Yeryüzündeki bütün dillerin tek bir çekirdek dilden türediğine ilişkin teori şimdilik en baskın teoridir. Buna sembolik mânâda Âdemce diyenler vardır. Bu tek çekirdek dil teorisini esas tutarsak şöyle bir varsayımda bulunmak durumunda kalırız: Yeryüzünün muayyen bir bölgesinde konuşma yeteneğine kavuşmuş ilk insan topluluğu dil dediğimiz iletişim dizgesini kurmuştur. Bu topluluğun kurduğu ilk dil yayılarak diğer topluluklara da sıçramıştır. Bir başka varsayım ise şöyledir: Yeryüzünde konuşma yeteneğine kavuşan ilk topluluk nüfus artışıyla muhtelif bölgelere göç etmiştir ve gittiği her yere ilk dili de taşımıştır. Yani ilk topluluktan pek çok topluluk doğmuştur. Bu topluluklar birbirlerinden uzaklaşınca konuştukları dil de farklılaşmıştır. Böylece ilk dilden pek çok dil meydana gelmiştir. Bunların her biri ilk çekirdek dilden türemiş olan çekirdek dillerdir. Şimdiki dillerin her biri işte bu çekirdek dillerin türevleridir.
Dilin birtakım işaretlerle görünür kılınmasına ‘yazı’ diyoruz. Bilim adamlarının tasnifine göre, insanlık mağara ve kaya resimlerinden piktographa (Eski Mısır’da olduğu gibi harf yerine geçen resimli tek işaret), piktograma (stilize resim), ideograma (doğrudan fikri anlatan işaret), oradan da phonograma (bir harf, hece ya da sesi gösteren işaret), en sonra da harfe (dildeki bir sesi gösteren işaret) geçtiklerini belirtiyorlar.[1] Dildeki sesleri gösteren harfler yoluyla alfabe yöntemine geçmiş oluyoruz. Yazının başlangıcı resimdir. Bilinen en eski yazıtlar Sümerlerden kalma olduğu için yazının tarihini Sümerlerden başlatıyoruz. Günün birinde Sümer tabletlerinden daha eski tabletler bulunursa yazının başlangıç tarihi değişecektir. Sümerler icat ettikleri bu çivi yazısını komşu topluluklara öğretmişlerdir. Fakat her topluluk Sümerlerden öğrendiği yazı dizgesini kendi dilinin yapısına uyarlamıştır. Böylece farklı yazı dizgeleri ortaya çıkmıştır. Hint alfabesinden Lâtin alfabesine bugünkü bütün alfabelerin kökeni Sümer yazısıdır. Uzakdoğu ve Amerika yerlilerinin yazı dizgeleri bunun dışında tutulabilir.
Şayet böyle oldu ise, bütün yazı dizgeleri Sümer yazısından türediyse, ilk topluluğun konuştuğu dilin yayılmasını da kabaca buna benzetebiliriz. Bir diğer teori ise şöyledir: Yeryüzünde farklı zamanlarda, farklı topluluklarda birbirlerinden bağımsız olarak çekirdek diller ortaya çıkmıştır. Birbirlerinden bağımsız bu çekirdek diller hem göçler nedeniyle hem de serbest kültür alışverişleri nedeniyle muayyen bölgelerde buluşmuşlardır. Meselâ q diliyle x dili buluştuğunda birbirine karışacaktır ve ortaya karma bir yeni dil çıkacaktır. Türkçe-Moğolca buluşmasını örnek gösterebiliriz. Ahmet Bican Ercilasun’a göre, milâttan önce 2000 dolaylarında Yenisey bölgesine göç eden Türklerin ataları burada Moğolların atalarıyla karşılaşıyorlar. Moğolların atalarının konuştuğu dil, Türklerden aldıkları kelime ve gramer unsurları yüzünden değişiyor ve Moğolca dediğimiz karma bir dil hâline geliyor.[2] Demek ki Moğolcanın atası olan dil şimdiki Moğolcadan çok farklıydı. Moğollar ile Türkler karşılaşınca yeni bir Moğolca ortaya çıktı. Demek ki diller birbirlerinden yalnızca kelime almıyorlar, gramer unsurlarını da alıyorlar. Türkçeyle buluşup karışmasından sonra Moğolcanın yapısı değişmiştir ve Türkçeyle akraba bir dilmiş görüntüsü kazanmıştır. Nitekim, Osman Karatay da dil bahsinde Türkçe-Moğolca ortaklık oranının Türkçe-Macarca ortaklık oranından daha düşük olduğunu saptayarak diller arasındaki kelime alışverişleri hakkında şunları yazar: “Ödünç kelimelerin çokluğu akrabalığı değil, uzun zamanlı komşuluk ilişkilerini gösterir. Bu uzun ve yakın komşuluk zamanla temel kelime hazinesi ve biçim özelliklerine kadar nüfuz edecek bir etkileşim doğurmuştur.”[3]
Başlangıçta toplulukların nüfusları az olduğu gibi, o toplulukların konuştuğu dillerdeki sözcük dağarcığı da kısıtlıydı. Az sayıdaki kelimelerin pek çok anlamları vardı. Meselâ, farazi konuşursak, uçabilen hayvanların ortak bir adı bulunuyordu. Türkçeye bakarak bu ortak adın kuş olduğunu varsayalım. Az sayıdaki kelimeyle konuşan atalarımız gökte uçarken gördüğü her hayvana kuş demişti. Atalarımız doğayı çok daha özenli bir şekilde gözlemleyince uçabilen hayvanlar arasındaki farkları saptamaya koyuldular. İşte bu saptayışın peşi sıra uçabilen hayvan türlerine ayrı ayrı adlar vermeyi öğrendiler. Böylelikle sözcük dağarcığı genişledi ama uçabilen hayvanların ortak adı unutulmadı. Türkçede kuşsözcüğü hâlâ yaşıyor. İşte başlangıçtaki az kelimeye pek çok anlam yüklemek keyfiyetine dil hastalığı deniyor. Aslında bugün de böyledir. Konuşmayı yeni yeni öğrenen küçük çocuklar uçabilen her hayvana kuş derler. Büyüdükçe her kuşun başka bir adı olduğunu öğrenirler.
Çekirdek dilin (veya çekirdek dillerin her birinin) başlangıcında 100 kadar ‘temel sözcük’ bulunduğuna ve diğer bütün sözcüklerin bu 100 kadar temel sözcükten çoğaldığına yönelik bir teori bulunuyor (temel sözcükleri 200 kelimeye çıkartanlar da var). Dil hastalığı dediğimiz olgu zaten budur. Elbette komşu topluluklardan kültür alışverişleri de sözcüklerin çoğalmasına katkı sağlıyor. Biz şimdi burada, 100 kadar temel sözcük varsayımından yola çıkarak Türkçe sözcüklerin çoğalmasına göz atmayı deneyeceğiz.
Ernest Renan sözcüklerin çoğalması bahsinde Max Müller’den alıntıyla ‘Aryan’ dilinden güzel bir örnek veriyor. Aryan dili Hint-Avrupa dillerinin çekirdek dili olarak varsayılmaktadır. Müller’den alıntıyla Renan şöyle diyor: “Bu antik yerel dilde (Aryan dilinde) krallığı belirten ifadeler ev hayatından alınmıştır; sonradan ‘şehir’ anlamına gelecek kelimeler başlangıçta ‘ev’ anlamında kullanılmıştır…”[4]
Bunun böyle olması doğaldır. Başlangıçta şehir yoksa, şehir hayatını tanımlayacak kelimeler de zaten olamaz. Başlangıçta çöl veya bozkır hayatı yoksa, çöl veya bozkır hayatına yönelik sözcükler de yok demektir. Eskimoların ataları karlarla kaplı şimdiki yurtlarına gelmezden önce tropikal bir coğrafyada yaşıyor olsalardı dillerinde kar sözcüğü bulunmayacaktı. Biz insanlar alışkın bulunduğumuz özgün hayat tarzımızdan yola çıkarak yeni hayat tarzlarını şekillendirip tanımlarız. Bozkırlı konar-göçer atalarımız yerleşik hayata geçerlerken ya kendilerinden önce yerleşik hayata geçmiş olanların dillerinden yerleşik hayata uygun kelimeler alacaklardı ya da konar-göçer hayattan getirdikleri kelimeleri yerleşik hayat tarzına uyarlayacaklardı. Bu itibarla atalarımız yerleşik hayata geçiş sürecinde Soğd dilinden ‘kent’, Farsçadan ‘şehir’ kelimelerini almışlardır. Eski Türkçede şehir anlamına gelen ‘balık’ sözcüğü bulunuyordu. Uygur Türklerinin kendi yurtlarında Canbalık, Beşbalık, Yenibalık adlarını taşıyan şehirleri vardı. Kültür alışverişleri nedeniyle Türkler ‘balık’ sözcüğünü bırakıp ‘kent ve şehir’ sözcüklerini benimsemişlerdi. Fakat bu demek değildir ki Türkler yerleşik hayata yeniden geçerken şehir hayatına ilişkin her sözcüğü komşularından almışlardır. Türklerin çok eski zamanlarda yerleşik bir hayatı vardı, bu konuya birazdan değineceğiz.
Aryan dilinde ‘ev’ anlamındaki kelimelerin daha sonra ‘şehir’ anlamına dönüşmesi gibi Türkçemizde de anlam değiştiren veya anlamları çoğalan kelimeler elbette vardır. İşbu anlam çoğalması dil hastalığının uzantısı sayılabilir. İlk örneğimiz ‘yurt’ sözcüğü olacak. Yurt sözcüğü Türkçe sözlüklerde şu anlamları taşıyor: Oturulan yer; çadırların kurulduğu oba bölgesi; göçebe Türklerin oturduğu çadır; karargâh; yıkıntı hâlindeki şehir; ev; sahip olunan arazi ve emlâk; Yörüklerin kışın ve yazın oturdukları yer; bir halkın duygusal olarak bağlı bulunduğu toprak parçası; ülke; vatan; memleket v.b.
Görüldüğü üzere ‘yurt’ sözcüğü pek çok anlamı bünyesinde barındırıyor. Bu anlamlar birbirlerine hem yakın hem uzaktır. Türkçenin başlangıcında ‘yurt’ kelimesinin yalnızca ‘ev, çadır’ anlamına geldiğini tahmin edebiliriz. Tersi de mümkündür. İlk Türkler belki oturdukları konutlara ‘ev’ diyordu, oturdukları toprağa belki ‘yurt’ diyorlardı. Zamanla, hayat tarzları değiştikçe, toprak anlamındaki ‘yurt’ sözcüğü ‘çadır’ anlamını da yüklenmiş olabilir. Tabii çağrışım yoluyla ‘yurt’ sözcüğü ‘vatan, memleket’ anlamlarına da kavuşacaktır. Bunun mantığını anlamak kolaydır. Bizler bugün bile ‘Türkiye evimiz’ diyoruz, ev sözcüğüne vatan anlamını katıyoruz.
Anlam değiştiren veya anlamları çoğalan kelimeler bizi çekirdek dile götürecektir. Buradaki çekirdek dilden maksadım bütün dilleri doğurduğu varsayılan Âdemce değildir. Bugün dünya üzerinde konuşulan her dil ailesinin kendine has çekirdek dili vardır. Türk dillerini doğuran çekirdek dilin peşindeyiz. Ercilasun bu çekirdek dilin günümüzden 9000 yıl kadar önce Türkmenistan’daki Ceytun bölgesinde konuşulduğunu öne sürüyor. Göktürk Yazıtlarının dili olan Eski Türkçe, Oğuzca, Kıpçakça, Yakutça, Çuvaşça, kısacası bütün Türk dilleri işte bu çekirdek dilden türemiştir; hem Türk kavminin hem de Türkçenin anayurdu bu Ceytun bölgesidir. Ernest Renan her dilin ufak bir bölgede doğduğunu ve buradan serpilip yayıldığını belirtir. Ceytun bölgesindeki İlk Türklerin küçük bir nüfusa sahip bulunduklarını tahmin etmemiz zor değildir. İşte bu küçük nüfus Türklüğün çekirdek topluluğudur. Yeryüzündeki bütün Türk lehçe ve ağızlarının kökü buradadır. 100 kadar temel sözcüğü de Ceytun bölgesinde aramamız gerekiyor. Şüphesiz ki İlk Türkler Ceytun bölgesinde 100 sözcükle konuşmuyordu. Türkçeyi ve Türkçeyle akraba dilleri doğuran daha eski bir çekirdek dil vardı. Ceytun bölgesindeki İlk Türkçenin dağarcığı 100 kelimenin çok çok üstündeydi. Bununla birlikte her dil 100 temel sözcüğü daima muhafaza ediyor. Çünkü bu temel sözcükler o dilin yapıtaşlarıdır. Bu itibarla ‘ev ve yurt’ kelimelerini temel sözcükler arasında saymamızda sakınca yoktur.
Şunu da hatırlatalım ki, Ceytun bölgesindeki ‘İlk Türkçe’ gelişimini büyük ölçüde tamamlamış bir dildi, sadece kelimelerle yetinmeyip gramere de bakmak gerekiyor, bugünkü Türk dilleriyle kıyaslarsak Ceytun bölgesindeki çekirdek Türkçenin daha az gelişmiş hâlde bulunduğunu düşünebiliriz. Kelime dağarcığı zaten her dilde peyderpey genişleyecektir. Türkiye Türkçesinde bugün yarım milyona yakın sözcük bulunduğu tahmin ediliyor. Atalarımız Hunların Türkçesinde bu kadar sözcük bulunduğunu tasavvur etmemiz zaten gerçekçi olmaz. Ernest Renan, insanlığın çok eski çağlarına tanıklık eden, bu çok eski çağların izlerini barındıran bir şiirden dem vuruyor. Bu şiir dildir.[5] Dilin incelenmesiyle insanlığın köklerini tanımak mümkün olacaktır. Dil yetisini edinmezden önceki zamanlarda atalarımız mimiklerle, jestlerle, el kol hareketleriyle yani beden diliyle ve birtakım ünlemelerle iletişim kurabiliyordu. Türkçe dâhil her modern dildeki ünlemlerin kökleri çok eski çağlara inmektedir. Meselâ ‘hoo’ seslenişi böyledir. İşte bu ünlemelerin çağlar içinde sözcüklere dönüştüğü, daha doğru ifadeyle bu ünlemelerin sözcük köklerini meydana getirdiği söylenebilir. İlk dilde (veya ilk dillerde) tek heceli sözcükler vardı. Türkçemizdeki ‘ev’ sözcüğünün tek heceli olması mânidardır. Ev sözcüğü başlangıçta muhtemelen (kuytu, mağara, çukur, baraka, çadır gibi) her türden barınağı işaret ediyordu. Çünkü atalarımız mağaralarda barındıkları gibi, toprağa kazdıkları çukurlarda da barınmışlardır. Tehlikeli hayvanlardan korunmak maksadıyla ağaç dallarına basit barınaklar kurdukları düşünülebilir. Otağ sözcüğü iki hecelidir, demek ki tek heceli iki sözcüğün birleşimidir. Nitekim ekler de başlangıçta birer kelime idiler. Bugün onları saadece ek işleviyle tanıdığımız için başlangıçtaki sözcük anlamlarını unutmuş bulunuyoruz. Yine de bazı eklerin sözcük anlamları dilbilimciler tarafından ortaya çıkarılmaktadır.
Ev sözcüğü Orhun Yazıtları Türkçesinde ‘eb’ şeklindedir ve ‘ev, merkez, ordugâh’ anlamlarını yüklenmiştir. Her insan kendi evini kâinatın merkezi sayar. Psikolojik bir durumdur. Ordugâh veya karargâh da zaten bir ordunun merkezidir. Ev sözcüğü Dede Korkut Hikâyeleri Türkçesinde ‘iv’ şeklindedir ve ‘ev, çadır, otağ’ anlamlarını taşımaktadır. Ev sözcüğü Kazan Tatarcasında ‘öy’ biçimindedir. Ev sözcüğü “eb > ew > ev” şeklinde değişiklik gösteriyor. Oğuz Türkçesinde “eb > ew > ev” şeklinde değişen kelime diğer lehçelerde “eb > ew > öw > öğ > öv ~ öy ~ üy ~ ü ~ ǖ” şeklinde değişiklik göstermiştir. Azerbaycan Türkçesinde ‘öv’ – Türkmence, Başkurtça, Tatarca, Uygurcada ‘öy’ – Kazakça, Kırgızca, Özbekçede ‘üy’ – Güney Sibirya’daki Tuva Türkçesinde ‘ǖ’ – Hakas Türkçesinde ‘em’ – Altay Türkçesinde ‘ib’ şekilleri de görülmektedir.[6] Bu şekillerden biri 9000 yıl önceki Ceytun Türkçesindeki söyleniş olsa gerektir.
Bütun bu örnekleri vermemizin sebebi var. Kelime arkeolojisi üzerinden köklere inmek ve antropolojik veriler elde etmek mümkün olabiliyor. Köklere inmekten kastım dilin başlangıcına inmek değildir. Kelimeler yoluyla Türklüğün uzak geçmişi hakkında fikir sahibi olabilmeyi kastediyorum. Çünkü kelimeler birer göstergedir; bizlere Türklüğün antropolojisi hakkında ipuçları verebilmektedir. Ne demeye çalıştığımı açıklamam gerekiyor: İlk Türkler Ceytun bölgesinde yerleşik idiler. Tabii ki iptidai koşullarda yerleşik idiler. Bununla birlikte, onların yerleşik hayat tarzı belki de komşularına göre (ve içerisinde bulundukları çağa göre) gelişkindi. Milâttan Önce 7000’lerden söz etmekteyiz. Bu tarih diliminde iken Sümer uygarlığı henüz kurulmamıştı. Sümerler bu tarihte Ceytun bölgesindeki İlk Türklerin komşularıydılar. Afganistan-Pakistan bölgesinde yaşıyorlardı. Yakın komşuları olan İlk Türklerden birtakım kültür unsurlarını almaktaydılar. Sümer uygarlığının tarihi M.Ö. 3.300’lerden başlatılıyor. Türkmenistan’ın Ceytun bölgesindeki İlk Türklerin uygarlığının başlangıcı M.Ö. 7200 civarıdır. Mezopotamya’daki Sümer uygarlığı bu tarihten 4000 yıl sonra başlıyor. İlk Türkler burada, Ceytun bölgesinde, balçıktan tek odalı evlerde yaşıyorlardı. Balık sözcüğünün şehir anlamına gelmesinin sebebi budur. Çekirdek dillerde *bal sözcüğü varsayılmıştır ve ‘çamur, yerleşim yeri’ anlamındadır. İptidai evlerin kerpiç hamuruyla inşa edildiklerini düşünürsek, bunlar bir nevi güneşte pişirilip kurutulmuş çamurdan evlerdir. Bu ipucundan yola çıkarak *bal kökünün önce çamur, sonra ev, sonra kent anlamlarına evrildiğini görebiliriz.[7] Nitekim, Ernest Renan da zaten “sonradan ‘şehir’ anlamına gelecek kelimeler başlangıçta ‘ev’ anlamında kullanılmıştır” demiyor muydu? İşte böylece, sözcüklerin etimolojisi yoluyla atalarımızın yaşam tarzlarına ilişkin çıkarımlarda bulunabiliyoruz.
Metin Savaş
[1] M. Kemal Sallı, Nevruz / Yenigün ve Türk Takvimi, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, sayfa 32-36, Mart 2019 – Cilt 65 – Sayı 387.
[2] Ahmet Bican Ercilasun, Köklere Doğru – Türk Dilinin Dokuz Bin Yıllık Macerası, sayfa 23, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2024.
[3] Osman Karatay, Macarlar – Kökler ve Türkler, sayfa 198, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2020.
[4] Ernest Renan, Dilin Kökeni Üzerine, sayfa 48, Bilge Kültür Sanat, İstanbul 2020.
[5] Ernest Renan, Dilin Kökeni Üzerine, sayfa 55.
[6] Kürşat Efe, Using Areas Of Words “Bark, Dam, Ev, Yurt”At Historical And Contemporary Turkish Dialects, sayfa 399-421, International Journal of Languages Educatian and Teaching, Cilt 5, Sayı 3, Eylül 2017.
[7] *bal sözcüğü hakkında şu iki kitap açıklayıcıdır: Ahmet Bican Ercilasun, Köklere Doğru – Türk Dilinin Dokuz Bin Yıllık Macerası, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2024 ve Sergey P. Tolstov, Oğuz Şehirleri ve Oğuzlar, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2017.