Mehmet MAKSUDOĞLU
Kelimeler o dili kullanan milletin mensûbu olduğu medeniyetin rûhunu aksettirir. Onun için, farklı medeniyetten olan bir milletin dilinden tercüme yapılırken çok dikkat edilmesi gerekir. Öyle olur ki, bir kavramı, tercüme ettiğiniz dile tam olarak aktaramazsınız. Meselâ, ‘hak’ sözünü Batı dillerinden birine çeviremezsiniz; çünkü o dilleri kullanan İngiliz’in, Fransız’ın, öteki Avrupa’lının kafasında ‘hak’ kavramı yoktur. İngilizce’deki ‘truth’, ‘right’, ‘correct’ kelimeleri ‘hak’ kavramını karşılamaz; ‘doğru’, ‘gerçek’ demiş olursunuz. Fransızca’daki ‘droit’ kelimesi de öyle. Çünkü bunlar, İslâm Gerçeğini örten (kâfir: örten demektir, keffâret : çok örten) bir medeniyetin mensûbu milletlerdir. Hak, bizzat Yüce Allah’tır. Hak’lı olmak, Allah’a tâbi olmak, Allah’ın koyduğu ölçünün yanında, onun savunucusu olmak demektir. Hak’sız olmak, ‘doğru ölçünün dışında, ona karşı olmak’ demektir.
Bu kavramın İngilizce’de yokluğunu şöyle farketmiştim : Kıbrıs konusunda, Yunanistan’la yine bir sürtüşme durumu ortaya çıkmıştı. Arada bir görüştüğümüz İngiliz genç, o günlerde karşılaştığımızda, o konuyla ilgili olarak bana gülümseyip başparmağını yukarı kaldırdı : “Turkey”dedi, bunu, ‘Türkiye haklı’ diye anlarız. Halbuki o, Kıbrıs meselesinin geçmişini, arka planını bile bilmiyordu. Onun kafasında “Türkiye Yunanistan’dan daha güçlü, öyleyse Türkiye’nin dediği olur” vardı! Mücerred (şimdi uydurma Türkçesiyle ‘soyut’ diyorlar) hak kavramı yoktu! (O başparmak hareketinin iğrençliği ayrı konu : Arena’da insanları birbirine öldürtüp zevkle seyreden Romalı(Rum)dan hâtıra.)
Hukuk, haklar demektir. Bizde ‘Hukuk Fakültesi’ vardır; ‘hak’ların nasıl dağıtılacağını öğretmek için kurulmuştur. İngilizce’de ‘Law’ kelimesi ile karşılarlar. Halbuki ‘Law’ ‘kaanûn’ demektir. ‘Lawful’ kaanûna uygun olabilir, ama hakkaniyete uygun olmayabilir. (Alev Alatlı’nın kulakları çınlasın: o dile getirmişti konuyu.) Fransızca’da da ‘Droit/druva) derler.
Uzun söze hâcet yok : bu, ibtidâîliktir. (Gel de ibtidâî kelimesini Türkçeleştir! O, bizim kelimemizdir; o kavram için Araplar ‘bidâî’ derler.)
Diğer bir kelime : ambition : hırs. Ambitious : hırslı, muhteris.
Ambitious kelimesi ile vasıflanan kişi, onlarda pek makbûldür. Bizde ise, ‘muhteris’ kişi, öyle pek istenilen adam değildir. Ambitious, âdeta, vahşî kapitalizmin ateşli neferini temsil eder. Bizde ‘muhteris’ ise, daha çok, ‘bencil’, ‘hakkından, kabiliyetinden fazlasını hedefleyen, haddini aşan’ demek olur : iki medeniyet arasındaki fark.
Yabancı dil bildiği için yabancı okullarda okuyanlar televizyonlarda sunucu yapılagelmiş. İyi de o gençlerin Türkçesi pek gelişmemiş. To be proud of diye düşünüp, bunu Türkçeye gurur duymak diye aktardıkları, akıllarına öğünmek, öğünç duymak gelmediği için bu gurur lâfı yaygınlık kazandı. (Sunucuların ‘Türk Dili ve Edebiyâtı’ öğrenimi görmüş olmaları gerekmez mi?) (Önce anadilini iyi öğrensin, sonra, istediği kadar da yabancı dil!) Bâzı sunucular da Türkçe konuşmuyor, cümle mûsikisini (intonation) kaybetmiş, Türkçeyi, yabancının söyleyişi gibi söylüyor. Türkçe konuşmak, Türk nasıl konuşuyorsa öyle konuşmak, Türk’ün konuştuğu gibi konuşmak demektir. (‘Türk Dili konuşmak’ demiyoruz, ‘Türkçe konuşmak’ diyoruz.)
‘Gurûr’ kelimesinin manâsı aldanmak’tır! ‘Şöyle yaptığımız için gururluyuz!’ diyen, ‘aldanmaktayız!’ demektedir.
‘Bir benim kullanmamla ne olacak?’ demeyin! Kendinize saygı gösterin, dilinizi yanlış kullanmayı kendinize yakıştırıyor musunuz? Öğünmek, öğünç duymak kelimelerinin ne günahı var? .{Türkçe olmaktan başka(!)}
Başarı kelimesi üzerinde de düşünmeğe değer. Bu kelimeyi ilk kullanan, her hâlde, muvaffakiyet kelimesini Türkçeleştirmek için böyle yapmıştır. Başarılı da Muvaffak karşılığı oluyor. Burada da kaybolan bir incelik var : Muvaffak : ismul mef‘ûl (edilgen sıfat-fill) dir, ‘başarılı kılınmış’ (Allah tarafından ‘tevfîk’ verilmiş. ‘isteği, Allah’ın isteği ile ‘denk, uyumlu’ olmuş) demektir.
Artık ‘başarı’ kelimesini kullanıyoruz. Yalnız, kullanışa dikkat etmek gerekir. Meselâ, Sultân Murâd Hüdâvendigâr’ın, 1396 yılında Kosova’da, ‘at gölgesi ile insan gölgesinin seçilemediği’ o karanlık gecede, iki rakât hâcet namâzı kılıp ‘mansûr ve muzaffer eyle’ diye ettiği duâyı, ‘başarılı kıl’ diye çevirmek, her hâlde komik olur.
‘Mansûr’ : (kendisine) yardım edilmiş demektir. Muzaffer : (kendisine) zafer verilmiş demektir; zafer kazanmış değil! (zafer kazandırılmış)
Bu kullanışlarda, kulluğunu hatırlamak, inanç vardır.
Bilinçli, Müslüman Türk, diline, kullandığı kelimelere dikkat etmelidir.
25.02.2018, İstanbul