Kendine Katmak Mı, Sevgiliye Katılmak Mı?

Yarının, bütün yarınların geldiğine, geleceğine emin kimseye, kendi rûhâniyetindeki gerçeklikle temas etmemişse, ölüm karşısında söylenecek ne olabilir?

Bir sonsuz boşluk, farkındalık ve duyuşların tamamen söndüğü bir karanlık bekleyenlere hangi tesellî kâr eder?

*

Mülk!

Mülke “sâhip” olmak!

Karakteri her an içten içe dönüşmek olan varlığı elde tutma çabası…

Işığı avuçlamaktan farkı sâdece bir nisbet/hız göreceliliğinden ibâret bir “mâlikiyet”!

Hele hele “insana sâhip olmak” ne demek?

Sâhiplenmeye, eğer kalplere hükmedebilseydik, belki bir “kendine katma” değeriyle bakılabilirdi.

Kendine katmak!

İnsanlık geçmişinde “kendine katma”nın zâhir iktidarlarla elde edilmiş bir tek örneğini bulamıyoruz…

Bunun, aksi yönde bir örneği var ama:

Sevebilmek!

Ancak sevginin son durağı, “kendine katma”ya değil; lâkin severken “kendinden geçmeye, sevdiğine katılma”ya varıyor!

İnsanlığa ölümsüz izler bırakan her devrin, bütün coğrafyaların mistikleri, sâhib olmaya aynı kayıtsızlıkla bakagelmiş.

Eğer sûfîlerdeki anlamda farkındalığa âşinâ iseniz, size de mülkiyet aynı mânâsızlıkta görünecektir. Değilseniz de, onca emeğin ölüm kapısında bomboş kalacağını görmez mi akıl?

O halde onca ihtiras ve kırıp dökmek, mülkiyetin hangi faydası uğrundadır?

Mâlik olma hırsı, çok defâ ihtiyaç temini gibi bir sebebden doğmuyor. İhtiyaçla sınırlı kalsaydı da, aslı olmasa bile belki mâzur görülebilirdi…

*

Sâhip olma iddiâsı taşıdığımız ne varsa onlara soralım, o şeyler bize âit olduklarından haberdar mıdırlar?

Eşyâlara, paraya pula, hattâ bedenimize soralım: Bizden ne kadar haberliler?

Bedenimin unsurları, kendilerinin Sait olduğunun farkında mıdırlar?

*

Acaba mülkiyet, insandaki “cüziyette olmaklık” duyuşunu, aczi, bir “kendini verme” yoluyla “kurbiyyet” için “kurban olma” şartını reddedişin örtülü bir ifâdesi olmasın?

Yâni, cüz’î varlığımızın şartlarına isyan ederken, negatif yoldan maddî hükümranlıklar tesisiyle, rûhunun derinliklerinden tanıdığı “tamlığı fetih” aldanışı?..

*

Bir de başlıbaşına incelenmeye değer bir konu var: Bir muhayyel “tamlık” adına o hükümranlığı elde etmişlerin psikolojileri…

“Daha, daha, daha…” dedikleri ne varsa ulaşmış oldukları halde geldikleri ufuksuz karanlık sâhiller, inkisar, umutsuzluk, şaşkınlık!

Hâliyle uyuşturucuya, sapık ilişkilere… saplanıp kalmış bir sürü modern Neroncuk!..

*

Bu nasıl bir körleşme, bu nasıl bir boşlukta uğunuştur?

Son demine kadar sanal iktidar aldanışlarıyla tükenen ömürlerle o “büyük boşluğun” kapısına dayanmak!

Hüsrâna bakar mısınız!

*

O an geldiğin vakit ölüm de “hak edilmiş” olmalı diyorum…

Yalan ve sanal kimliklerle o hüsran anına varmak… Yâhut, sevgileri, hizmetleriyle Hakk’a vüsul hâliyle, o mukadder ana mesud bekleyişlerin ödülü olarak erişmek…

Şuna kesinlikle inanıyorum: “Kişi sevdiğiyle berâberdir”. Burası, orası diye ayıranlar yanılıyorlar.

Berâberliğe yetecek güçte, arıtan ve hâlis sevgilerin visâlinde “orası” “burası” ayrımı olmamalı…

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen