Türkiye Cumhuriyeti iktisadi ve mali açıdan iflas etmiş bir yapı üzerine kurulmuştu. Kişi başına düşen millî gelir 50 doların altındaydı. Cumhuriyetin kurucuları dış borçların millî gelirin çok üzerinde olmasının yol açtığı vahim sonuçları gördüklerinden bu yanlışı tekrarlamamaya büyük özen gösterdiler. Ancak çok mecbur olunduğunda bu yola başvurdular. 1930 yılında Merkez Bankası kurulurken büyük ortak konumunda bulunan Hazine’nin yani Devlet’in kuruluş sermayesi olarak on milyon lira tutarında altın vermesi gerekiyordu. Türkiye’de kibrit ve çakmak üretimi, satış ve ihraç imtiyazı 25 yıl süreyle Amerikalı bir şirkete verilerek on milyon dolar karşılığı altın kredi alındı. Bu borca karşılık %6 faiz ödenecek, şirket ise imtiyaz karşılığı her yıl Türkiye’ye 1,6 milyon lira ödeyecekti.
Kuruluş kanununda TCMB’nin temel görevi fiyat istikrarının sağlanması ve enflasyonun önlenmesi için gerekli para politikasını yürütmekti; bankaya banknot basma, para arzı (emisyon) görevi de verilmişti. Atatürk ve arkadaşları millî bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla sağlanacağının bilincinde olduklarından, bütçenin açık vermemesine çalıştılar. Dünyada 1929-30 yıllarında yaşanan ekonomik krizden Türkiye de etkilendi ama memur maaşlarının gecikerek ödendiği bu dönemde bile para basmak düşünülmedi. Türk lirası ülkenin itibarı olarak görüldüğünden değerinin daima yüksek kalmasına çalışıldı; devalüasyondan kaçınıldı. 1933 yılında hazırlanan beş yıllık plan kapsamında Sovyetlerle iş birliği yapılarak kurulan sanayi tesisleri için gereken paranın tarım ürünlerinin ihracıyla karşılanmasına çalışıldı. 1938’de Atatürk’ün vefatı sırasında fert başın millî gelir 89 dolara yükselmişti.
Türkiye 2. Cihan Savaşı’na girmemesine rağmen olumsuz etkilerinden kurtulamamıştı. Recep Peker Hükûmeti, 7 Ağustos 1946’da Cumhuriyet döneminin ilk devalüasyonunu yaptı; doları 1,27 liradan 2,82 liraya çıkardı. 1950’de iktidara gelen DP, hızlı bir kalkınma politikası izledi. Türkiye ve dünya şartları değişmiş, nüfus artmış, yol, köprü, baraj, elektrik santralları, liman gibi alt yapıların gecikilmeden yapılması gerekmekteydi. Kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçildi. Modern ekonominin dinamikleri olan şehirleşme, ticarileşme, sanayileşme girişimleri hızlandı. Böylelikle ekonomi büyüyor, millî gelir artıyor ama bu kalkınma hamlesinin bedeli olarak enflasyon da tırmanıyordu. Menderes Hükûmeti 1958’de doların değerini 2,80 liradan 9 liraya yükseltti.
27 Mayıs darbesinden sonra DP’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi önce koalisyonlara ortak olarak, 1965’te ise seçimi kazanarak tek başına iktidar, Süleyman Demirel de Başbakan oldu. Siyasi istikrarın olduğu 65-70 arasındaki dönemde Türkiye ekonomisi %7 düzeyinde bir enflasyonla yıllık ortalama yüzde altı dolayında büyüdü. TCMB kanununda gelişen ekonomiye uygun önemli değişikliler yapıldı, yetkileri artırıldı (1968). Bu arada Almanya’da sayıları hızla artan işçilerimizin Türkiye’ye döviz göndermelerini sağlamak için “Dövize Çevrilebilen Mevduat Hesabı” adıyla bir kanun çıkarıldı. Günümüzdeki “Kur Garantili TL Mevduat Hesabı”na çok benzeyen bu sistem ilk başta akıllıca bir yöntem gibi görünse de ileriki yıllarda dövizin hızla artmasına paralel olarak MB üzerinde giderek ağırlaşan taşınamaz bir yük haline geldi. 1988’de zorlukla tasfiye edilirken Başbakan Özal “inşallah bundan ders alınır, ileride bir daha böyle hesapsız, kitapsız gelecek nesilleri ağır yük haline sokacak yanlış adımlar atılmaz” diyerek önemli bir ikaz yapıyordu.
Çok geçmeden Batı Avrupa’da yaşanan öğrenci olayları ülkemize de yansıdı. 27 Mayıs darbesinden esinlenen solcu sivil ve askeri gruplar, sosyalist eğilimli Dev-Genç’i ve DİSK’i de yanlarına alarak iktidarı ele geçirmek amacıyla eylemler başlattılar. Bu huzursuzluklar siyaseti ve ekonomiyi de etkiledi. Ayrıca sanayinin gelişmesinin etkisiyle makina, teçhizat, hammadde ve ara mal ihtiyaçları nedeniyle ithalat artıyor, cari açık büyüyordu. Demirel Hükûmeti 10 Ağustos 1970’de doların değerinin 15 liraya yükselten devalüasyon yapmak zorunda kaldı.
1970-80 yılları arasında ülkemizde çok ağır sosyal, siyasal, ekonomik ve ideolojik sorunlar yaşandı. Bunlara çözüm getirecek güçlü hükûmetler kurulamadı. Radikal solcu illegal örgütler okullarda, sokak ve mahallelerde hâkimiyet kurarak, sendikalara, emniyet teşkilatına ve orduya sızarak, güvenlik güçlerini etkisiz hale getirerek adım adım iktidara el koymak peşindeydiler. Kendilerinden yana olmayan, itiraz eden herkes, özellikle gençler bunların nazarında ezilmeleri, cezalandırılması gereken faşistlerdi, karşı devrimcilerdi. Bu durum doğal olarak büyük bir otorite boşluğu doğuruyor, kaosa yol açıyordu. Bir yandan giderek yoğunlaşan bu karmaşa ve yönetim zaafları diğer yandan petrol fiyatlarının katlanarak yükselmesi Türkiye ekonomisini krize sürükledi. Ülke Demirel’in ifadesiyle 70 sente muhtaç hale geldi. Benzin ve akaryakıt bulunamıyor, Başbakanlık’ta çalışanlar paltoyla oturuyorlardı. Süleyman Demirel 1979 Eylül ayında yapılan ara seçimlerde büyük bir üstünlük sağlayarak yeniden Başbakan oldu. Müsteşarlığa ekonomik konulara vukufiyeti bulunan Turgut Özal’ı getirdi. Ülkenin moratoryuma yani resmen iflasa gitmeden bu dar boğazdan çıkabilmesi için acilen radikal kararlar alınıp uygulanması gerekiyordu. Özal ve ekibi yoğun şekilde çalışarak gerekli hazırlıkları yaptılar. Doların değeri 24 Ocak’ta 47 liradan 70 liraya yükseltildi. Zararına satılan KİT ürünlerine zam yapıldı. DPT’de ihracat dairesi gibi yeni daireler kuruldu. Stratejik amaç 30’lu yıllardan beri uygulanan müdahaleci ve içe dönük modelin yerine piyasayla ilişkili, ihracata yönelik bir yapı oluşturmaktı. Para piyasaları yeniden yapılandırıldı. Sabit kur terk edildi. Bu çabaların sonucunda girişimcilerimiz yurt dışına çıkıp temaslar yapmaya, dışarıya açılmaya başladı. 1979’da 2,6 milyar olan ihracatımız 1990’da 13 milyar dolara çıktı. Acilen döviz bulmak gerekiyordu. Özal’ın yurt dışına çıkarak bizzat yaptığı görüşmeler, önlem paketinin içeriği ve inandırıcı kişiliğinin etkisiyle Dünya Bankası, IMF ve OECD Türkiye’ye 7 milyar doların üzerinde kredi verdi. Böylece çaresizlik içinde bocalayan ekonominin çarkları yeniden dönmeye başladı.
1993’te Özal’ın vefatı üzerine Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu çiller Başbakan oldu. Ancak sağ siyaset parçalanmıştı; partiler seçimi kazanabilmek için gerekli kaynakların bulunmadığını bilmelerine rağmen ölçüsüz vaatler yaparak seçmeni inandırmaya çalışıyorlardı. Tansu Çiller ekonomi profesörü olsa da piyasanın nasıl çalıştığını bilmiyordu. Merkez Bankası’nı dilediği gibi kullanacağı bir “arka bahçe” olarak görüyordu. 1994 yılında yapılacak yerel seçimleri kazanabilmek için muslukları açmış, piyasaya para saçıyordu. Para politikalarını o döneme kadar imkânları ölçüsünde başarıyla yürüten Merkez Başkanı Rüştü Saraçoğlu’nun 1992 sonunda istifası üzerine bu göreve Bülent Gültekin getirilmişti.
Aslında Çiller de ekonomik sorunun hızla büyüdüğünü görüyordu. Ama yerel seçimlere üç ay kadar bir zaman kaldığından acı reçete anlamına gelecek adımlar atmaktan kaçınıyordu. Piyasaya para basıp likiditeyi genişleterek faizlerin ve enflasyonun düşeceğini, kredi hacminin genişleteceğini, para fazlasının borsaya kayacağını, piyasaların böylelikle sakinleşeceğini düşünüyordu. Başta MB Başkanı Gültekin olmak üzere iktisatçı bilim insanlarının bu yöntemin yanlış olduğunu, yangını daha da büyüteceğini açıkça söylemelerine rağmen yanlışta ısrarcı oldu. 1990’da yüzde kırk olan enflasyon 94 yılının başında yüzde yüzü aşmıştı. Başbakan MB’nin piyasaya dolar sürmesini ısrarla istiyordu. Oysa Banka Kasım ayında 1 milyar, Aralık’ta 1,2 milyar satmış ama bunlar piyasada anında sünger gibi emilmiş, doların yükselişi engellenememişti.
Türkiye iktisat ilminde belirtilen adımlar atılmadan, gerekli reformları içeren gerçekçi bir program hazırlanıp uygulanmasına başlamadan sadece MB rezervlerinde bulunan dolarları piyasaya sürerek yükselme eğilimindeki döviz fiyatlarını durdurmaya kalkışmanın ne kadar yanlış bir tercih olduğunu 1994’de yaşayıp görüyordu. Bülent Gültekin dolar satışlarını Başbakan’a rağmen durdurarak banka rezervlerinin eksiye düşmesini engelledi. Tansu Çiller’in her şeyi en iyi kendisinin bildiği inancıyla yanlışlarını sürdürmekte ısrarlı olduğunu görünce istifa etti. Ardından yaptığı açıklamada gerekli fakat acılı reformların hep ertelendiğini belirterek “Türkiye’nin sorunlarını çözmede güçlü kadrolara olduğu kadar güçlü kurumlara da ihtiyacı vardır” diyerek MB’nin “arka bahçe” olarak görünmesinin yanlışlığını işaret ediyordu. Yerine “laf dinliyor” yapısında olan, denileni yapan Yaman Törüner getirildi.
Bu arada Çiller ortamı sakinleştirmek amacıyla yüzde 13,6 oranında ufak çapta bir devalüasyon yaptı fakat yeterli olmadığından etkisi olmadı. 7 Mart 1994’te yapılan yerel seçimlerin ardından 5 Nisan’da IMF ile “stand by” anlaşması yapılarak %39 oranında devalüasyonu da içeren bir “İstikrar Programı” hazırlandı. Mal ve hizmetlere büyük oranda zamlar yapılırken maaşlar artırılmadı. Piyasaya sürülmek maksadıyla MB’den Hazine’ye aktarılan avanslar düşürülerek para muslukları kapatılmaya çalışıldı.
Keşke siyasetçiler özellikle 1990’dan itibaren “seçimleri ne pahasına olursa olsun kazanalım” hırsıyla ekonomik dengeleri altüst eden popülizm rüzgârına kapılmasalardı: Keşke Başbakan Çiller reel ekonominin gerçeklerine, küresel ekonominin bütün gelişmiş ülkelerde benimsenen kuralarına sırtını dönerek, nitelikli iktisatçıların uyarılarını duymazlıktan gelerek “ben ekonomistim, en iyisini bilirim” saplantılarına kendini kaptırmasaydı.
Ülkemizde 28-39 yıl önce yaşananlar herkes için, fakat en fazla siyasetçilerimiz için “dersler” çıkarılması gereken maliyeti hayli yüksek tarihi bir tecrübedir. Bizim millet olarak belki de en önemli zaafımız hafızamızın yaşadıklarımızı unutmaya meyilli oluşumuzdur. Eloğlu bırakın yakın dönemleri, birkaç asır öncesindeki acılarını bile unutmuyor, bedelini fazlasıyla ödetmeye çalışıyor. Yaptıkları yanlışları da unutmadıklarından benzerini tekrarlamaktan kaçınıyorlar. Biz ise bazı dönemlerde daha çok kendi yanlışlarımız sonucunda ortaya çıkan, krize dönüşebilen sosyolojik, ekonomik sorunlarımızı acı reçetelere katlanarak çözüyoruz. Ama sanki buna yol açan faktörlere karşı bağışıklık kazanmışız gibi rehavete kapılıyoruz. Çok partili dönemde yapmak zorunda kaldığımız maliyeti çok yüksek devalüasyonların tamamında sebep-sonuç ilişkileri büyük oranda birbirine benziyor. Bu yüzden 94 krizine özellikle daha fazla yer verdim. Yazının uzamasından dolayı 2001 ve sonrasına bu bölümde yer veremedim. Üçüncü bölümde bu yakın dönemi yazmaya çalışacağım.