savunulması olarak faturalandırıldı. Ancak Avrupa mahkemelerinin seçimleri iptal ettiğini ve üst düzey yetkililerin diğerlerini iptal etmekle tehdit ettiğini gördüğümüzde, kendimizi uygun şekilde yüksek bir standartta tutup tutmadığımızı sormamız gerekir. Kendimizi diyorum çünkü temelde aynı takımda olduğumuza inanıyorum. Demokratik değerler hakkında konuşmaktan daha fazlasını yapmalıyız. Onları yaşamalıyız.

Şimdi, bu salondaki birçoğunuzun yaşayan hafızasında, soğuk savaş, demokrasinin savunucularını bu kıtada çok daha zalim güçlere karşı konumlandırdı. Ve bu savaşta muhalifleri sansürleyen, kiliseleri kapatan, seçimleri iptal eden tarafı düşünün. Onlar iyi adamlar mıydı? Kesinlikle değillerdi. Ve Tanrı’ya şükür ki soğuk savaşı kaybettiler. Kaybettiler çünkü özgürlüğün tüm olağanüstü nimetlerine, şaşırtma, hata yapma, icat etme, inşa etme özgürlüğüne ne değer verdiler ne de saygı duydular. Anlaşıldığı üzere, insanları ne düşünmeye, ne hissetmeye ya da neye inanmaya zorlayamayacağınız gibi, yenilikçiliği ya da yaratıcılığı da zorunlu kılamazsınız. Ve biz bunların kesinlikle birbiriyle bağlantılı olduğuna inanıyoruz. Ve ne yazık ki bugün Avrupa’ya baktığımda, soğuk savaşın kazananlarından bazılarına ne olduğu bazen o kadar da net değil. Eğer kendi seçmenlerinizden korkuyorsanız, Amerika’nın sizin için yapabileceği hiçbir şey yok. AB Komisyonu komiserlerinin vatandaşları sivil kargaşa dönemlerinde sosyal medyayı kapatma niyetinde oldukları konusunda uyardığı Brüksel’e bakıyorum: ‘nefret içerikli’ olarak değerlendirdikleri şeyleri tespit ettikleri anda. Ya da polisin internette ‘kadın düşmanlığıyla mücadele’ kapsamında anti-feminist yorumlar paylaştığından şüphelenilen vatandaşlara yönelik baskınlar düzenlediği bu ülkeye. İki hafta önce hükümetin, arkadaşının öldürülmesiyle sonuçlanan Kuran yakma eylemlerine katıldığı için bir Hıristiyan aktivisti mahkûm ettiği İsveç’e bakıyorum. Davaya bakan yargıcın da tüyler ürpertici bir şekilde belirttiği gibi, İsveç’in sözde ifade özgürlüğünü koruyan yasaları, aslında -tırnak içinde söylüyorum- o inanca sahip grubu rencide etme riski olmadan herhangi bir şey yapma ya da söyleme ‘özgürlüğü’ vermiyor. Ve belki de en endişe verici olanı, vicdan haklarından uzaklaşmanın özellikle dindar İngilizlerin temel özgürlüklerini hedef tahtasına oturttuğu çok sevgili dostlarımız Birleşik Krallık’a bakıyorum. İki yıldan biraz daha uzun bir süre önce İngiliz hükümeti, 51 yaşında bir fizyoterapist ve ordu gazisi olan Adam Smith Conner’ı, bir kürtaj kliniğinin 50 metre uzağında durup üç dakika boyunca sessizce dua etmek, kimseyi engellememek, kimseyle etkileşime girmemek, sadece kendi başına sessizce dua etmek gibi iğrenç bir suçla itham etti. İngiliz kolluk kuvvetleri kendisini fark edip ne için dua ettiğini öğrenmek istediğinde Adam basitçe doğmamış oğlu için dua ettiğini söyledi. Kendisi ve eski kız arkadaşı yıllar önce kürtaj yaptırmışlardı. Memurlar hiç etkilenmemişti. Adam, bir kürtaj tesisinin 200 metre yakınında sessiz dua etmeyi ve bir kişinin kararını etkileyebilecek diğer eylemleri suç sayan hükümetin yeni Tampon Bölgeler Yasasını ihlal etmekten suçlu bulundu. Savcılığa binlerce pound yasal masraf ödemeye mahkûm edildi.

Şimdi, bunun bir tesadüf olduğunu, tek bir kişiye karşı çıkarılan kötü yazılmış bir yasanın tek seferlik, çılgın bir örneği olduğunu söylemek isterdim. Ama hayır. Geçtiğimiz Ekim ayında, sadece birkaç ay önce, İskoç hükümeti evleri sözde güvenli erişim bölgeleri içinde kalan vatandaşlara mektuplar dağıtmaya başladı ve onları kendi evlerinde özel dua etmenin bile yasaları çiğnemek anlamına gelebileceği konusunda uyardı. Doğal olarak hükümet, okuyucuları İngiltere ve Avrupa genelinde düşünce suçu işlediğinden şüphelenilen vatandaşları ihbar etmeye çağırdı. Korkarım ki ifade özgürlüğü geri çekiliyor ve komedi adına, dostlarım, ama aynı zamanda hakikat adına, bazen sansür için en yüksek seslerin Avrupa’dan değil, önceki yönetimin sözde yanlış bilgileri sansürlemek için sosyal medya şirketlerini tehdit ettiği ve zorbalık yaptığı kendi ülkemden geldiğini itiraf edeceğim. Örneğin, koronavirüsün Çin’deki bir laboratuvardan sızmış olabileceği fikri gibi yanlış bilgiler. Kendi hükümetimiz, apaçık bir gerçeği dile getirmeye cesaret eden insanları susturmaları için özel şirketleri teşvik etti. Dolayısıyla bugün buraya sadece bir gözlemle değil, bir teklifle geliyorum. Nasıl ki Biden yönetimi insanları fikirlerini söyledikleri için susturmak konusunda çaresiz göründüyse, Trump yönetimi de tam tersini yapacaktır ve umarım bu konuda birlikte çalışabiliriz. Washington’da yeni bir şerif var. Donald Trump’ın liderliğinde görüşlerinize katılmıyor olabiliriz ama bunları kamusal alanda dile getirme hakkınızı savunmak için mücadele edeceğiz.

Şimdi geldiğimiz noktada durum o kadar kötü bir hal aldı ki, bu Aralık ayında Romanya bir istihbarat teşkilatının çürük şüpheleri ve kıta komşularından gelen büyük baskılar üzerine başkanlık seçimlerinin sonuçlarını doğrudan iptal etti. Anladığım kadarıyla argüman Rusya’nın Romanya seçimlerine dezenformasyon bulaştırdığı yönündeydi. Ancak Avrupalı dostlarımdan biraz perspektif sahibi olmalarını rica ediyorum. Rusya’nın seçimlerinizi etkilemek için sosyal medya reklamları satın almasının yanlış olduğuna inanabilirsiniz. Biz kesinlikle inanıyoruz. Hatta bunu dünya sahnesinde kınayabilirsiniz. Ancak demokrasiniz yabancı bir ülkeden gelen birkaç yüz bin dolarlık dijital reklamla yok edilebiliyorsa, o zaman başlangıçta çok da güçlü değildir.

Şimdi, iyi haber şu ki, demokrasilerinizin birçok insanın korktuğundan çok daha az kırılgan olduğunu düşünüyorum. Demokrasiye inanmak, vatandaşlarımızın her birinin bilgeliğe ve söz hakkına sahip olduğunu anlamaktır. Vatandaşlarımızın düşüncelerini ifade etmelerine izin vermenin onları daha da güçlü kılacağına gerçekten inanıyorum. Tabii ki bu da bizi Münih’e geri getiriyor; tam da bu konferansı düzenleyenler, hem sol hem de sağ popülist partileri temsil eden milletvekillerinin bu konuşmalara katılmasını yasakladı.

Şimdi, tekrar ediyorum, insanların söylediği her şeye ya da her şeye katılmak zorunda değiliz. Ancak siyasi liderler önemli bir seçmen kitlesini temsil ediyorsa, en azından onlarla diyaloğa katılmak bizim görevimizdir. Atlantik’in diğer yakasındaki birçoğumuz için bu durum, alternatif bir bakış açısına sahip birinin farklı bir görüş ifade edebileceği ya da Tanrı korusun farklı bir şekilde oy kullanabileceği, hatta daha da kötüsü bir seçim kazanabileceği fikrinden hoşlanmayan, yanlış bilgilendirme ve dezenformasyon gibi çirkin Sovyet dönemi kelimelerinin arkasına saklanan eski yerleşik çıkarlar gibi görünüyor.

