Sabah işyerine gelirken biraz yürüyeyim, yolumu uzatayım dedim. Baktım bir çocuk elindeki sepetinin üzerini pek bizim buralarda göremediğim bir bezle örtmüş dalgın dalgın gidiyor. Seslendim, “Simit mi satıyorsun?” dedim, başını salladı.
Böyle sepet görünce aklıma benim de bir zamanlar satmaya çalıştığım simit gelir. Otuz simit almış, satamamış yirmi yedisi tanesini eve getirmiştim. Evdekiler bir hafta simit yemişti.
Biraz konuştuk delikanlıyla. On bir yaşındaymış, Irak Türkmen’iymiş, beşinci sınıfa gidiyormuş, yirmi tane simit almış. Bir saate yakın olmuş çıkalı. On dokuz tane kalmış sepetinde. Simitin tanesi “bir yetmiş beşmiş”miş. Tamamının kaç lira ettiğini hesaplayamadı. Arkadaş olduk sonra epey sohbet ettik.
“Bu simitleri ben alayım, şu paranın üzerini ver” dedim. Elini cebine attı, iki lira çıkardı “bu kadar param var” dedi.
Kerkük bize bu kadar yakınken çok mu ıraktı bilemedim.
Bugün esas Yavuz Bülent Bakiler Ağabey’den bahsedecektim ama bu delikanlı ile karşılaşınca böyle bir yazı oldu.
Türkiye’de Kerkük için ilk şiir yazan kişi Yavuz Ağabey, 1959 yılındaki katliamdan sonra yazdığı şiir şu;
Kerkük Ağıtı
Bütün minarelerde sustu ezan sesleri
Artık yaşamak zordu.
Zehir zıkkım bir rüzgâr esiyordu Irak’tan
Ölüm sokaklarda kol geziyordu.
*
Bir gece Kerkük’te vurdular beni
Geçti sokaklardan bir kızıl ordu.
İslâm’ı ve Türk’ü vuruyordu kurşunlar
Peygamber, kabrinde ağlıyordu.
*
Bütün hadis-i şerifler, ayeti kerimeler…
Yüreğimdeki kordu.
Ama çıplak ayaklı ve çıplak kafalı adamlar
Beni sokak sokak sürüklüyorlardı.
*
Benim kafam kanıyordu kaldırım taşlarında
Evim barkım yanıyordu
Ve benim cesedim kanlı bir bayrak gibi
Demir direklerde sallanıyordu.
Bir Necdet Koçak vardı, Kerkük Türk’ü. İdam sehpasına giderken “Biz budandıkça göğeririz.” demişti. Bunu bir şiirde kullanmıştım.
Hakk’a susarız kandıkça,
Çelikleniriz yandıkça,
“Göğeririz budandıkça,”
Elifce ölüşüm ondan.
Yavuz Bülent Bakiler Ağabey’e sağlıklı uzun ömürler dileyerek bir başka seferde bahsedelim. Arkadaşı Necdet Koçak için yazdığı bir bölümü koyalım. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan da Kerkük Şiiri dinleyelim efendim.
Necdet KOÇAK
“Hadise bugünkü gibi aklımdadır: Bir gün Ankara’da, Maltepe Camii’nde bir öğlen namazını birlikte kılmıştık. Dışarıya çıktığımızda bana Kerkük’e gitme hazırlığı içinde olduğunu söylemişti. İçimde sanki bir damar kopmuştu:
– Sakın gitme, demiştim. Bu Baasçılar Türk düşmanlığını âdeta bir din hâline getirdiler. Sana zulmedeceklerinden korkuyorum! Sakın gitme! Bu Saddam’ın ne yapacağı belli olmaz!
Verdiği cevap hep aklımdadır: “Olur mu hiç ağabey! Irak’taki çocuklarımızı, kardeşlerimiz nasıl sahipsiz bırakabiliriz? Kerkük’ü ikinci bir Kıbrıs durumuna düşürmemeliyiz! Ben gitmek mecburiyetindeyim. Tahsilim bittiğine göre doğduğum topraklara dönmeliyim artık!
Söylediği gibi yaptı. Türkiye’de iken evlenmişti. Eşi Ayten Hanım Türkiye Türklerindendi. Bir gün el ele verip Irak’a gittiler. Necdet Koçak ilim dünyasında bir kürsü sahibi olmak istiyordu. Bu bakımdan Bağdat’a yerleştiler. Birkaç yıl sonra onun Bağdat’ta Ziraat Fakültesinde doçent olduğunu duyunca çok sevindim. Karamsarlığım dağıldı. Ah ne kadar hazin! Sevincim uzun sürmedi.
Bir gün onu kürsüsünden alıp götürdüler. Sonra bir Ebu Leheb vahşetiyle karşısına dikilip sordular:
-Söyle bakalım bize! Sen Bağdat Üniversitesinde neden Türkçe konuşuyorsun?
-Bütün derslerimi Arapça anlatıyorum. Türkçeyi ise zaman zaman odama gelen Türk asıllı öğrencilerle konuşuyorum. Dört duvar arasında 3-4 kişiyle Türkçe konuşmanın ne gibi bir mahzuru olabilir?
-Onlarla niçin Arapça konuşmuyorsun? Senin maksadın ne? Burada Turancılık mı yapmak istiyorsun? Türkiye Cumhuriyeti seni buraya casus olarak mı gönderdi?
-Benim ana dilim Türkçe olduğu için Türk asıllı öğrencilerle ders dışında Türkçe konuşuyorum. Bağdat’ta Türkçe konuşmayı yasaklayan bir kanun da yoktur sanıyorum. Turancılık, bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak idealidir. Bu işi ancak büyük devletler, çok kuvvetli ordularıyla birlikte savaşarak yaparlar. Benim üzerimde bir cep çakım bile yok! Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bile Turancı değil! Tek başıma ben mi, Türkçe konuşarak mı, bütün Türkleri bir bayrak altında toplayacağım? Mümkün olabilir mi?
Sonra casusluk da ne demek? Ben niçin casusluk yapayım? İşte, devlet güçleri elinizde. Ben neyin casusluğunu yapmışım? Kime ne söylemişim? Hangi devlet sırrını öğrenmeye çalışmışım?”
Söylediklerine inanmadılar. Tutup zindanlara attılar. Zincirlere vurdular. Vakit namazlarını kılmasına bile izin vermediler.
Aradan uzun ve çileli aylar geçti. Onu bırakmadılar. Zulüm mahkemeleri kurdular. Tehditler savurdular. Eşi Ayten Koçak çaresizdi. Yapayalnızdı. Endişeliydi. Yakınları ona yardımcı olmak istediler;
-Sen mutlaka Saddam Hüseyin’e çıkmalısın! Yapılanları ona anlatmalısın! Seni dinleyeceğine ve yardımcı olacağına inanıyoruz. Böyle sessiz sedasız kalmak doğru değil, dediler.
Ayten Koçak çaresizdi. Bin bir zorluğa göğüs gererek bir gün Saddam Hüseyin’in huzuruna çıktı: “Allah rızası için kocamı bıraktırın, dedi. O, karıncayı bile incitmek istemeyen bir insandır. Türkçe konuşması hem Türk olmasından, evinde Türkçe konuşmasından hem de yüksek tahsilini Türkiye’de yapmasından ileri geliyor. Bir kasıtla Türkçe konuşması mümkün değil! Onun çıkmasına emir verirseniz alır götürürüm. Artık buralarda bırakmam. Hemen götürürüm, hemen, Türkiye’ye hemen! Siz de rahat edersiniz, biz de!..
Saddam Hüseyin gülümsedi:
– Peki, dedi. Ben de söz veriyorum sana. Yarın kocanı teslim edeceğiz sana! 24 saat içinde onu yanında bulacaksın!
Ayten Koçak dünyalar kadar sevindi. Çıkıp evine geldi. Bir koç alıp kesmeyi, etini fakir fukara insanlara dağıtmayı düşündü. Eşini yanına alıp Türkiye ye dönmeyi plânladı. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi.
Güneş Bağdat’ı çoktan ısıtmaya başlamıştı. Ayten Koçak hâlâ bin bir tahayyül içindeydi. Bir kapı ziliyle hülyalarından sıyrıldı. Kapıya koşarak gitti. Resmî kıyafetli iki zindan nöbetçisi gülümseyerek ona bakıyordu: “Bugün sana kocanı teslim edeceğimize dair söz vermiştik. Artık onu alıp istediğin yere götürebilirsin!”
Ayten Koçak zindan bekçilerinin boynuna atılmamak için kendini zor tuttu. Demek Saddam Hüseyin verdiği sözü tutmuştu. Demek sevgili Necdet Koçak yeniden yuvasına dönüyordu.
Artık sıra kendisindeydi. Mahkûr ve mahzun kocasını alıp vakit kaybetmeden Türkiye’ye dönmeliydi. Hemen dönmeliydiler. Hemen, hemen, hemen! Birkaç gün içinde Bağdat’tan ayrılmalıydılar. Kurbanı keser kesmez yola çıkmalıydılar!
Ayten Koçak zindan bekçilerine sevinçle sordu;
– Nerede, dedi. Nerede şimdi Necdet’im!
– Aşağıda, dediler yumuşak bir sesle. “Senin inmeni bekliyor!”
Necdet Koçak’ın sevgili eşi, merdivenleri üçer-beşer atlayarak aşağı indi. Dış kapının biraz ilerisinde, pencereleri demir kafesli hantal bir cezaevi arabası duruyordu. Ona, kamyonetin arka kapısını rahat bir yüzle açtılar.
Ayten Koçak birkaç adım attıktan sonra donup kaldı. Gördüklerine inanamıyordu. Gözleri kocaman kocaman açılmıştı.
– Allah’ım o, Allah’ım o, diye hıçkırmaya başladı.
İmbikten geçirilmiş gibi tertemiz Necdet Koçak’ın, o güzel, o çileli, o mümin Necdet Koçak’ın darağacından yeni indirilmiş ve daha soğumamış cesedi cezaevi arabası içinde upuzun yatıyordu.”
Yavuz Bülent BAKİLER