Sevgili okurlar, peşinen söyleyeyim sizlere Kıbrıs’ın Türklerin egemenliğinde kaldığı 307 yıllık tarihini uzun uzun bahsetmeyeceğim. Ama, bazı önemli noktaları büyük harflerle vurgulamaya çalışacağım ‘Kıbrıs’ta Millî Şuurun Tazelenmesi’ babında. Bir tarafta “Adanın Türkleştirilmesi ve Millî Şuur” diğer tarafta “Adanın Kendi Kendine Yeterliliği”. 1571 yılında Kıbrıs fethinden sonra Osmanlı’nın en çok kafa patlattığı konular olmuştur, kuşkusuz. 1572 yılından itibaren Karaman, İçel Bozok, Alaiye, Teke ve Manavgat kadılıklarına gönderilen fermanlarla oluşturulan XIX. Mühimme Defterine bakıldığında Kıbrıs’a göç hükmü gereği öncelikle zanaatkarların gönderilmesi öngörülmüştür. Adanın imarı ve kendi kendine yeterliliği bu düşünce sistematiğinin eseri olmuştur.
Tarihçi Ahmet Refik, Anadolu’da Türk Aşiretleri kitabında Kıbrıs’ın fethinden sonraki dönemde Karaman’dan Kızıloğuz Yörüklerinden Kocacık Yörüklerinin de gönderilmesi hükmedildiğine dair bir fermanı ortaya koymaktadır. (1) Malum, ‘Makedonya’nın Türkleştirilmesi’nde ve ‘Milletleşme Sistematiği’nde 1480 yılından sonra bölgeye Karaman’dan gönderilen Kocacık Yörüklerinin ifa ettikleri görevler büyük olmuştur. Bilindiği gibi, Ulu Önder Atatürk’ün dedesi de Karaman’dan Makedonya’ya göçen Kocacık Yörüklerindendir. Günümüzde Makedonya sınırları içinde Türk milletinin toplumsal hafızası için önemli olan Kocacık köyü bulunmaktadır. Kocacık köyü Atamızın dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi’nin doğduğu Makedonya’nın Debre yakınlarında Merkez Jupa’ya bağlı bir köydür. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin anısına Makedonya’nın Üsküp’e 180 kilometre mesafede bulunan Kocacık Köyü’ne yaptırılan “Ali Rıza Efendi Anıevi” Kocacık Yörüklerinin Türk tarihindeki önemini anımsatmaktadır. İlginçtir, anıevi’nin yeri tarih profesörü ve 2011 yılında Makedonya Cumhurbaşkanı olan Gyorge İvanov tarafından tespit edilmiş, evin yeniden yapılması talebi de İvanov tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne bildirilmiştir. Evet sevgili okurlar, şunu önemle söylemeye çalışıyorum, Kıbrıs halkının mayasında Ulu Önder Atatürk’ün içinden çıkmış olduğu Kocacık Türklerinin hamuru bulunmaktadır.
Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı Ersin Tatar’ın KKTC Cumhurbaşkanlığına ikinci turda yüzde 51,74 oyla seçilmesi göstermektedir ki, ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ ulusal andı hedefine kilitlenilirken, Kıbrıs’ta tekrardan millî şuurun tazelenmesi, yenilenmesi gerekli görülmektedir. Neden? Nedeni aleni ve aşikâr. Kıbrıs Türkü farklı farklı yönlerden esen o kadar çok rüzgâra maruz kalmıştır ki, KKTC’den ‘Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne evrilecek süreç içerisinde Kıbrıs Türkü millî şuurunu bir bütün olarak birleştirmeli, bütünleştirmelidir. Öyle ki, Türk Mukavemet Teşkilatı günlerindeki o yüksek heyecan, o büyük sinerji behemehâl sağlanmalıdır. Sağlanmalıdır, adanın etrafındaki zenginliklerden istifade etmesi için.
Kuşkusuz her zaman olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti anavatan olarak Kıbrıs Türkü’nün her zaman yanı başında olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Bu süreç, uzun soluklu bir süreçtir. Aşık Veysel’in dediği gibi, uzun ince bir yolda, inceden inceye planlamalı bir süreçtir. 1959 yılında yarının komutanlarını çekirdekten yetiştirmek amacıyla III. Selim tarafından yaptırılan Selimiye Kışlasında Selimiye Askeri Ortaokulu kurup, ilkokulu bitiren Kıbrıs Türkünün çocuklarını eğitmek bu şiarın alana yansımasıdır. Selimiye Askeri Ortaokulu içerisinde Türklük Şuuru ile yeniden tazelenmek bir büyük ülkünün ve öngörülüğünün eseridir. Bu yapılmıştır. 25 Yıl sonra, çeyrek asır sonra bu okul ve sonrası askeri lise, Kara Harp Okulu ve Piyade okullarından yetişen Kıbrıslı Türk kökenli 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında unutulmayacak kahramanlık destanları yazmışlardır. Kara Harp Okulundan sınıf arkadaşım, Barış Harekâtına kaçak olarak katılan merhum Önyüzbaşı Ali Sencer Zekai Pirgalıoğlu, bu harekâtta inanılmaz boyutlardaki cesaret ve atılganlığı ile temayüz etmiştir. Bu arada söyleyelim, birliğinden firar ederek savaşa katıldığı için merhem Ali Sencer Zekai yargılanmış, tahkikat sonunda af edilerek Hava İndirme Tugayı’na atanmıştır. Bu tayinin maalesef ışık hızında yapılamaması da Türk askeri bürokrasisinin hantallığının bir göstergesidir. Belki de bu durum ve ancak onun Kıbrıs’a duyduğu büyük özlem öylesine etki etmiş olacak ki, Ali Sencer Zekai önyüzbaşı rütbesinden emekli olup ve Kıbrıs’a yerleşmiştir. Neler neler yapmamıştır ki en uzun bir o kadar da o kısacık üç günde. 21 Temmuz 1974 akşamı Hava İndirme Tugayı 3’ üncü Paraşüt Tabur’una katılan Üsteğmen Ali Sencer Zekai, 22 Temmuz günü Stavro Tepe’ye taarruz eden takıma komuta etmiş ve tepeyi ele geçirmiştir. 23 Temmuz günü Bellapais’ten Dikomo bölgesine giden Rum Topçu Taburu’nun imha edildiği taarruzda görev almıştır. Daha sonra, 26 Temmuz günü Bufavento Kalesi’nin alınmasında ve İkinci Harekâtta, hep birinci hatta bulunmuştur. Size tavsiyem, Kıbrıs Barış Harekâtında genç bir üsteğmenin bu yüksek duygularını öğrenmek istiyorsanız, kendi ağzından anlattığı, onu hemen yanı başınızda bulacağınız “Girne’den Yol Bağladık Anadolu’ya” kitabını okumanızdır.
Kıbrıs Türk’ünün şimdilerde Türk Mukavemet Teşkilatının kuruluş günlerindeki o inanılmaz boyuttaki sinerjiye öylesine ihtiyacı var ki… Gerekirse bir müddet restorasyon süreci içerisine girilmelidir, diye düşünüyorum. Kıbrıs Türk halkının restorasyonu gerekli mi? Rejimin esas sahibi Kıbrıs Türkü’nün ‘Yes Be Annem’ dönemini yaşamış gençliğinin millî şuurunun onarılmasına bir restorasyon dönemine ihtiyaç bulunmaktadır. Hemen sorumuzu soralım. Bu durum günümüze mi özgü? Yoo. Türk Askerinin Kıbrıs topraklarına ulaşmasından bu yana, bazı kesimlerde biraz da Kıbrıslı Rumların etkisiyle Türk askerine karşı, güce karşı bir tepkime bulunmaktadır. Sadece Kıbrıs’ta mı? Hayır, Anavatan Türkiye’de de. Buna da bizzat şahit olmuştum. 1975 yılında Kıbrıs’tan bir görev için gelmiş olduğum Ankara’da, Sıhhiye Orduevinin karşısında “Türk Askeri Kıbrıs’tan Defol” yazısını görünce yıkılmıştım. 7/24 hiç, ama hiç durmaksızın yapmış olduğumuz mayınlı arazilerdeki görevler, gece keşif harekatlarımız ve bir başına Magosa 2,5 mil kampı karşısındaki Strovilya köyünü bölüğümle Kıbrıs Türküne kazandırışım, bir bir gözümün önünden geçtiğinde, restorasyon sözcüğünü ve bunun önemini anımsamıştım.
İşte bu nedenle, II. Harekattan çok kısa bir süre sonra adada görev aldığım için bu tepkimenin nedenlerini çok rahat yanıtlayabilirim, diye düşünüyorum. Adada sıcağı sıcağına bire bir gözlemlediğim için bu soruyu yanıtlamakta kendimi yetkili görebiliyorum, sevgili okurlar. Efendim adada başlangıçtan itibaren bir İngiliz hayran grubu olmuştur, onlar için İngiliz pasaportu taşımak büyük bir ayrıcalıktır. Trafiğin akış yönünün soldan olmasıyla kendini belli eden İngiliz kültürü, kökeni Kıbrıslı olanların genlerine bile sirayet etmiştir. Bütün bunlara adada bizler de gözlerimizle şahit olduk. İngiliz okullarında yetişen, tüm DNA-RNA moleküllerine kadar bir İngiliz’leşmiş bir grup zaten hep var olmuştur. Ve de yeri gelmişken söyleyelim bu lümpenler, Türk Silahlı Kuvvetleri adaya çıktıktan sonra, bunların büyük kısmı bir tepkime olarak Avustralya’ya, İngiltere’ye ya hemen göç etmişler ya da göç etmek üzereydiler. Onlara göre tek kelimeyle ifade etmek gerekirse Türk Ordusu askerleri birer “Karasakal” idiler. Sadece onlar mı? Bir de 20 Temmuz ve 14 Ağustos harekatlarından sonra adadaki ürünü kaldırmak için tarım sektöründen adaya getirilen sonradan kendi kendine yeterli bir bölge yapabilmek amacıyla bölgeye yerleştirilmek zorunda kalan Türkiye ve Kıbrıs’ın varlığından bihaber toplumun en geri kalmış kesiminden Türkiye Türklerinin durumu dolayısıyladır. Sırtına çocuk bağlayarak, pazardan aldıkları tavukları iki bacağından tutarak sallaya sallaya çıkan Türkiye Türkleri de bu adın yoğun bir şekilde kullanılmasında etki etmiştir. Aslına bakarsanız, Karasakal sözcüğündeki “kara” ifadesi Türklerin yönleri renklerle ifade etmesinden kaynaklanmaktadır. Kara sözcüğü kuzey, sarı doğu, kızıl güney, beyaz batı yeşil merkez anlamındadır. Daha çok maganda, maço anlamında kullanılan ‘sakal’ sözcüğü ile birlikte kara sözcüğü ile birlikte ‘Karasakal’ kelimesi kuzeyden gelen kaba Türkleri betimlemek için kullanılmıştır. Aslına bakarsanız, daha Osmanlı zamanından beri, yani Anadolu’dan gönderilen ‘Yörük Aşiretleri’ Kıbrıslılaştıktan sonra bu betimlemeyi kullanmış oldukları yönündedir. En hafifinden bu ‘Karasakal’ sözcüğü Kıbrıs Türklerinin, Türkiye Türkleri için oluşturdukları medeni bakımından bir aşağılanmayı içeren bir takılmış addır. Şu iki şey de yanlıştır. Efendim birincisi Kıbrıs, Osmanlı egemenliğinde iken çıkan bir isyanı bastırmak için adaya müdahale eden Osmanlı Askerlerinin uzun ve kara sakallı bir ordu imgesi yarattığı için ortaya çıktığı rivayet edilmesidir. İkincisi hem yanlıştır hem de bir o kadar komiktir. “1974 Kıbrıs Barış Harekâtında adaya savaşmaya giden Türk askerlerine savaş dolayısıyla sakal tıraşı olmaya vakit bulamamaları yüzünden bu isim takılmıştır.” Bu son derece hem hatalı hem de komik bir betimlemedir. Evet çok az da olsa doğruluk payı olabilir, çünkü Türk askeri sakal değil, ama bıyık bırakmayı bu harekâtta istemiştir. Bırakmıştır da. Türk askeri ünlü ‘Seven Up’ gazozuna ‘Yedi Up’ dediği, “Kraven Ey” sigarası isterken doğrudan yazıldığı gibi “Craven A” demesi, “555” sigarasına da Kıbrıs Türkü gibi ‘Three Five’ demeyip ‘beş yüz elli beş” demesi fıkralara, gülüşmelere yansıtılmıştır. Bu durum Makedonya’da da “Pusto Turko” “Hödük Türk” betimlemesinde kendini aynen göstermektedir.