Şimdi, bu bir güvenlik konferansı ve eminim hepiniz buraya önümüzdeki birkaç yıl içinde savunma harcamalarını yeni bir hedef doğrultusunda tam olarak nasıl arttırmayı planladığınızı anlatmaya hazırlıklı geldiniz. Bu harika bir şey çünkü Başkan Trump’ın da açıkça ifade ettiği üzere, Avrupalı dostlarımızın bu kıtanın geleceğinde daha büyük bir rol oynaması gerektiğine inanıyor. Bu ‘yük paylaşımı’ terimini duyduğunuzu sanmıyoruz, ancak Amerika dünyanın büyük tehlike altında olan bölgelerine odaklanırken Avrupalıların adım atmasının birlikte ortak bir ittifak içinde olmanın önemli bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Ancak şunu da sormama izin verin, ilk etapta neyi savunduğumuzu bilmezsek bu tür bütçe sorularını nasıl düşünmeye başlayacaksınız? Yaptığım konuşmalarda çok şey duydum ve bu odada toplanan pek çok kişiyle çok ama çok güzel sohbetler yaptım. Kendinizi nelerden korumanız gerektiği konusunda çok şey duydum ve elbette bu önemli. Ancak bana biraz daha az net görünen ve kesinlikle birçok Avrupa vatandaşı için de düşündüğüm şey, kendinizi tam olarak ne için savunduğunuzdur. Hepimizin çok önemli olduğuna inandığı bu ortak güvenlik sözleşmesini canlandıran olumlu vizyon nedir? Kendi halkınıza rehberlik eden seslerden, fikirlerden ve vicdandan korkarsanız güvenliğin olmayacağına yürekten inanıyorum. Avrupa pek çok güçlükle karşı karşıyadır. Ancak bu kıtanın şu anda karşı karşıya olduğu kriz, hep birlikte karşı karşıya olduğumuza inandığım kriz, kendi yarattığımız bir krizdir. Eğer kendi seçmenlerinizden korkuyorsanız, Amerika’nın sizin için yapabileceği hiçbir şey yoktur. Aynı şekilde beni seçen ve Başkan Trump’ı seçen Amerikan halkı için de yapabileceğiniz bir şey yoktur. Önümüzdeki yıllarda değerli herhangi bir şeyi başarmak için demokratik yetkilere ihtiyacınız var. Zayıf yetkilerin istikrarsız sonuçlar doğurduğunu hiç mi öğrenmedik? Ancak vatandaşlarınızın sesine daha duyarlı olmanın getireceğini düşündüğüm türden bir demokratik yetki ile başarılabilecek çok fazla değer var. Eğer rekabetçi ekonomilerin, uygun fiyatlı enerjinin ve güvenli tedarik zincirlerinin tadını çıkarmak istiyorsanız, o zaman yönetmek için yetkilere ihtiyacınız var, çünkü tüm bunların tadını çıkarmak için zor seçimler yapmak zorundasınız. Ve elbette bunu çok iyi biliyoruz.

Amerika’da muhaliflerinizi sansürleyerek ya da hapse atarak demokratik bir yetki kazanamazsınız. Bu ister muhalefet lideri olsun, ister evinde dua eden mütevazı bir Hıristiyan ya da haber yapmaya çalışan bir gazeteci. Kimin ortak toplumumuzun bir parçası olacağı gibi sorularda temel seçmen kitlenizi göz ardı ederek de bir seçim kazanamazsınız.

Burada temsil edilen ulusların karşı karşıya olduğu tüm acil güçlükler arasında, kitlesel göçten daha acil bir şey olmadığına inanıyorum. Bugün bu ülkede yaşayan neredeyse her beş kişiden biri yurt dışından buraya taşınmıştır. Bu elbette tüm zamanların en yüksek rakamı. Bu arada Amerika Birleşik Devletleri’nde de benzer bir rakam söz konusudur ve bu da tüm zamanların en yüksek seviyesidir. AB üyesi olmayan ülkelerden AB’ye giriş yapan göçmenlerin sayısı sadece 2021 ve 2022 yılları arasında iki katına çıkmıştır. Ve elbette o zamandan bu yana çok daha yükseldi. Ve biz durumu biliyoruz. Bu bir boşlukta ortaya çıkmadı. Kıtanın dört bir yanındaki politikacılar ve dünyanın dört bir yanındaki diğerleri tarafından on yıl boyunca alınan bir dizi bilinçli kararın sonucudur. Bu kararların yol açtığı dehşeti dün tam da bu şehirde gördük. Ve elbette, Münih’te güzel bir kış gününü mahveden korkunç kurbanları düşünmeden bu konuyu tekrar gündeme getiremem. Düşüncelerimiz ve dualarımız onlarla ve onlarla kalmaya devam edecek. Peki ama neden böyle bir şey oldu? Bu korkunç bir hikâye, ancak Avrupa’da ve ne yazık ki Amerika Birleşik Devletleri’nde de pek çok kez duyduğumuz bir hikâye. Genellikle 20’li yaşlarının ortasında genç bir adam olan ve polis tarafından zaten tanınan bir sığınmacı, bir arabayı kalabalığın üzerine sürer ve bir topluluğu paramparça eder. Birlik. Rotamızı değiştirmeden ve ortak medeniyetimizi yeni bir yöne doğru götürmeden önce bu korkunç aksilikleri daha kaç kez yaşamamız gerekiyor? Bu kıtadaki hiçbir seçmen, milyonlarca incelenmemiş göçmene kapıları açmak için sandığa gitmedi. Ama neye oy verdiler biliyor musunuz? İngiltere’de Brexit’e oy verdiler. Kabul etsinler ya da etmesinler, oylarını buna verdiler. Ve Avrupa’nın her yerinde giderek daha fazla sayıda insan, kontrolden çıkmış göçe son vermeyi vaat eden siyasi liderlere oy veriyor. Şimdi, bu endişelerin çoğuna katılıyorum, ancak benimle aynı fikirde olmak zorunda değilsiniz. Ben sadece insanların evlerini önemsediğini düşünüyorum. Hayallerini önemsiyorlar. Güvenliklerini, kendilerini ve çocuklarını geçindirme kapasitelerini önemsiyorlar. Ve akıllılar. Sanırım siyasette geçirdiğim kısa süre içinde öğrendiğim en önemli şeylerden biri bu.

Davos’ta birkaç dağ ötede duyabileceğinizin aksine, tüm uluslarımızın vatandaşları genellikle kendilerini eğitimli hayvanlar ya da küresel ekonominin değiştirilebilir dişlileri olarak görmüyorlar. Ve liderleri tarafından karıştırılmak ya da acımasızca görmezden gelinmek istememeleri hiç de şaşırtıcı değil. Demokrasinin işi de bu büyük soruları sandıkta karara bağlamaktır. İnsanları yok saymanın, endişelerini görmezden gelmenin ya da daha da kötüsü medyayı kapatmanın, seçimleri durdurmanın ya da insanları siyasi sürecin dışında bırakmanın hiçbir şeyi korumadığına inanıyorum. Aslında bu, demokrasiyi yok etmenin en kesin yoludur. Sesinizi yükseltmek ve görüşlerinizi ifade etmek seçimlere müdahale değildir. İnsanlar kendi ülkeniz dışında görüşlerini ifade etseler ve bu insanlar çok etkili olsalar bile – ve bana güvenin, bunu tüm mizahımla söylüyorum- eğer Amerikan demokrasisi Greta Thunberg’in azarlamalarına on yıl dayanabiliyorsa, siz de Elon Musk’ın birkaç ayına dayanabilirsiniz. Ancak Amerikan, Alman ya da Avrupalı hiçbir demokrasinin kaldıramayacağı şey, milyonlarca seçmene düşüncelerinin ve endişelerinin, isteklerinin, rahatlama taleplerinin geçersiz ya da dikkate alınmaya bile değmez olduğunu söylemektir. Demokrasi, halkın sesinin önemli olduğu kutsal ilkesine dayanır. Güvenlik duvarlarına yer yoktur. Bu ilkeye ya uyarsınız ya da uymazsınız. Avrupalıların, halkın bir sesi var. Avrupalı liderlerin bir seçeneği var. Ve benim güçlü inancım, gelecekten korkmamıza gerek olmadığı yönündedir. Şaşırtıcı olsa bile, aynı fikirde olmasanız bile, halkınızın size söylediklerini kucaklayın. Bunu yaptığınız takdirde, ulusun her birinizin arkasında durduğunu bilerek geleceğe güvenle bakabilirsiniz. İşte bana göre demokrasinin en büyük büyüsü budur. Bu taş binalarda ya da güzel otellerde değil. Ortak bir toplum olarak birlikte inşa ettiğimiz büyük kurumlarda bile değil. Demokrasiye inanmak, her bir vatandaşımızın bilgeliğe ve sese sahip olduğunu anlamaktır. Ve eğer bu sesi dinlemeyi reddedersek, en başarılı mücadelelerimiz bile çok az şeyi güvence altına alacaktır. Bana göre bu kıtada ya da başka herhangi bir kıtada demokrasinin en sıra dışı savunucularından biri olan Papa 2. John Paul’un bir zamanlar söylediği gibi, ‘korkmayın’. Liderleriyle aynı fikirde olmayan görüşlerini ifade ettiklerinde bile halkımızdan korkmamalıyız. Hepinize teşekkür ederim. Hepinize iyi şanslar. Tanrı sizi korusun.”

[i] Yıldız Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
Mehmet Akif OKUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen