Prof.Dr. Rahmi KARAKUŞ[i]
Kelam İslam dünyasının “İslami İlimler” başlığı altında yer alan en eski disiplinlerinden biridir. İlgilendiği konuların eskiliği ve zaman içinde kazandığı biçim ve değer ile İslam dünyasında belirleyici disiplinlerden olmuştur. Tarihini Hz. Ali’nin yaptığı inanç tartışmalarına kadar geri götürenler olduğu gibi konuyla ilgili ilk eseri de Vasıl Bin Ata’nın yazdığı ileri sürülür.
Düşünce tarihimizde onu dışarıdan denebilecek bir tutumla ilk tanımlayanlardan bir Farâbî olmuştur. Ona göre kelam, “dinin kurucusunun açıkça belirtmiş olduğu belli inanç ve fiilleri muzaffer kılmaya ve bu fiiller ve inançlara aykırı olan her şeyi sözle çürütmeye (tazyif) muktedir kılan bir yetidir”.[1] Görüldüğü üzere onun teorik ve pratik yönü olduğu gibi bu alanda yetkinliği gerçekleştirmek gibi bir hedefi söz konusudur. Kelamcıların amaçlarına ermek için birbirinden farklı usuller kullandıklarını söyleyerek onların yollarını anlatmaya çalışır. Bazıları başka dinlerin sözlerinden istifade ettiği gibi bazıları da aklı aşan bir kaynaktan bilgi sahibi olduğunu ve toplumsal hayat için gerekliğini ispat ederek peygamberin sözlerini kullanır. Hatta onların bazıları dinlerini muzaffer kılmak, güzel göstermek, onunla ilgili şüpheleri ortadan kaldırmak” vb için “yalan, aldatma, şaşırtma ve kandırmayı kullanmakta bir beis görmezler”.[2]
Farâbî sonrasında onu kuşatıcı bir surette ele alanların en önemlilerinden biri İbn Haldun’dur. “İlm-i kelam bir ilimdir ki akaid-i imaniyyeyiedille-i ak- liyye ile isbat ve akayidde Eslaf-ı ümmet ve Ehl-i Sünnet ve Cema’at mezhebi olan meslek-i müstakimden münharif olan ehl-i bid’atired hususlarını mutazammın olur”.[3] Dolayısıyla iman konularında belli bir anlayışı akli ispat ve bidatcilerin karıştırmalarını reddetmek esastır. İmanın kendisi konusunda da tafsilata giren İbn Haldun onun birinci mertebesinin “lisana muvafık olan tasdik-i kalbi”, buna karşılık en yüksek mertebesinin ise “amalden hasıl olan iman-ı kamile” olduğunu söyler.[4] Özellikle Eş’ari kelamı üzerinden bu disiplinin 14. Asra kadarki sürecini anlatan ve değerlendiren İbn Haldun konuyu ele aldığı eseri Mukaddime’sinde Mâturîdîliğe yer vermez.
Kelamın ortaya çıkışı ve gelişimi üzerine batılı çalışmalar -özellikle eski yunan düşüncesi ve Hristiyanlık düşüncesinin etkilerini de sorgulama ve göstermek maksadıyla-dışarıdan bir bakış için İbn Meymun’un da görüşlerine yer verirler.[5] Fakat geleneğimizde disiplin sorgulayıcısı Gazâlî’nin ortak otorite konumu sebebiyle görüşleri kanaatimce daha önemlidir. Çünkü bu disiplinin ikinci kurucusu o sayılmalıdır. Zira onu felsefe ve mantıkla imtizaç ettiren odur.
Gazâlî’ye göre kelam, konuyu tartıştığı eserlere göre birbirinden farklı şekillerde daha doğrusu maksada ve bağlama göre tarif edilir. Mesela El- Mustasfa’da, “Kelam ilmi dini ilimler içerisinde külli ilim, diğerleri cüzzi ilimlerdir” diyerek Mütekellim, “En genel şeyi yani var olanlar üzerinde düşünür ve onu inceler” der. Sırasıyla kelamcı var olan hakkında kadim ve hadis olma durumunu tartışır ve buna bağlı olarak ‘caiz’, ‘vacip’, ‘imkânsız’, ‘cevher’, ‘araz’ vb. kavramlarla var olan hakkında nihai hükmünü verir. Sonrasında ‘’kelamcının sözü biter, aklın işlevi sona erer. Aslında akıl peygamberin doğruluğuna delalet eder, fakat sonra kendini azlederek, peygamberin Allah’a ahiret ve aklın tek başına idrak edemeyeceği fakat aynı zamanda ./. İmkânsızlığına da hükmede- meyeceği benzeri konular hakkında söylediği şeyleri kabul ettiğini itiraf eder.”[6]
Gazâlî’ye göre İslami ilimler diye adlandırdığımız disiplinler kelamdan sonra başlarlar. Çünkü Mütekelli- mi’nin inceleme ve araştırması öncelikle en genel şeyden yani mevcuttan başlayıp en özele doğru iner. O “diğer dini ilimlerin Kitap, Sünnet ve Peygamberin doğruluğu gibi ilkelerini ortaya koyar”.[7]
El- Munkız da ise, ehli sünnetinancını korumak ve bu inancı karıştırmak isteyenlere karşı koymakşek- lindeki bir gaye ile tanımladığı kelamı farz-ı kifaye kabul eder.[8] Fakat hakikat konusunda kendisine yardımcı olacak olan bu disiplin değildir. Başka bir ifade ile şüpheden kurtulup kesin hakikati bulabildiği disiplin sufilerin yolu olmuştur. Yani müslümanlar- dan bir kısmının kendisiyle ilgilenmesi yeterli olan bir disiplindir. Bu kanaatini başka bir eserinde (Faysal et-Tefrika) kelam ilminin öğrenilmesini haram sayma noktasına ulaştırmıştır. Bu hükümden istisna tuttuğu kimseler ise;
Zeki ve okumuş olup şüpheye düşen kimseler.
İmanı sağlam, ilmi derin ve gayesi başkalarını manen tedavi etmek olan kimse[9] Gazâlî’ye göre insanlar “dört fırka”ya ayrılırlar. İlk fırka, Allah’a inanıp peygamberi tasdik eden ve O’nun elçiliğinin gerçekliğine iman edip bunu vicdanına yerleştiren kimselerdir. Bunlar imanlarının gereği olarak ibadet ve gündelik işleriyle meşgul olurlar. İkincisi ise, küçüklüğünden geçkin yaşına kadar yanlışa alışmış, taklitte donup kalmış, aklı zayıf, kuru ve kaba olanlardır.
Aklın ışığı Allah’ın ancak nadir kullarına verdiği bir nimettir. Bu nimetten yoksun olanlar Hakk’a inanmaktan yüz çeviren kimselerdir. Bunlar “kâfir” ve “bid’atçiler” den başkası değildir. Üçüncü grup ise, yaratılıştan zekâ ve anlayış özelliğine sahip, Hakk’a taklit yoluyla veya işiterek inanmış kişilerdir. Dördüncü grup, zekâ ve anlayış meziyetleri olan inançlarına gelen şüphe sebebiyle gerçeği kabul etmeleri beklenen veya doğuş ve yaratılış itibariyle şüpheciliğe temayül eden sapık insanlardır.[10]
Gazâlî’ye göre bu dört tür insandan birincilere, inançlarını karıştırmamak için kelam disiplini gerekli değildir. Hatta uzak tutmak gerekir. Çünkü onların tasdiki araştırma ve delile değil belki doğruya boyun eğmeye, gerçeği kabul etmeye rehberlik eden, kalplere işlemiş karine ve doğuşlarla hâsıl olmuştu[11]. İkinci tür insanlar aklı zayıf, kuru ve kaba olduğundan ve küçüklüğünden geçkin yaşına kadar bir alışkanlık kazandığından, ancak kılıç ve kırbaç tesir eder. Dolayısıyla bunlar için kelam bahisleri de faydasızdır. Böylece kelamın ancak üçüncü ve dördüncü gruptaki insanlara mahsus olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat yine de münakaşanın, sapıklığın sebeplerini arttırarak ısrar ve inadın amellerini harekete getirdiğini, muarızların zayıflarına alay ve hakaret gözüyle bakmanın onların kalplerinde muhalefet ve inat sebeplerini ve ayrıca içlerindeki batıl inançları keskinleştirdiğini unutmamak gerekir. Kısacası sapıklığa düşen, irşad etmek için iyilik ve yumuşaklık yolunu tutmalı, taassup ve inadın devamını sağlayacak sebepleri harekete getirmekten ve böylece sapıklığın kökleşmesine yardım etmekten sorumlu tutulacağını unutmamalıdır.
