“Kendü mikdârın bilen
Bildi kendü hâlin”
YUNUS EMRE
“Kişi kendin bilmek gibi irfan olmaz!”
TÜRK ATASÖZÜ
Abdulkadir İLGEN
Kendiliğini ya da ondan bir parçayı, bir kesiti fark etmişti veya öyle zannediyordu. İyi de bu fikre nereden kapılmıştı. Kendilik denilen şey de neydi? Bir an bunu düşündü. Dışarıda yarı güneş yarı yağmurlu bir hava vardı ve okul dönüşü çocuklarının çığlıkları duyuluyordu. Arada bir yoldan geçen arabaların çaldığı klakson sesleri geliyordu kulaklarına. Tekrar aklına takılan o düşüncelere daldı. Neydi o kendilik denen şey? Bir kurgu mu yoksa sahici bir olma, oluş ya da varoluşunun bir kesitini fark etme, kendini bilme hâli miydi bu? Bunların hiçbirine dair kesin, açık bir fikri yoktu.
Çocukluğundan beri adını koyamasa da aklı hep bu tür düşüncelere takılırdı. Anadolu bozkırının o çetin kış gecelerinde, kulaklarına kadar gelen acı kurt ulumaları ocak başlarında eriyen soğuk havaya karışır, onu, bir türlü sırrına eremediği gizemli dünyalara götürürdü. Gerçi o zamanlar bütün hayat büyülü bir fanus, rengarenk bir tülle örtülüydü. Masallar ve destanlar çağının kahramanlarıyla yeni hayat, bir söz kadar yakındı birbirine. Belki de o yüzden masallarla karışık eski zamana ait hatıra ve gündelik meşgaleler birlikte konuşulurdu. Hayat henüz kültürel olanın doğallığa tamamen egemen olmadığı bir hayattı. Şimdi olduğu gibi insan ürünü, doğal olana egemen olamamış, doğanın büyüsü hâlâ bozulmamıştı. Çocuklar doğanın gizemini bütün çıplaklığıyla üzerlerinde hisseder, hayalleri hazır kalıplarla kirlenmez, kuşlar gibi uçuşurdu zihinlerinde.
Hayalleri bir anda eskiye, o büyülü dünyaya gitti. O günlerde düşünce ve hayalleri bugün artık tamamen yabancısı olduğumuz bir tuhaflıkta yan yana, iç içeydi. Gerçeklikle gerçekdışılık bilincin içinde, aynı yerde kendisine pekâlâ yer bulabiliyordu. İnsan muhayyilesi öğrenilmiş bilgiyle sansürlü değildi. Çatısız bir ev gibiydi imgeler. Buna su üzerindeki gölge oyunları bile denebilirdi. Kaç kere aynı şeyin gölge oyunlarıyla farklılaştığını görmüştü. Kelimeler de öyleydi. Kendini hep maskeli bir balo, perili bir evde gibi hissettirmişti ona. Kendimle ne zaman temas edebilirim düşüncesi ne zaman aklına takılsa, zihninde bir acı hissederdi. Zaman zaman bir dostun veya tanımadığı birinin bir bakışı, bir onayı, bir gülümseme ya da bir sevgi ifadesine sığınır, orada huzur bulduğunu, dinlendiğini hissederdi. Bir tür kendinden başkasında, dışarıda birikme, çoğalma gibi bir şeydi bu.
Kendi doğasını kendinden başka yerde arama ve hatta bulma deneyimi, bu toplumsal tecrübe onu ne kadar da etkilerdi. Salt birey olabilmek değildi hayat. Hayat aynı zamanda toplumsalın bir parçası olarak, orada da kendine yer bulabilmek, çoğalabilmekti. Bunu çok sonra anlayacak, çok sonra değerlendirebilecekti. Çocukluk yıllarının kendiliğinden gibi gelen o doğallığında bunu anlaması mümkün değildi tabii ki. O yıllar, hayatın kendi doğallığı içinde çocuklara aktardığı o bütünlük fikri, bir marka gibi tabiatına işlemişti. Yıllar sonra yitik bir hazine gibi sürekli arayıp durduğu şey de buydu aslında. Zengin içerikli bir ses ve görüntü yağmuru altındaki o armoni, o ritim, doğallığını hiç kaybetmeyen o müzikalite bir fon müziği gibi bütün benliğini sarmıştı. Unutamamıştı o yılları ve yılların biriktirdiği zenginliği.
Bu ruh hali hep izlemişti onu. Kendinden bir parçayı bulurdu orada. Kendi iç kalesine sığınmak gibi bir şeydi bu. İyi de bu iç kale, benliğin hakiki evi olarak adlandırılan gizemli yer neresiydi? Herkesçe bilinen bir nesnellik yansıması mı, yoksa kendi öznelliği içinde bazen derme çatma sözcüklerle yapılan bir kulübe, bazen de tumturaklı sözlerle yapılan bir saray mıydı burası? Bunun cevabını veremiyordu. Belki de hiç biriydi. Sabit bir ontoloji değil, dinamik bir süreç de olabilirdi bu. Birden aklı çok eskilere, “bir insanın nerede başlayıp nerede bittiğini kim söyleyebilir ki?” diyen filozofun sözlerine gitti. Sözcüklerden yapılan ve her biri bulunduğu çevrenin ürünü olan kırık dökük malzemeler: elinde sadece bunlar vardı. Zaman zaman ötede beride mamul, birinci sınıf malzemeler de kullanıldığı olurdu. Ama hiç biri kendi iç çevresine, oranın ekolojisine uygun malzeme sağlamıyordu kendisine.
Aklımız her nedense hep antik Yunan’dan kalma bir metaforla, bina metaforuyla şekillenmiş, onunla örgütlenmişti. Oysa fizikteki yeni gelişmeler, yapıtaşları ve bina metaforu yerine ‘ağ’ metaforunu gerekli kılmış, malum fenomenlere bir yenisini, latif varlıkları ilave etmişti. Hacmi ve kütlesi olmayan latif varlıklar. Bu tıpkı 1920’lerin Almanya’sında atom altı fiziği üzerine ateşli tartışmaların yapıldığı günleri anımsatan bir hikâyenin de güncesiydi. O günleri hatırlayanlar, gözlemlenen şeye fizikçilerin Pazartesi ve Çarşambaları parçacık, Salı ve Perşembeleri dalga dediklerini anlatırlar. Bu bile görünen ya da etkisi hissedilen şeylerin öyle bildiğimiz kavramlarla pek de açıklanamayacak kadar basit olmadıklarının bir kanıtıydı. Bizim varlığımız da böyle değil miydi diye düşündü. Nerede başlayıp nerede bittiğine, ya da bunun mümkün olup olmadığına dair suallerin iklimine giren zihni, radyodan gelen bir müzik sesiyle bambaşka bir iklime gitti.
Radyoda eskilerden kalma bir müzik çalıyordu. Nostalji hissi veren tuhaf, zengin çağrışımlı bir müzikti bu. Caz müziği her nedense kendisini ilk çocukluk yıllarına, taşradan büyük şehre, o şehrin gecekondu semtlerindeki hatıralara götürürdü. Buna ilgi değil de, bu müzik ve bu müziğin niteliği hakkında hiçbir bilgisinin olmadığı, daha doğrusu eş zamanlı olarak aynı zaman dilimine denk gelen hüzünlü Ankara akşamlarının yıldızlı parıltısı demek belki daha uygun düşebilir. Belki bu da olmayabilir. Fakat şurası bir gerçek ki oradan yıllar öncesine giden iddiasız, doğrudan kişinin kendisiyle ilgilendiği izlenimi veren bir dünyaya açılıyordu. Oysa şimdilerde muhatap olduğu görünür dünya ve onun hak edilmemiş kazanımlarından doğan lime lime doğranmış, sayısız kadar kantona ayrılmış yeni hayat [buna ne kadar yeni denebilirse], eskiye ait bütün çağrışımları kirletmiş, hepsini dejenere etmişti. Belki de isyanı buna, bu kirlenmiş hayata karşı idi. Taşradan gelip ara sıra radyoda çalan o iddiasız müzik, belki de sırf bu nedenden ötürü, kendisini özge bir zaman kesitine çağırdığından dolayı ona anlamlı geliyordu. Hiçbir şey empoze etmeyen, iddiasız, kendi halinde bir melodi, alçak gönüllü, iddiasız bir müzik. Daha az abartılı, ama daha sahici geliyordu kendisine.
Birden bu müziğin kanatlarına binerek yükseldiğini hissetti. Kendisinden bazı parçaların bulunduğu özge bir dünyaya yükselmişti. Orası da dinlediği müzik kadar iddiasız, bakir ve kendi halinde bir dünya idi. Şarkın zaman zaman içeriği de aşan fazlasıyla abartılı dünyasıyla tamamen mekanik bir içeriğe sahip batı kültüründen farklı üçüncü bir seçenek gibiydi bu dünya. Sonra, çok eskilere, şark kültürünün en eski kaynaklarına gitti düşüncesi. Fars ve Arap, ama öncelikle Fars kültürünün o yalancı ve fazlasıyla ağdalı dünyasını düşündü.
Hepimiz biraz da o dünyanın eseri değil miyiz diye düşündü. O tortular ve onların artık birer plastik sanat halini almış ruhsuz ritüelleri. İçeriği birer birer kurumuş ritüellerden mamul bir dünya ve onun üzerinde yükselen bir kültür. Kendini de nihayet, içinde kelimelerin de bulunduğu o dünyanın yarattığı kültür üzerinden gözlemlemiyor muydu her seferinde. Kendisiyle kurduğu ilişki bile bu oluşturulmuş kalıplar üzerindendi. Sorun da buydu işte: Fanusun içinde kalmak ve onu yaramamak. Kültürün tutsağı, dilin tutsağı ve nihayet anlık duyumlarının tutsağı değil miydi? Neyi, hangi malzemelerle dolaysız biçimde gözlemleyebilir ve kendi dışından hangi araçlarla kendini tanımlayabilirdi?
Soru da sorun da buydu. İçine gömülü bulunduğu kültürün adamı olmak ve kendisi de dâhil her şeyle bu kültür üzerinden temasa geçmek. Aşmaya çalıştığı ve aşamadığı, aşsa da bu sefer de başka bir kültürel araç üzerinden aynı döngüyü tekrarlayacağı hissine kapılıyor, umutsuzluğu daha da artıyordu. Aslında bir umutsuzluk da değildi bu. Rahmanın mülkünde O’nun izin verdiği kadar tasarrufta bulunan bir yolcunun hikâyesiydi bu. Tıpkı bir sanatkâr gibi o da, yolda bir yolcu, matlubunu arayan bir sâlikti.