Kültür istilâsı korkunç bir olaydır; yabancıya gönüllü köleliktir. Asrîleşelim, çağdaşlaşalım derken, ölçü iyi tutturulmadığı için, yenileşme hareketleri, ictimâî sâhada, kendi kendimize yabancılaşma netîcesini getirdi; kendimize, yabancıların bize baktığı gibi, o zâviyeden bakmağa başladık ve bunu yapmayı da mârifet zannedegeldik.
Kendi târihimize, yabancıların baktığı gibi bakma alışkanlığını edindik ve bu kötü alışkanlığın, çoğumuz farkında bile değiliz. Kendisi için aslâ ‘imparatorluk’ sıfatını kullanmamış olan Osmanlı Devletinden, ders kitaplarımızda bile Osmanlı İmparatorluğu diye söz edilen zamanlar oldu. Bir şahsa, bir kuruluşa, bir şeye kendi aslî adından başka bir ad vermek için, ona karşı olmak gerekir. Çok yakın vakitlere kadar, İslâm’a karşı olanlar, İslâm yerine İrticâ lâfını kullanıyorlardı. Müslümanlar da ‘mürteci’, ‘gerici’ oluyordu. İktidardaki Parti, kendi ismini AK Parti olarak belirlediği hâlde, ona muhâlif, karşı olanlar, isrârla AKP demektedirler. Osmanlı Devletinin ilk resmî vak’anüvîsi (târih yazıcısı) Naîmâ’dan başlayarak bütün Osmanlı târihçilerinin yazdıklarında, Osmanlı’nın adı, Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyyedir : Pek Yüce Osmanlı Devleti. Âliye (yüce, yüksek) değil; ‘aliyye : pek yüce. Bazen da Saltanat-ı Seniyye (Parlak, Muhteşem Sultanlık), Devlet-i İslâmiyye (İslâm Devleti), Devlet-i Âl-i Osmân (Osmanlı âilesinin devleti) kullanılmıştır. Osmanlı’ya karşı yüzyıllarca savaşmış olan Avrupa’lılardan târih yazma usûlünü alan dikkatsiz ve bilinçsiz yerli târihçiler, Osmanlı düşmanlarının yapıştırdığı ‘imparatorluk’ sıfatını da almışlardır. İmparatorluk, emperyalizmin, sömürmenin âletidir, onun zorba kuruluşudur; Osmanlı emperyalist, sömürücü değildi. Osmanlı’nın, bir kısmını idâresi altında tuttuğu Macaristan’a sarfettiği, oradan gelenden daha fazla idi. Osmanlı’nın yayılışı, bağlı ve hizmetinde olduğu dünyâ görüşü îcâbı idi: Îlâ-yı kelimetullah ideali idi, Yeryüzünde Yaradan’ın buyruklarını hâkim kılmak görevi idi. Batılı emperyalistler ise, elde ettikleri silâh üstünlüğü sâyesinde ülkeler zaptedip o ülkeleri sömürdüler; sonra da buna bir sebep bulmak için ‘uygarlık götürdüklerini’ iddiâ ettiler; islim arkadan gelsin misâli. Kristof Kolomb, hep Batı’ya giderek Doğu’ya, bu arada Hindistana ulaşmak için yola çıktı. Amerika yakınındaki Antil adalarına gitti, Hindistan’a ulaştığını zannederek oranın yerlilerine Hintli (Indian) dedi, renklerinden dolayı, bütün Amerikan yerlileri oldu kırmızı Hintli ! (Red Indian) Bu gülünç isimlendirme hâlen devâm etmektedir. Gerçek Hindistan bulununca da oldu East India (Doğu Hindistan)! Amerikan yerlilerinin 99 göbek atasından biri bile Hindistana gitmiş, oralı filân değildir ama, Avrupa’lı çapulcuların ve onları torunlarının torunlarının dilinde onlar kırmızı Hintli’dirler! Aynı şekilde : Avustralya Kıt’asının, oranın yerlilerinin dilinde bir adı var mıdır, bilinmez, ama o kıtanın adı, Avrupa’lını koyduğu (Doğu/Avus) ile başlayan Avustralyadır artık.
Avrupa’lılar, işgal ettikleri ülke zenginliklerini yağmalamakla yetinmediler; o ülkelerin insanlarının kimliklerini de çaldılar, kimliklerini, kafa yapılarını değiştirdiler, kendi dillerini unutturup, gözden düşürüp emperyalistlerin dillerini kullandırdılar. Fransız işgâlindeki Cezâyir, Tunus, Fas gibi ülkelerde, Fransızca bilmeyen, iş bulamazdı, kendi toprağı da yoksa, açlığa mahkûmdu. İngiliz sömürgesindeki bir Afrika’lıya, “hiç İngiltereye gittin mi?” diye sorulduğunda No, I have never been home (hayır, hiç Anavatan (!)da bulunmadım) diyordu! Öyle bir kafa yapısı meydana getirilmişti!
Osmanlı ise, Sırbistan’da 5 yüzyıl kadar, Yunanistan’da 4 yüzyıl hüküm sürdü. Onların dillerine, inançlarına dokunmadı. Nerede emperyalizm? ‘Osmanlı İmparatorluğu’ diyen Türk târihçi, ne kadar bilgili ve ünlü olursa olsun, kendi kalesine gol atmaktadır! Bilinç Boyutu eksik olunca, böyle olur.
Osmanl’nın büyüklüğünü, ihtişâmını anlatmak için kirli ‘imparatorluk’ sözüne ihtiyaç yoktur. Osmanl’nın hareket noktası farklı : Hümâyûn sözünü alalım. Osmanlı, her mühim müessesesine, Hümâyûn sıfatın vermiştir: Osmanlı Ordusu, Ordu-yu Hümâyûndur, donanması; donanma-yı hümâyûndur. Pâdişâhın el yazısı için; hatt-ı hümâyûn, mührü için mühr-ü hümâyûn denilmişdir. Acabâ nîçin ? Hümâ; hep yükseklerde uçan, hiç yere inmeyen efsânevî bir kuş olarak kabûl edilir. Hümâyûn, Hümâ ile ilgili, ona mensûb, yâni Semâvî, Göğe âid, Gökle ilgili demek olur. Osmanlı, kendisini Semâvî Mesaj : İslâmın temsîlcisi olarak gördüğü için, her mühim müessesesine hümâyûn sıfatını vermiştir. İnsan, merak etmekten kendini alamıyor: târihçilerimiz Osmanlı yazılı ve basılı belgelerini okurken, hep kullanılan hümâyûn sıfatının ne demek idiğini düşünmezler mi?
Düşünülmeksizin kullanılan bir deyim de feodalizm. Bizim okumuşumuzun kafası Batı’ya göre formatlandığından, Batı’da olan, bizde de vardır yanlış görüşünden hareketle, ‘feodal düzen’ demektedir. Feodalite’de, bir toprak parçası satıldığında, üzerindeki insanlar da, çiftlik hayvanı imişler gibi, sâhip değiştirirlerdi. Bir kızcağız evlendiğinde, ilk gecesini, kocasıyla değil, feodal yönetici ile geçirmek mecbûriyetindeydi; bu, kanundu, adı : jus Primae noctis. (İlk Gece Hakkı)! Osmanlı’daki Tımar Düzeninde ise, cihâdda yararlık gösteren askere, belli sayıda köyün, yerleşme yerinin devlet adına vergi toplama hakkı verilirdi. Tımarlı Sipâhi, fethedilen yerin halkı kendi dîninde kalmışsa, toprağın haraç olarak vergisini alır, toprak sâhibi Müslüman ise, öşrünü (çıkan ürünün onda birini, sulama vs. masrafı varsa: yirmide birini) devlet adına alırdı. Karşılığında, eğitilmiş, cihâda hazır belli sayıda asker yetiştirirdi. Tımarlı Sipâhi, yönetimi altındaki insanların can, mal, ırz güvenliğinden sorumlu idi. Nerede feodalizm nerede Tımar düzeni?
Sorumlu insan, kullandığı kelimelere dikkat etmelidir vesselâm!