Ama sebep bu değildir. Bu arada söyleyelim, soldan akan trafiğin değiştirilmemesi askeri araçların ölümle biten kazalarına sebebiyet vermiştir. Bence değiştirilmesi gerekirdi, o günkü düşünce tarzı iki federal yapının bütünleştirilmesinde görüldüğü için sağ trafiğe geçilememiştir. Ancak bu durum karşı tepkimeye de neden olmuştur. Az da olsa bir iki kendini bilmez askerin yaptığı sahipsiz Rum evlerindeki ganimet söylentileri bu lakabın kötü yönde yayılmasına zemin hazırlamıştır, denilebilir. Bir de alışverişlerde bile sıkça kullanılan “Ama biz sizi kurtardık” sözü, neredeyse Ömer Seyfettin’in “diyet”ine kadar işi nefret çizgisine kadar götürmüştür. Günümüzde KKTC gençlerinin pek kullanmadığı bu ifade, savaş dönemlerini yaşamış olan altmış yaş ve üzerindeki Kıbrıslı Türkler tarafından hala sıkça kullanılmaktadır. Daha sonraki yıllarda genellikle cebinde beş parası olmadan kimlik kartını adada çalışacağı taşerona vererek adaya giriş yapan, inşaatlarda kacak olarak çalıştırılan, yürek kaldırmayacak koşullarda yaşayan, hatta bir kısmı gasp, hırsızlık vb. islere bulaşmış kişilerdir. Bu profildeki insanların anavatanda iken de pek sevilip yarenlik edildiği söylenemez. Ancak bu genelleme sabittir. Bu genelleşmenin yaygınlaşmasının nedeni süregelen pek çok siyasi belirsizliktir. Düşünebiliyor musunuz? “Türkiyelileri istemiyoruz bizim kendi ülkemiz var asker görmek istemiyoruz defol Türkiye” bazı siyasi parti mitinglerinde bile dillendirebilmektedirler. Oysaki Kıbrıslı Rum EOKA’ cı teröristlerin, 62 yıl önce yaptıkları gibi köyleri basıp sivilleri katletmesin diye 20 yaşındaki Türk Askeri, kavurucu Kıbrıs sıcağının altında sınır hattının herhangi bir yerinde bir nöbet kulübesinde sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar silahı atış pozisyonunda tam teçhizatlı beklemektedir. Ne için beklemektedir? Adanın barış ve huzuru, Kıbrıs Türkü’nün güvencesi adına beklemektedir. Türk askerinin adadan çekilmesini isteyen Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu Annan Planına “yes be annem” diyen genç nüfustur, bunlar bilinçsizlikten AB’nin ve Rum kesiminin ışıltısına kapılmış, şehit dedesini bile unutmuş bir güruh ordusudur, bu da temelde bir eğitimsizlik sorununun izdüşümüdür. “Ya taksim ya ölüm” sloganlarıyla Anavatan’ın sarsıldığı o günlerde,17 Temmuz 1958 tarihindeki Halkın Sesi Gazetesi bu durumu şöylece teyit etmektedir:
“Sayın Adnan Menderes
Başvekil
Ankara
“Bugün köyümüz ‘Sinde’, hunhar E.O.K.A.’cıların katliam taarruzuna maruz kalarak, beş şehit ve sayısız yaralı vermiştir. Maneviyatımız tamdır. Acil müdahalenizle ‘mukaddes dava’ bildiğimiz Taksim’in gerçekleşmesini bekliyoruz. Talih, bugünü görmeği bizlere nasip etmezse büyük milletimiz sağ olsun.
Sinde Halkı” (2)
Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ta olmasa, Kıbrıslı Türkler ’in aynı katliamlara uğrayacağından hiç şüphe edilmemelidir. 1963 olaylarını içinde bulunulan o vahim durumu da Kıbrıs Türk Lideri Dr. Fazıl Küçük hatıratında aşağıdaki şekilde ortaya koymaktadır:
“Sayın İsmet İnönü
Başbakan
Ankara
“Zatıalilerine bir süre önce gönderdiğim mesajdan bu yana durum çok daha değişmiştir. Rumlar her an genel bir taarruza geçme hazırlıklarını tamamlamışlardır. Bütün Lefkoşa ve civarı kurşun yağmuru altında korkulu dakikalar geçiriyor. Türk mücahidi mevzilerini muhafaza ederek direnişlerini sürdürüyorlarsa da maalesef mermileri tükenmiş durumdadır. Kaymaklı’nın düşmesi korkudan değil, bir avuç Türk’ün modern silahlarla mücehhez eğitimli Yunan Askeri karşısında kahramanca direnişten sonra mermilerinin tükenmesi sonucudur. Telgrafı hazırlarken aldığım yeni haberlere göre kumsal bölgesinde çarpışmalar çok daha şiddetlenmiştir. Bugün erken saatlerde girişecekleri genel taarruzun, mukavemete karar verenlere büyük zayiat verdireceğine şüphem yoktur. Bunun yanında binlerce sivilin, rum mermilerine hedef olup katledileceklerine muhakkak nazarı ile bakıyorum.
Durumu arz ederim. Vatan sağ olsun!
Dr. Fazıl Küçük” (3)
Bu güruh maalesef üretmeyen, devamlı eleştiren ve şikâyet eden, İngiliz Amerikan aşığı bir güruhtur. Ama bu arada onların azınlıkta olduklarını da söyleyelim. Benim tanıdığım neredeyse her Kıbrıslı Türk, 20 Temmuz törenleri nedeniyle, gösteri amaçlı gelen Türk Yıldızlarını, her seferinde gözleri dolarak izleyen, mutlaka bir kere de olsa gidip Anitkabir’de Atamızı ziyaret etmiş Türklüklerinden şüphe edilemeyecek Türk Mukavemet Teşkilatının izdüşümü insanlardır.
Peki bu azınlık için neler yapılmalı? Neler düşünülmelidir? Parçalanmadan ayakta kalabilmek, geleceğe birlikteliği taşıyabilmek “Devlet, ebed müddet” şiarına sıkı sıkıya bağlanmaktır. İşte bu koşutta günümüze kadar gelen Türk devlet geleneği “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder Dörtlüsü” üzerinde varlığını insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar sürdürmüş ve elan da güçlenerek mevcudiyetini sürdürmeye devam etmektedir. Bu geleceği kucaklayan Türk Devlet geleneği dörtlüsü neredeyse “Mahşerin Ölümsüz Dört Atlısı” (four horsepersons) mertebesindedir. Ancak, Hıristiyan şeriatındaki mahşerin dört atlısı, kıyamet gününde ortaya çıkacaklarına inanılırken, oysa bizim karşılıklı uyum içerisinde olması gereken dörtlümüzün ahengi millet ve devlet olmanın gizil anahtarını oluşturmaktadır. Onun için devlet geleneği ütopik, hayalî değil, dünyevi ve gerçekçidir.
Geçmişten günümüze, milletimiz, insan ilişkileri ve örgütlenmenin anahtarı “ocak” kültürüne hem geçmişten ve hem de geleceği alnında ilk önce duyumsayan “ozanlık”, aşık geleneğine, alandaki halkla bütünleşen “entel-dantel” değil de toplumun lokomotifi aydınlara ve “karizmatik kerem sahibi bir öndere” her zaman özel bir önem atfetmiştir. Karizmatik kerem sahibi bir önder, kendisinde olağan ve doğaüstü yeteneklerin yanı sıra en azından istisnai güç özellikleri nedeniyle bireyi sıradan insanlardan ayıran kişilik özellikleri olduğuna inanılan bir liderdir. Atatürk, Lenin, Gandi ve Castro gibi kendisine atfedilen özel eşsiz nitelikleri ile otorite kuran askeri ve siyasi liderler için kullanılmış ve Büyük Düşünür Max Weber bu tür lider tipini sosyolojik ve teknik bir terim olarak görmüştür. Ancak bir farkla Atatürk halk önderliğine seçilerek gelmiş, diğerleri ise yaşanılan koşullar gereği “jakobenist”, üstenci, tepeden inmeci bir modelle işbaşına gelmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk, gücünü milletten almış ve sine-yi millete döndükten sonra seçilerek işbaşına gelmeyi bir millî görev addetmiştir.
“Ocak, Ozan, Aydın ve Önder” sözcükleri millet ve devlet olmanın özüdür. Devletleşme sistematiğinin şiarıdır. Unutmayalım, Türk Milleti her karşılaştığı tehlikeli durumdan ve girdiği badireden bu sayede kurtulmuş, yeni bir dünyaya uyanan günü ferasetle karşılamıştır. Atatürk’ten sonra Cumhuriyet tarihimizin İkinci Adamı Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır” sözü bu ferasetin yansımasıdır. Malum, ABD’nin 36’ncı Başkanı Lyndon Johnson, 5 Haziran 1964 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye Türkiye Cumhuriyeti’nin garantör sıfatıyla Kıbrıs’a müdahale seçeneğini ortaya koyması karşısında ABD’nin rahatsızlığını ‘küstah’ ifadelerle dile getiren bir mektup yazmıştı. “Karşınızda Sovyetler Birliği’ni bulursanız yanınızda biz olmayacağız” tehdit içeren bir mektuptu. Başbakan İnönü de Time Dergisi’ne verdiği mülakatta bu mektuba şu cevabı vermişti:
“Kıbrıs’taki bu haksız durum devam eder, müttefikler bizi yalnız bırakır, NATO yanımızda olmaz, anlayışsızlık hüküm sürer, Türk azınlık ezilir, bu böyle devam ederse; günün birinde Batı’nın bu savunma sistemi yıkılır, yeni şartlarla yeni bir sistem ve dünya kurulur, Türkiye de bu yeni dünya içinde yerini bulur.”
Türkiye Cumhuriyeti, 1960’ların başından beri Kıbrıs’ta yaşanan gerilime ve Türklere yönelik saldırılara son vermek için ‘garantörlük’ haklarını da kullanacağını her zaman gündeme getirmesini bilmiş, on yıl sonra da 20 Temmuz 1974 tarihinde de müdahale etmesini bilmişti.
Kapalı kapılar arkasında üretilen, kurulan ve kurgulanan her yenidünyada yerini almasını bilmiştir. Anlayışlı, sağ ve öngörülü olma yanında, ilişkilerin, olayların ve Türk milletine kurgulanan komplo hadiselerin içyüzünü dış belirtilerinden sezme, anlama ustalığı göstermiş ve görünenin ötesine geçebilmiştir, “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder” dörtlüsü sayesinde. Yaşanılan coğrafya yepyeni badireler ürettiğinde ise, bu dörtlü sayesinde dayanma gücümüz, direncimiz göğüs germeye yetmiş de artmış, mazlum ulusları da kucaklamıştır. Bu coğrafyaya has ocak kültürü ve ozanlık geleneğinin akılcılık, bilimsellik ve çağdaşlığın harmanlanması ile millet olmanın temel dinamikleri korunup geliştirilebilir. Bu konudaki duyarlılıkla örgütlendirilmiş bir düşünce iklimi, hoşgörü ortamı ancak bu şekilde tesis edilebilir. Unutulmaması gerekmektedir ki, bütünleşik, birleşik milletin ortadan kaldırılması yok edilmesi çalışmaları asırlardır süregelen bir hadisedir. Osmanlı döneminde tıpkı Yugoslavya’nın uygulayıp da başarısızlığa düçar olduğu “ayrımsal modüler kültür”ün fikir ve eylemdaşları İngiliz casus ve ajanları, bazı ulus bilincine ulaşamayan konar-göçer nomadik kabilelere, aşiretlere âdeta zimmetlenerek, millet bütünleşikliği ve birleşikliğine karşı mücadele etmeleri konusunda teşkilatlandırılmışlardır. Bu durum Sykes-Picot gizli antlaşmasının günümüz ortamında ABD tarafından Suriye’de adı “Suriye Demokratik Güçleri”ne evrilse de YPG/PYD’nin “Suriye PeKaKası” uydu devletçiğinin dayatılmasında açık ve seçik görülmektedir. Bütün bu tehlikelere karşı Türkiye Cumhuriyeti bu coğrafyada bayrak gösterme ve var olma azmini ortaya koymuş, koymaya da devam etmektedir. Uydu Devletçiğin yaşama şansı ise belirsizliğini muhafaza etmektedir.
Sevgili Okurlar, bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, KKTC’nin Kıbrıs Türk Cumhuriyetine evrilirken bekası, kısaca mevcudiyeti, varlığı ile dış siyaseti ister süper isterse devasa mega güç konumunda olsunlar “Ocak, Ozan, Aydın ve Önder Kültürü” nün sağlamlaştırılmasında, berkitilmesindedir. Adada Türk Mukavemet Teşkilatının kuruluşuna benzer bir biçimde bu yönde bir yapılanmaya gidilmesi elzemdir, zorunludur yarınlar için. Benden söylemesi.
Dipnotlar
(1) Abdurrahman Uygur, Vatan Toprağı Kıbrıs’tan KKTC’ye, 1974 ve Öncesi Yaşananlar, İstanbul, Ocak 2018, s.9
(2) Halkın Sesi Gazetesi, 17 Temmuz 1958
(3) Fazıl Küçük, Mücadelemizin Görkemli Günleri, KKTC Dışişleri ve Savunma Bakanlığı Tanıtma Dairesi yayımı, İstanbul, 1981, s. 207