Rahmetli olmuş birinden bahsederken: “şimdi kemikleri bile yoktur.” deriz. Yine aynı tarz sohbetlerimizde, ölenin ahfâdından duyulan hoşnutsuzluğu anlatmak için de: “Mezârında kemikleri sızlıyor.” tesbîtinde bulunuruz.
“Kemik” üzerinde bu kadar hassâsiyet göstermemizin ciddî sebepleri olabilir mi? Tıbbî bakımdan, insan ve diğer eklemli canlıların en geç kaybolan unsurları, kemik. Dolayısıyla, kemiğin dayanıklılığı ön plâna çıkıyor. Ayrıca, Yâsin Sûresi’nin de içinde bulunduğu pek çok Kur’ân beyânında, “ba’s ü ba’de’l-mevt” fiilinin remzi, “birleştirilecek kemikler”le dile getiriliyor. İslâm yaşayışından mülhem “kemik” motifi, günlük hayâtımıza, folklorumuza köklü biçimde yerleşmiştir.
Lâkin bu “kemik”li sözlerden, cümlelerden hareketle, rahmetli olmuş insanların hâtırâ ve izlerini, sâdece “kemik”içine hapsetmek de çok yanlış olur. Çünkü Dünyâ hayâtını hakkıyla yaşayan ve ardında derin izler bırakan fânîler, ölümleri sonrasında, aslâ “kemik”lerine bakılmaksızın, hayırla, hasenâtla, minnetle, hayranlıkla yâd ediliyorlar.
Meselâ, Türk Mîmârîsinin bugünkü bîçâre ve dramatik zavallılığına bakıp da: “Mîmâr Sinan’ın kemikleri sızlıyordur.” tahmîninde bulunmak, doğru olmaz. Çünkü o Koca Mîmâr’ı, sızlayacağını zannettiğimiz – belki de şu ân mevcut olmayan – kemiklerinden sormamız, kemikleri bilemeyiz, ama hâlâ ayakta duran eserlerinin taş ve mermerlerini sızlatır.
Büyük insanlar, sıradan telâkkînin sınırlarını aşan insanlardır. Onların, “büyüklük” bahsinde attıkları ilk adım, “et ve kemik”ten ibâret süflîlikleri çiğnemiş geçmiştir. Terk edilen ve mevcûdiyet listesinde yer almayan vücûd parçaları için, nîrengi noktaları koymak, hakkâniyete ve de “büyüklük” bahçesine yakışmaz. “Kemik”, küçük dünyâların malzemesidir.