Gazâlî nihai hükmünü el-Munkız’da vermiş olmakla birlikte kelam konuları hakkındaki görüşlerini El- iktisad Fi’l-İ’tikad adlı eserinde ortaya koymuştur. Ona göre kelamın konuları ‘Ulûhiyet’, ‘Nübüvvet’, ve ‘İmamet’ ana başlıkları altında toplanmaktadır. İlginç olan bu bahislerin içerisinde imanın bir başlık olarak konuşulmadığıdır. Diğer bir deyişle iman konusunu şeriatin hükümlerinin tasdiki meselesi başlığı altında düşünür. Gazâlî’ye göre imandan, “bazen yakıni delillere dayanan tasdik, bazen herhangi bir şüphe bulunmamak şartıyla taklit ile elde edilen inanç kastedildiği gibi bazen de bu isim, tasdikin bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bulunduğu bir inanç”a verilir”.[12] Görüldüğü gibi o iman için akli, hissi ve bunların ayrıca eylem birlikteliği şeklindeki mümkün üç muhtevayı literatüre gönderme yaparak sunmaktadır.
Bu üç anlamı da ayrı ayrı tartışan Gazâlî, özellikle üçüncü manadaki imanın, aralarındaki ilişki zorunlu olmasa da birbirini destekleyeceği için önemser. Onun ifadesi ile; “Kendi inancına uygun olarak uzun zaman amel eden kişinin bu inancını değiştirmek veya bu konuda kendisini şüpheye düşürmek isteyen bir kimsenin, bu isteğini yerine getirebilmesi, amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur”.[13] Bunun anlamı kuvvetli iman, eylemle desteklenmiş, davranışlarla içselleştirilmiş veya mizaç haline getirilmiş tasdiktir.
Osmanlı medreselerinin kelam müfredatında belirleyici olan Gazâlî çizgisinin filozof kelamcısı Fahred- din Razi ise el-Muhassal’ında iman bahsine iki sayfadan fazla yer vermez.[14]Bu eser kelamın devrinin felsefesi ile ne kadar imtizaç etiğinin -İbn Sina birikimi- çok iyi bir numunesidir. Ortaçağın varlık soruşturmasında esas olan konu, yöntem ve kavramları açıklayan bu eser mantık ve akılcılık esaslı bir içeriğe sahiptir.
Bir insani eylem olmak bakımından iman, güvenmek ve tasdik kelimeleri ile birlikte düşünülmek durumundadır. Lügatte “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak” manasındaki eman kökünden türeyen iman, “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” şeklinde tarif edilir. Yakın anlamdaşı ise itikattır. İtikad da, “sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdik etmek” manasındaki akt kökünden türediği bilinmektedir. İslam dini bağlamında iman ise, “ Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmak” şeklinde anlaşılır. Fırkalar ya da mezhepler bakımından birbirinden farklı şekillerde anlaşılıp tarif edilmiş olan iman, ayrıca İslam kelimesi ile birlikte de dikkate alınarak çokça tartışılmıştır. Nitekim İzutsu iman konusundaki görüşleri bakımında Eş’ari’nin iman sorununa gösterdikleri değişik tepkiler dolayısıyla ekolleri 13 ayrı guruba ayırdığını söy- ler.[15] Dolayısıyla literatür bu konuda son derece zengin bir birikime sahip gözükmektedir.
İmâm Mâturîdî kelami görüşlerini yansıtan Kitab-ı Tevhid ’inde iman hakkında konuşmaya, çalışmasının son otuz sayfasını ayırmış görülmektedir. İmanın ne olduğu, onun bilgi olup olmadığı, yaratılıp yaratılmadığı, iman ve İslam arasında bir fark olup olmadığı mukayeselerle tartışılır. İman konusundaki tartışmalara gelmeden önce, dini kazanmanın araçları olarak bilgi ve delil konusunu inceler. Daha sonra âlemin hadis olduğu, kadim olduğunu iddia edenlerin görüşleri reddedilerek ele alınır. Sonraki konu, Allah ve sıfatlarıdır. Yine onun âlemle ilişkilerini konu alan bahisler tartışılır. Allah ve âlem ilişkisinin akabinde peygamberliğin ele alınması söz konusudur. Burada özellikle Hz. Peygamberin peygamberliğinin ispatı da tartışılır. Bu tartışma da Hristiyanların İsa hakkındaki görüşleri dikkate alınarak yapılır. Daha sonra ele alınan konu; kulların fiilleri, irade sahibi olup olmadıkları, kaza ve kaderin nasıl anlaşılacağı bahisleridir. En son ele alınan konu ise imandır. Bu konulara ayrıntılarını genelleyerek baktığımızda, önce bilginin ne olduğu ve doğru bilgi sebebiyle epistemoloji; daha sonra Allah-âlem ilişkisi dolayısıyla ontoloji ve nihayet kulların fiilleri ve iman bahislerini etik olarak görmek mümkündür. Bu haliyle kelama Müslüman felsefesi ─fakat bu felsefenin bir Ortaçağ felsefesi olduğunu da unutmamak kaydıyla─ yakıştırması yapılabilir.
Kelam disiplininde imanın Mâturîdî’de de -Gazâlî ve Razi’de olduğu gibi- son bahis olarak ele alınması kelamın bir yönüyle iman için gerekli zihinsel hazır oluşu sağlamaya matuf bir disiplin olduğunu düşündürmektedir. Fakat ne olursa olsun iman hakkında konuşmak Kelam’ın konusudur. İman hakkında etraflı bir soruşturma yapmış olan T. İzutsu’ya göre “Müslüman kelamcıların imanın doğasını müzakere ettikleri klasik şekil, iman kavramında üç ana unsurun kabullüne dayanır: 1-tasdik (bi el-kalb), kalb ile kabul 2- ikrar (bi el-lisan), dil ile beyan, söze dökme 3- amel (el ta’at) itaat eylemleri yahut salih ameller.”[16]
Mâturîdî’ye göre her şeyden önce “İman sözlük açısından tasdikten ibarettir”[17] ve “imanın dinin bütün görevlerinin değil, (kalbe ait) özel bir görevin adı olduğu” dikkate alınmalıdır. Onun bilgi ile özsel bir ilişkisi yoktur. Zira “iman için marifetten öte kalple gerçekleştirilen bir tasdik olgusu vardır. Şu da var ki marifet, tasdike sevkeden bir sebeptir, çoğu zaman bilgisizliğin tekzibe sevkedişi gibi..”[18] Son noktada iman Allah’ın bildiği bir şeydir. Çünkü O “ ‘Allah hepinizin imanını en iyi bilendir’ (Nisa 25) demiş ve imanın sadece kendisinin bileceği bir realite olduğunu açıklamıştır”.[19] Bununla birlikte iman ile bilgi arasında özsel bir ilişki varmış gibi tanımlayanların sözlerini dikkate almak gerekir. Buna göre “İman marifetten ibarettir diyenin sözü, ‘İman -tasdike sevkeden marifetin bulunması halinde- tasdikten ibarettir’ manasına gelir; bu bağlantı sebebiyle iman marifetle tanımlanmıştır, tıpkı imanın Allah’ın lütfu, nimeti, rahmeti ve ele geçirilmesine vesile olan benzeri şeylere nitelendirilmesi gibi; bu nitelendirme imanın gerçekte Allah’ın fiili olduğu manasına gelmez, fakat onun hakikati bundan soyutlanmış da değildir, bu sebeple buna yani lütfuna, nimetine nisbet edilmiştir; işte imanın ilme ve marifete izafe edilmesi de aynı konumdadır.”[20] Dolayısıyla iman öncesinde bilgi bulunan ve Allah’ın lütfettiği bir tasdiktir. Fakat bilgisel hazırlık bulunsa bile lütuf olmadığı sürece imanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Diğer taraftan “İmanla mükellef olmak ancak aklın mevcudiyetiyle gereklilik kazanır, bunun yanında imanı oluşturan hususların mahiyetinin bilinmesi de yine aklın tefekkür ve istidlali ile imkân dâhiline girer; bu ise kalbin bir fonksiyonundan ibarettir; iman da aynı statüye dâhildir.”[21]Dolayısıyla kelamla nelere inanılacağı ortaya konabilir fakat iman etme işi kalpte gerçekleşen ve mahiyeten bilinmesi mümkün olmayan bir bağlanıştır. Nitekim anlam bilim açısından iman konusuna yaklaşanlar onun başlıca dört anlamı olduğunu tespit ederler: Güven, fiil olarak da güvenmek, güven vermek güvene girmek. Buradan hareketle “İman” sözcüğünün temel anlamını inanmak yerine güvenmek sözcüğüyle ifade etmek daha uygun olur. Zira inanmak, iman sözcüğünün anlamını karşılamakta yetersiz kalmaktadır. İman sözcüğünün isim olarak kullanımını ifade etmek için inanmak sözcüğünü kullanamadığımız gibi, amene fiilinin anlamını ifade etmek için de inanmak sözcüğünü kullanamayız. Hâlbuki iman sözcüğünün anlamı olarak güven sözcüğü kullanılırsa bu sözcükle ilgili yukarıdaki gibi olumsuzluklar söz konusu olmayacaktır. Ayrıca güven sözcüğünün anlamında inanmak sözcüğünün anlamından farklı olarak ‘bağlanma duygusu’ gibi bir anlam vardır ki, bu da iman sözcüğünün anlamını inanmak sözcüğü yerine güven sözcüğü ile ifade etmenin daha doğru olacağını gösterir.”[22]
Dolayısıyla iman duygu ile ilgili bir kesinlik yaşayışı şeklinde anlaşılmalıdır. Kelam ya da kısaca “kelime-i şehadet… imana kılavuzluk” yapar.[23] Nitekim İbn Arabî de özellikle en üstün seviyesi ile imanın akli ve bilgisel olmadığı düşüncesindedir. “Mümin mukallittir; çünkü o haberi tasdik eder, hâlbuki bilen haberin doğruluğunu bilen kimsedir. Bu durumda bilen kuşkusuz mümindir. Her ikisi de imanın özelliğinde ortaktırlar. Peygamberler ve kâmil müminler gerçeğe düşünceleri sayesinde ermemişlerdir, onlar Rableri- nin katından gelen şeylerle hakikate ermişlerdir.”[24]
İman konusundaki İslam tarihi boyunca ortaya konmuş görüşleri kritik eden İzutsu çalışmasının nihayetinde konunun ‘tamamen şahsi ve varoluşsal bir mesele’ olduğu sonucuna ulaşır. Buna göre“İmanın öz cevheri teorik olarak bahis konusu edilemeyecek kadar şahsi ve derindir. İmanda son nebzesine kadar teori ve akıldan kaçan bir şey vardır. Eğer, bütün bunlara rağmen, insan olguyu fikren ve zihnen kavramaya kendini zorlarsa imandaki hayat, imandaki kalp atışları zaruri olarak yok olur. Fakat emek boşa harcanmış değildir, çünkü imanın tahlil ile fikri yönden kavranması, görünüşte muğlak, tanımsız ve safi psikolojik halin altında yatan somut yapıyı açığa vurur.. ..(Müslüman düşünürler) imanın kavramsal yapısını çıplaklığı içinde ortaya koymayı başardılar, ama derin ve şahsi bir şey, gerçekten hayati olan bir şey onların ince tahlillerinin dışında kaldı .. /..İman kavramı sırasında kelamcılar tarafından işaret edilen, atıf yapılan Allah sevgisi, Allah korkusu, tevazu ve teslimiyet vb. kavramalar tahlillere eklenmeye çalışılsa da meselelerin ele alınış yöntemi için bunlar çok uygun kavramlar değildi, çünkü ‘ilgi konuları bunlar değildi.”[25] Meselenin bu tarafı sufilerce özellikle takva kavramı çevresin de ele alınmış görünmektedir. Böy- lece bir taraftan meşhur Cibril hadisinde yer alan tanımlama bir manada tamamlanmış oluyor diğer taraftan akli seviyede ele alınmış konu eyleme aktarılmak ve hakiki haliyle tevhid gerçekleştirilmiş olmaktadır. Bunun iyi bir örneği olarak M. İbn Arabî gösterilebilir. Arabî iman konusunda diğer İslami disiplinlerin ele alamadığı biçimde konuyu hem insani-psikolojik hem de gaybi-metafizik seviyede ele almış görünmek- tedir:“lman Hakkın katından ve er-Rahim, el-Hadi, el-Mümin isimlerinden arzu ve tabiatın karanlığını gidermek için ortaya çıkmış bir nurdur. Söz konusu nur, Hakk’tan gelen hüküm ve din vb. şeyleri kabul eder, sahibinin Rahmanın gazabından emin olmasını sağlar. Bu özel hüküm ve nitelikle de ’iman’ ve‘tasdik’ diye isimlendirilmiştir. Gerçekte iman, akla ve işitmeye veya keşfe dayanan bir delil veya burhanın desteği olmaksızın din ve şeriatla ilgili ilk değerlendirmedir. İmanın nur olduğunun delili, Hz. Pey- gamber’in bunu belirtmiş olmasıdır; kalbe geldiğinin delili ise, Allah’ın ‘onlar Allah’ın kalplerine iman yazdığı kimselerdir”(58:529) ayetidir.”[26]
Klasik haliyle kelamın iman konusuna zemin oluşturmaktan daha fazla bir fonksiyonu olduğunu beklememek gerekmektedir. Sonuç olarak çağdaş zamanlar için kelama işleyiş manasında biçim vermek manasında olmamak kaydıyla bu disiplinin günümüz psikoloji etütlerine açık bir surette yapılması gerektiğini söylemek gerekir.
——————————————————————————————–
Kaynak:
Bu makale, 28-30 Nisan 2014 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen “Uluslararası İmam Maturidî Sempozyumu”nda bildiri olarak sunulmuştur.
ULUĞ BİR ÇINAR İmâm Mâturîdî, Uluslararası Sempozyum Tebliğler Kitabı, 28-30 Nisan 2014, Eskişehir, sf. 147-153
[1] Farâbî, İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet Arslan, Vadi yay., 1. bsk., Ankara 1999, s.97.
[2] A.g.e., s.101.
[3] İbn Haldun Mukaddime, çev. Ahmet Cevdet Paşa, haz. Y.Yıldırım, S.Erdem, H.Özkan, M.C.Kaya, Klasik yay. 1.bsk., İstanbul 2008, C.3, s.63.
[4] A.g.e., s.66-67.
[5] Konuyla ilgili hacimli bir örnek eser için bkz.: H.AustrynWolfson, çev. Kasım Turhan, Kitabevi yy., 1.bsk., İstanbul 2001.
[6] Gazâlî, El-Mustasfa, çev.Yunus Apaydın, Rey Yay., Kayseri 1994, C:I, ss.4-5.
[7] A.g.e., s.5.
[8] İbn Haldun’un tanımı ile Gazâlî’nin tanımı aynıdır. Gazâlî, El-MunkızuMin-Ad-Dalal, çev. Hilmi Güngör, MEB Yay.,İs- tanbul 1989, s.23.
[9] Ebu Hamid al-Gazzali, İtikadda Orta Yol, Çev. Kemal Işık, AÜİF Yay.,Ankara 1971,s.15, dip not 6.
[10] A.g.e., s.12-14.
[11] A.g.e., s.12-13.
[12] A.g.e., s.167-168.
[13] A.g.e, s. 169-170.
[14] Fahreddin Razi, Kelama Giriş, Çev. Hüseyin Atay, Kültür Bak. Yay. 1.bsk., Ankara 2002, ss. 268- 270.
[15] Toshihiko İzutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1984, ss.107-117.
[16] Toshihiko İzutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İstanbul 1984, s.119.
[17] Mâturîdî, Kitâbu’t-tevhîd, çev. B.Topaloğlu, İSAM yay. 1.bsk., Ankara 2002, s.489.
[18] A.g.e.,s.495.
[19] A.g.e., s.488.
[20] A.g.e., s.495.
[21] A.g.e., s.493.
[22] H. Sabri Erdem, Anlambilim Açısından İman Sözcüğü, AÜİFD XLVIII (2007), sayı I, ss. 47-55.
[23] Mâturîdî, a.g.e., s.490.
[24] Suad el-Hâkim, ,İbnü’l Arabi Sözlüğü, Çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yay. 1.bsk., İstanbul 2005,s.483.
[25] A.g.e., s.280-281.
[26] A.g.e., 356
[i] Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi