Turgut GÜLER
Yahyâ Kemâl’in, o pek nefîs Itrî şiirinde geçen:
“Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini”
mısrâları, kazâ ile kaderi Itrî’yi kıskanma makâmına çıkarır. Itrî’nin bestelerini kıskanan kazâ, ne kadar bediîdir ve kazâ olmakta ne kadar isâbet etmiştir.
Kazâ, alın yazısı mânâsına kullanıldığında, kaderin yanına yol arkadaşı oluyor. Âmentü’de geçen kader, insan ömrünün meçhûl geleceğini anlatıyor. Bu gelecekteki ağaran ve kararan tarafları da hayır ve şer temsîl ediyor.
Hakkı arama, bulma ve ikaame etme sistemine, Dünyâ’nın her tarafında hukuk deniyor. İslâm âlemindeki kadîm hukûkun adı, “kazâ”. Kazâyı kuvveden fiile çıkaran fâile de kâdı ismi verilmiş. Zamanla kâdının ilk hecesi de kısalmış. Istanbul’un Anadolu yakasındaki büyük yerleşim yerlerinden biri, adını bu kelimeden alıyor. Kadıköy, bugünlere uzanan canlı bir “kadı”lı mekân.
Kadı tâyin olunan beldelere kazâ diyorduk. Kadılık demek olan kazâ, daha sonraları ilçeye dönüştü, idârecisine de kaymakâm (kaaim-makâm) denildi.
Vaktinde edâ edilmeyen bir kısım ibâdetin, daha sonra yerine getirilmesi de kazâ tâbiriyle karşılanıyor. Kazâya bırakılan namâzla orucun, İslâm indinde kabûl edilebilir mâzeretlerinin bulunması lâzım. Kazâsı olmayan namâzlar da var tabiî ki. Cum’â, terâvih, cenâze, vitir namâzları, bu kategoriye giriyor.
Hayâtımızda kazâen meydâna gelen bir sürü iş ve gelişme var. Olmaması gereken, ama isteğimiz dışında oluveren yanlışlık, hatâ, hep böyle kazâen tecellî ediyor. Sehven yapılan işlerin, biraz daha ağır netîce doğuranına kazâen sıfatı konuyor.
İhmâl, bilgisizlik, vurdumduymazlık ve en kötüsü kasıt ile ulaşılan aksi durumlara da kazâ diyoruz. Ölümler, hasarlar, yaralanmalar, hayat boyu izi kaybolmayan darbeler, hep böylesi kazâların eseri sayılıyor.
Devletlerin, ülkelerin, milletlerin hayâtında da bu şekil kazâlar oluyor. Türk milleti, târîhî yolculuğunda, blânçosu çok ağır trafik kazâları geçirmiştir. Bedelini, üstüne bindirilen fâizleriyle birlikte ödeye ödeye bugünlere geldiğimiz bu kazâların, hem de öncekilere benzer şekilde yeniden yaşanması, ibret ve ders alınmadığını gösteriyor.
Dünyâ târîhinde ve milletlerarası arenada meydâna gelen kazâlar, otomobil yarışlarındaki kazâlar gibi, tahrîbâtı çok, zâyiâtı ağır kazâlar oluyor.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşuna tekaddüm eden yıllarda, Karahanlı ve Gazneli devletleri, kendi soylarından Kınık Boyu için, çok incitici bir siyâset tâkib ediyorlardı. Gazneli Mahmud ile Karahanlı Kadır Hân, Kınık Boyu’nu tesirsiz hâle getirmek için bir araya gelip, ne yapılacağını kararlaştırmışlardı. Hattâ işin içine – Türk’e aslâ yakışmayacak – hîle ve desîseyi de karıştırarak Kınık lideri Arslan Yabgu’yu pusuya düşürerek yakalamışlardı. Kınık Boyu’na revâ görülen bütün bu hareketler, hep dostluk adı altına yapılıyordu.
Gazneli-Karahanlı kıskacını, ancak kendi irâde ve azimleriyle kırabileceklerine îmân eden Kınık Boyu, Dandanâkan Zaferi’yle nihâyete eren mücâdeleyi kazanmışlar ve Dünyâ târîhinin en mühim imparatorluklarından birini kurmuşlardı.
Bilge Kağan’ın o nefîs hitâbını, bugün milletimize yeniden ezberletmek lâzımdır: «Üze Tengri basmasar, altta yer telinmeser, senin ilingin, törüngün kim artaçı utaçı ertir?»
İzzet-i nefsine hakâret ettirenler, bir müddet sonra bünyelerinde, arasalar da izzet-i nefis bulamazlar. Haysiyetini kaybetmiş bir milletin, sayısı ve gücü ne olursa olsun, başa çıkabileceği bir müşkilât yoktur.
Emredemeyen âmir olamaz. Âmir olamayan da mâmûr olamaz. Bu işin tek çıkar yolu; haysiyetimizi, vakarımızı, değerimizi bilmektir. “ Girit’i, aldığımız fiyata satarız!” diyen merdâne duruşu, akıl defterimize silinmez harflerle kaydedip bayramsız ve bayraksız kalanlara bakarak, gönül dinçliği aramalıyız.