Dînî karakterli, kitleselleşmiş, devletin kuruluş tezine muhalif “cemaat” tipi Osmanlı’da yoktu. Tamamen Cumhuriyet döneminde zuhur eden reaksiyoner yapılar bunlar.
Mevcut cemaatleşmelerin de kendi içinde bir ortak karakteri var: Bunların tamamı Müceddidiyye denilen anlayışın ürünleri.
…
Müceddiyye ise, 16. YY da Hindû Ahmed Faruk Serhendî (mensuplarının deyişiyle İmam-ı Rabbani) ve onun fikirlerini 19. YYda Osmanlı’ya sokan, Kürt asıllı, Halid-i Bağdadî’nin fikir ve yöntemlerine dayanıyor.
Müceddidî-Nakşibendilik, Buhara menşeli bir Oğuz olan Şah-ı Nakşibend tarafından kurulmuş Nakşibendiyye’nin Hindistan’da dönüşmüş, ontolojik değişim geçirmiş hali.
Bahâüddin Nakşibend’in Vahdet-i Vücud düzeninden, İmam Rabbani’nin Vahdet-i Şuhud zeminine kaydırdığı bir değişim bu.
…
Tanzimat sonrasında bu “Yeni Nakşilik” adeta devletin resmî görüşünü temsil mevkii kazandı. Yeniçeriliğe karşı tedbirler alınırken, onların mensubiyetini gerekçe sayıp Bektaşilik ve Bektaşiliğin ontolojik zihniyeti olan Vahdet-i Vücut da esen nefret rüzgarından nasiplerine düşeni almıştı.
Kaotik dönemlerin kaderi: Kuru yaş karışıyor…
Devletin insan kaynaklarını eğiten “Medrese” ise, 16-17.YYlarda geçirdiği Eş’arîleşme sebebiyle, bu Müceddidî anlayışı benimsetmeye uygun bir “zihniyet atmosferi”ni zaten hazırlamıştı. Dolayısıyla son devir medresesiyle Müceddidî tasavvuf, zihniyetler açısından kucak kucağa gelmekte hiçbir sıkıntı yaşamadı.
…
Böylece yeni tekke ile felsefe ve fen bilimlerini dışlayalı çok olmuş medresenin mutabakatı karşısında sistem kilitlendi. Tanzimat sonrası devlet idaresi, o “medrese”nin sebep olduğu acılardan kurtulmak adına, bir taraftan kurduğu yeni eğitim kurumlarında Pozitivist ontolojiye kayarken, bu defa toplumsal bakımdan medresedeki hastalığın tasavvufî versiyonuna tutuldu.
https://www.kirmizilar.com/0cf3b236-d086-40ef-95a4-1297c4242b4f” alt=”?” />
Hastalık bir iken iki oldu: Klasik ve yükseliş devirlerini inşa etmiş Maturidî itikadın yerini alan molla Eş’ariler dışlanmaya çalışılırken, yerini, aynı mahiyetin tasavvufî versiyonu olan bir tekke aldı. Yukarıda, devlet ideolojisine ise Pozitivist Batı angajmanı yerleşti!.. Böylece hem tekke çevresi hem medresenin hastalıkları hem de devletin sarıldığı yabancı zihniyetle toplum kıskıvrak bağlandı kaldı.
Bu bir deli gömleğiydi!
Bunca zamandır bu bağlarla ayakta kalma çabasındayız!
Ne dayanıklı bir mayamız varmış…
Bu gerçek bir mucizedir!
Ortaya Yesevîlerin Yunusların mayaladığı ve fatih nesiller yetiştirmiş anlayışa bağlı toplumun, anlayamadan seyrettiği bir garip kavga çıktı: Yerli(!)liği temsil eden Müceddidiyye ile, Batılılaşmayı- yabancılaşmayı temsil eden “Pozitivist resmî söylem”in kavgası.
Pozitivist resmî zevat, bu muhalefeti kırabilmek adına, hem de mağlub olduğu Batı’yı teskin edebilmek için bir aksesuar olarak “Türklük” veya “Türkçülük” ideolojisi geliştirdi. Ama bu Türklüğün, karşısındaki “irtica”ya kaptırılmaması gerekiyordu. Yunus anlayışını nasıl güncelleyeceğini bilmiyordu. Böyle bir ihtiyaç da duymuyordu zaten. Yunus anlayışının da bir yeri vardı elbette. Alevî kitleyi teskin için o kulvara da azıcık meşruiyet verdi.
Ama o kadar!
Yoksa bu kaba ve zalim pozitivist anlayış için metafiziği olan her görüş aynıydı! Ha Yunus, ha Halid-i Bağdadi veya İmam Rabbani!
İrtica kampanyalarında tırpan sallarken kim denk gelirse savurdu!
Klasik tekke Vak’a-yı Hayriyye’den beri dövüle geldiği için, ayrıca da kendini yenilemediğinden zaten sinmiş, bir “tasavvuf edebiyatı”ndan ibaret kalmıştı.
Pozitivist resmî iktidarla mücadele, millî reaksiyonu tamamen arkasına almayı başaran Müceddidilere kaldı.
Cumhuriyet, bir genel “Tekke ve Zaviyelerin Men’i” kanunuyla topunu birden tarihe gömebileceğini sandı.
Aldandı tabii…
Klasik tekke zaten fena halde sıkıntıdaydı ve meydan henüz mücadeleye yeni başlamış enerjik Müceddidilere kaldı. Din adeta iki koldan yürüdü. Bir resmi “Diyanet dini”, iki “halkın tercih ettiği din”!
Böylece meydan, babadan oğula aktarılmaya alışmış, aciz hanedan şeyhler elindeki sıkıntılı klasik tekkeye, yasaklar sebebiyle kendi derdini ifadeden aciz Vahdet-i Vücut kurumlarına değil; halk arasında kökleşmeye devam eden, Müceddidilere kaldı. Ancak kurumsal tekke faaliyeti yasaktı. Yerini en çok da siyasi muhalefet damarından beslenen, politik İslam niteliğine bürünen Müceddidî Cemaatler aldı. Zamanla demokratik yumuşamalardan istifade eden Nakşibendi tekkesi de o cemaatlerin fikir yuvası olarak iş görme imkanına kavuştu.
Bugün halkın eğilimlerini temsil söz konusu olduğunda karşımıza çıkan sivil toplum kılıklı yapılardaki mahiyet bu.
Hele son birkaç on yıldan beri, klasik Vahdet-i Vücud anlayışını temsil edecek herhangi bir kurumsal yapı artık yoktur! İktidar bir Yunus Dizisi’ne bile tahammül edemedi! Halk, o anlayışın yüzyıllar içinde inşa ettiği bir “örf”ün içinden geliyor; ama şuur ve ilmî farkındalık fevkalade yetersizleşti. Kuru bir “Diyanet Dini” yanında, bir de resmi eğitimin ürünü olan “din cahili kitleler” var. Hatta dini bilmemeyi hüner addeden aydınlarımız dahî bol miktardadır.
Bu ortamdaki metafizik boşluklarda savrulan insanlara “din”i kim anlatacak?
Cemaatler!
Bu metafiziğe aç cahil kitleler, onların müstakbel sürüleri!
Onların ontik yönelişi ise belli.
O ontolojiyle ancak birer kimlik cehennemi yaratıldığını anlamak için kaç kere daha tecrübe geçirmeliyiz? İnsan olmanın en temel hakkı kişiliğini kurabilmektir. Farklılaşabilmektir. Bunların ise ürünleri standartlaştırılıp hipnozlanmış kitleler!
…
Ahali bu gerçeği sezdiği, gördüğü için uzun süre cemaatlere yüz vermemişti. Taa 1970 lerde bile halkın cemaatlere itibarı fevkalade azdı.
Ne zaman ki 1980 sonrası Özal iktidarıyla bunlara ekonomik faaliyette bulunma, medya kurma fırsatı çıktı, işte Türkiye’nin felaketi de başladı.
…
İşsiz ve sahipsiz, örselenmiş ve geleneğinden uzak yeni varoşlar bunların semirdikleri meralara dönüverdi…
Sağ olsun cihet-i askeriye de höt-zötlerle, ters taraftan bunlara bol bol destek verdi!
…
Şimdi derin bir travma ile çare arıyoruz.
Aynen Tanzimatçıların Bektaşilik reaksiyonuyla Müceddilerin önünü açarken bir anafor, pozitivizme kayarken başka bir anafor ürettikleri gibi… Bu defa da Müceddidî bir ekol olan Nurculuğa karşı gene Müceddidî Nakşilik bir çareymiş gibi gösterilmeye çalışılıyor!
Ortaya dökülen cübbeli züppeli tiplerin topladığı reaksiyonu dahi göremiyorlar!
Medyaya bakıyorum, ortalık yepyeni bir “takım”la doldu!
Bir kitle formatlama operasyonudur gidiyor…
Ama bu Nakşiliğin kitlelere seslenirken kullandığı dil bir Nakşiliğe davet dili değil!
Yaşasın takiyye!
Güyâ Ehl-i Sünnet’e davet dili kullanıyorlar. Muhtevaya bakıyorsunuz; tamamen Eş’arileşmiş bir itikat, Müceddidileşmiş bir tasavvuf, selefileşmiş bir şeriat!
Kemalizme karşı Müceddidî Selefîlik!
Fikrî bir karşılaşmaya tahammülsüz, şahsiyete tahammülsüz, farklılığa tahammülsüz, yaratılışın daimî değişimiyle kavgalı, aynen 20. YY ideolojileri gibi homojen toplum cinnetine tutulmuş bir dinî toplum özlemi!…
Uğradığımız âfetin çaresi bu değildir arkadaşlar.
Özünde, kavga edilen zümreninkiyle aynı anlayışı bir alternatif gibi sunmak, deniz suyuyla susuzluk gidermekten farksız!
Çare gerçekten yeniden Yusuf Has Hacib – Hâce Ahmed Yesevî – Yunus Emre – Niyazi Mısrî çizgisindedir! Çare gerçekten Mevlana-Konevî çigisindedir. Çare gerçekten Yahya Kemal çizgisindedir…
Anadolu’nun üzerinde bir rahmet bulutu gibi duran, hâlâ toplumsal kardeşlik ve farklarımızın muhafazasını sağlayan irfanımıza yazık etmeyelim…
“Sesimi duyan var mı?”…
“Orda kimse var mı?”…
*
Eş’ari düşüncenin zemininde sınıflı Arap toplumsal muhakemesi, Müceddidî düşüncenin altında Hint ve Kürt sınıflı toplumsal yapıdan doğan anlama modeli, pozitivist düşüncenin altında da batılı sınıflı geçmişin belirleyiciliği var. Türk aklı, sınıfsız toplumun ürünüydü. Bu yabancı anlama modellerinin verdirdiği zayiatı, asırlık acılarla ve her defasında başarısız sonuçlarıyla yaşamaktan bıkmadık mı daha?