Kitlelerin Türk Kimliği Üzerindeki Aymazlığı ve Batıcı Darbeler

“Kitle toplumunun egemen davranış biçimini, büyük ölçüde kitle kültürü oluşumu tetikler ve yönlendirir. Kitle kültürüne dayanan kitle toplumunun temel davranış kalıpları ise bireylerin teker teker akli ve mantıklı düşüncelerinin ya da geleneksel değerlerinin tayin ettiği bir hareket tarzı değil, çoğunlukla egemen yığınların sürüklediği sıradan davranışlardır.”

*****

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

“Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet (vesilesi) olsun diye, Allah’tan başka ilâhlar edindiler”.

Meryem Sûresi, 81

***

Batı medeniyetinin gelmiş geçmiş en büyük başarısı olan bilimsel faaliyetlerin ve teknolojik yeniliklerin, hızlı bir şekilde üretim süreçlerine sokulmasıyla başlayan sanayileşme devrimi, benzer imkân ve araçlara kavuşmak isteyen bütün toplumlar tarafından kendi imkân ve kapasiteleri ölçüsünde aktarılmaya veya taklit edilmeye çalışılmıştır. Yirminci yüzyılın başından itibaren, sanayileşme çabalarına girişen Batı dışı toplumların tamamında, paradoksal olarak üretim faaliyetleri açısından belirli bir avantaj sağlanırken, sosyal kurumlar ve davranışlar açısından da büyük bir sarsıntı ve çözülme yaşanmaya başlamıştır. Aile kurumunun geleneksel bağları zayıflayarak çocuk ve gençlerin davranışlarının şekillenmesinde, aile dışı etkenlerin ve ilişkilerin payı daha fazla hissedilir olmuştur. Bu toplumlardaki sanayileşme ve modernleşme çabalarında, doğrudan üretim güçlerini harekete geçirecek teknolojik alt yapıyı kurmak yerine, bir taraftan kentleşmeyi hızlandıracak otomobil alışkanlığı edindirmek yönüne gidilirken, diğer taraftan da kırsal alanların ihmal edilmesine karşılık, kentlere nüfus çekici yatırımlar yapılmıştır. Ayrıca, ülke ekonomisinin gelir ve istihdam yaratıcı ekonomik alt yapısını öncelemek yerine, toplum üzerinde kolay yoldan kamuoyu oluşturacak kitle iletişim araçları teknolojilerine özellikle ağırlık verilmiştir. Bütün bu ve benzer etkenlere bağlı olarak, hemen hemen tüm Batı dışı toplumlardaki en belirgin özellik, sanayileşme ve modernleşme tecrübeleri hangi düzeyde olursa olsun, ülke nüfusunun büyük bir kısmının gereğinden çok daha fazla miktarda kentlerde yığınlar halinde yaşıyor olmasıdır.

Batı medeniyetinin rasyonel düşünce ve bilimsel zihniyetine dayanan modernleşme süreçlerinin (meselâ, sanayileşme, kentleşme vb. gibi) taklit çabaları, sosyal ve kültürel ilişkilerin geleneksel dokusunu tahrip etmekle beraber, bunların yerine aktarılmaya çalışılan Batı medeniyetinin kendine özgü seküler ilke ve kurallarının toplumsal hayata davranışsal bir boyut olarak kazandırılması mümkün kılınamamıştır. Bu bağlamda, Batı dışı toplumların geçirmekte oldukları hızlı ve kapsamlı kültür değişmeleri ile yığınlaşma şeklindeki aşırı kentleşme olgusu, geleneksel mekân-kültür ilişkilerini büyük ölçüde bozmuştur. Bu toplumların tamamında, toplumsal varlığı belirli bir düzen içerisinde devam ettirmeyi sağlayacak olan sosyal normlar ve değerler sistemi, tam bir gösteriş ve ikiyüzlülük alanı haline gelmiştir. Bu kapsamda, Batı dışı toplumlarda, hukuk sistemi hem yetersizdir hem de siyasi ve ekonomik iktidarları temsil edenlerin bir egemenlik aracıdır. Bu iktidar sahipleri, rakipleriyle ve muarızlarıyla meşru yollardan baş edemediklerinde, çoğunlukla hukuk sistemini bir tür “He Man” kılıcı gibi kullanmak suretiyle onlara baş eğdirme yoluna gitmişlerdir. Ayrıca, aşırı kentleşme ve hızlı sosyal değişmelerin yol açtığı sosyal çözülme ve kopukluktan dolayı büyük ölçüde etkisini kaybetmiş olan geleneksel ahlaki değerler de çok yaygın bir ikiyüzlülük ve “takiye” konusu olmuştur. Sonuçta, toplumsal varlığın devamını ve düzenini belirli bir denge içerisinde sürdürmeye yarayacak olan modern ve rasyonel hukuk sistemi de eskiden toplumsal hayatta geleneksel olarak önemli işlevler görmüş olan değerler sistemi de sosyal bir felç geçirmektedir. Bütün bunlardan dolayı eski zamanlara göre çok büyük kalabalıkların ve yığınların istiflendiği kent ortamlarından üreyerek ülkenin bütün sathına yayılan bir kitleleşme ve yığınlaşma olgusu yaşanmaktadır. Böylece, XX. yüzyılın başından itibaren merkezi Batı toplumlarından başlayarak dalga dalga çevre ülkelerine doğru yayılan köksüz modernleşme çabaları, bu ülkelerin halklarını çoğunlukla daha önceki kendi köklerinden kopararak, herhangi bir değer sisteminin veya referansın bulunmadığı kuru kalabalıklar haline dönüştürmüştür. Sosyal sistem içerisinde, dayandığı veya yaslandığı mevcut kültür geleneklerini ve değerlerini koruyamayan, bir türlü bilimsel zihniyete dayalı tutarlı ve mantıklı bir sosyal düzen kuramayan bu özellikteki yığınlara, genel olarak “kitle toplumu” adı verilmektedir.

Kitle toplumunun egemen davranış biçimini, büyük ölçüde kitle kültürü oluşumu tetikler ve yönlendirir. Kitle kültürüne dayanan kitle toplumunun temel davranış kalıpları ise bireylerin teker teker akli ve mantıklı düşüncelerinin ya da geleneksel değerlerinin tayin ettiği bir hareket tarzı değil, çoğunlukla egemen yığınların sürüklediği sıradan davranışlardır. Bu bağlamda, kitle toplumunu oluşturan kalabalıkların yaygın davranışları, akla dayanmaktan çok duygusallığa dayanır. Yine, kitle toplumunda yaşayan kişilerin sorumluluk bilinci çok zayıf olması nedeniyle yaşları ne olursa olsun birer çocukmuş gibi bireysel karar verme kapasiteleri düşüktür ve kişisel inisiyatiften yoksundurlar. Son yıllarda ortaya çıkan en belirgin kitle toplumu davranışı ise mahiyeti veya meşruiyeti ne olursa olsun “güçlü ve egemen olanlara” karşı çok aşırı bir bağımlılık duyulmasıdır. Kitle kültürü taşıyıcısı yığınların (meselâ, kentlerin çevrelerini ve caddelerini dolduran yığınlar ile televizyonların karşısında olur olmadık her şeyi izleyen ahali vb.), “güçlü ve egemen olanlar” karşı bağımlılıkları o kadar kuvvetlidir ki, bu yeni efendilerinin kararlarında ve icraatlarında, haklı-haksız, hukuki-hukuksuz, ahlaklı-ahlaksız, meşru-gayri meşru olmasının pek önemi yoktur. Kitle toplumu için önemli olan, “güçlü ve egemen olanların” her istediklerini yapıyor olmasıdır. Onlar, söylüyorsa doğrudur; yapıyorlarsa haklıdır. Bu bağlamda, kitle toplumunun başlıca “idolleri”, arkasında küresel güçlerin desteğini en fazla almış olan siyasetçiler, çok iyi para kazanan iş adamları, siyasi ve iktisadi iktidara yandaş olan medya mensupları, medya tarafından parlatılan yazar-çizer takımı, popülerleştirilmiş ses ve sinema yıldızları, gayri meşru hayat tarzına mensup mafyalar, eylemleri önlenemeyen (ya da kasıtlı olarak önlenmemiş) silahlı terör örgütleri önder ve militanlarıdır. Kitle kültürü taşıyıcısı yığınların bağımlılık duygularında, ne bireysel bir tutarlılık ve mantık dokusu ne de geleneksel değer tasavvuru vardır. Varsa yoksa “güçlü ve egemen olanlara” yandaş olmak, onlara kol kanat gererek onlarla hayali bir özdeşlik kurmaktır. Bu yüzdendir ki, sosyolojik olarak millet olma bütünlüğü çözülerek bir yığın haline gelen kitle insanları, “güçlü ve egemen olanların” söyledikleri her şeyi doğru saymaktan, onlar ne yapıyorlarsa onları hastalık derecesinde alkışlamaktan kendilerini alıkoyamazlar. Bu anlamda, kitle kültürü taşıyıcısı kişilerin, içinde yer aldıkları yığınların kolektif bilinçaltı oluşumları istikametinde, kendi bireysel ve milli kimliklerini erittikleri görülmektedir.

Türkiye’de, uzun bir süredir sistematik olarak devam etmekte olan Türk milletinin milli kimliğini, kitle kültürü üzerinden zehirleme çabaları oldukça etkili olmuştur. Bu dönüştürme sürecinde, başlangıçta jakoben-Batıcı bürokratik sınıfın, daha sonra da kozmopolit sol ve sağ siyasetçilerin yoğun çabaları söz konusudur. Bu çerçevede, modernleşme ve Batılılaşma çabalarına başvuran bütün toplumlarda kaçınılmaz olarak görülen kısmi ve yerel “popüler kültür”, Türkiye’deki bilimsel zihniyetten ve entelektüel tavırdan yoksun olan jakoben ve popülist yöneticiler ile demagoji ustası sağcı liderler sayesinde, büyük ölçüde bütün yaygınlık kazanarak bir kitle kültürüne ve toplumuna dönüşmüştür. Kitle toplumu olmak, sosyolojik olarak millet olma bilincini ve sorumluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Türk kimliği üzerinde, başta Batıcı resmi yöneticiler ve ideolojiler olmak üzere çok sayıdaki Batıcı medya mensuplarının yürüttüğü polemik ve demagoji, ne yazık ki toplumdaki kitleleşme yüzünden kendine uygun bir kültür zemini bulmuştur. Bu çerçevede, Türk kimliği ile ilgili yürütülen psikolojik savaş ve kimliksizleştirme, özellikle Türkiye’yi Türksüzleştirme aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. Kitle kültürü taşıyıcısı kitlenin, kendi milli kimliğine yönelik kimliksizleştirme ve dönüştürme çabaları karşısında, son derece aldırmaz ve kayıtsız kalması durumu yüzünden, Hakk’a, hakikate, imana, akla, ahlaka ve vicdana uymayan hakaretler, ülkenin üzerinde kara bulutlar gibi dolaşmaktadır. Kitle insanları, büyük ölçüde “güçlü ve egemen olanların” güdümündeki medyanın büyüsüne kapılmış olmaları, sadece “içinde yaşadığı anın” basit çıkarlarına bağımlı olmaları ve çeşitli rant beklentilerine olan mahkumiyetleri nedeniyle milli kimlik gibi manevi değerler konusunda ilgisiz ve kayıtsız kalmaktadırlar. Kitle insanlarındaki bu tür bir aymazlık ve kayıtsızlık Türk kimliği üzerinde yürütülen “hayâsızca akınları” daha fazla cesaretlendirmektedir.

Ünlü Modernist düşünür Emil Durkheim, bir dizi araştırma ve incelemelerinin sonucunda, sanayileşme sonrasındaki hızlı değişimlere ve yeni hayat biçimine uyum sağlayamayan kişilerden bir kısmının, büyük bir yalnızlık ve yabancılaşma yaşamaları nedeniyle “intihar” ederek, kendi hayatlarına son verdiklerini gözlemlemiştir. Bu bağlamda, Durkheim, kitle içindeki yalnızlık duygularını telafi edemeyerek içerisinde bulundukları kalabalıklara yabancılaşan kişilerin bir süre sonra fiziki varlıklarını ortadan kaldırdıklarını tespit etmiştir. Tıpkı buna benzer ve hatta çok daha vahim bir şekilde, Türkiye’de kitle kültürü taşıyıcısı belirli bir kitle insanı da aşırı kentleşme ile popülist neo-muhafazakâr siyaset ve medya üzerinden yürütülen psikolojik savaş sonucunda, kendi öz milli kimliğine karşı son derece travmatik bir aymazlık içerisinde bulunmaktadır. Bir anlamda, Türkiye’de, özellikle modernlik ile geleneksellik arasında sıkışıp kalan kent çevrelerindeki yığınların, kent varoşlarında bir süredir oluşturdukları kitleler, Türk milli kimliği konusunda çok ciddi bir aymazlık ve kayıtsızlık yaşamaktadırlar. Bu kesimin milli kimlik konusundaki ilgisizlikleri, muhtemeldir ki, geçmişte aristokrat kent kökenli laikçi yönetici sınıf yüzünden yaşamış oldukları ezikliğe bağlı olarak bastırılmış bulunan kolektif bilinçaltlarındaki kızgınlık ve öfkeyi, adeta Türk milli kimliğinden çıkarmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bir anlamda Durkheim’in XX. yüzyılda Batı’daki “bireysel intiharları” incelerken tespit ettiği patolojik durum, XXI. yüzyılın başında, Türkiye’deki kitle toplumunda Türk milli kimliğine yapılan hayâsız saldırılar karşısındaki aymazlık şeklinde yaşanmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye’deki yığınlaşmış insanlar adeta topluca “milli kimlik intiharı” yapmaktadırlar.

Sonuç olarak, bugün Türk toplumsal varlığı, tarihi süreç içerisinde çoğunlukla Batı’dan kaynaklanan sayısız fiziki saldırılara göre çok daha ağır bir psikolojik savaş ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu saldırıların, hiç şüphesiz merkez üssü Hristiyan-Yahudi inanç sistemlerinin güdümündeki liberalkapitalist sistemdir. Ancak, bu emperyalist saldırılarda, hem Orta Doğu hem de Türk coğrafyasında, oryantalist zihniyetli ve yerli neo-mahafazakâr (neyi muhafaza ediyorlarsa?) çok güçlü bir işbirlikçi siyasetin ve grupların, büyük bir taşeronluk rolü oynadıkları da açık seçik ortadadır. Kitlelerin, kırılmadan ve incinmeden uyandırılması görevi, yine zor zamanların insanları olma mecburiyetinde kalan Türk milliyetçilerine düşmektedir. Türk milliyetçileri, Batıcı-kapitalist bilgi teorileriyle ve Batıcı-siyasi ümmetçilerin enformasyonlarıyla kirletilmiş olan kitlelerin zihinlerini, başta vahiy bilgisi olmak üzere, hakiki bilimsel bilgi ve geleneksel Türk bilgi sistemi aracılığıyla yeniden arındırmalıdır. Bugün, Türkiye’deki Türk kimliği üzerinde yapılan Batıcı operasyonlar karşısında büyük bir aldırmazlık ve aymazlık içerisinde bulunan kitlenin uyandırılması ve bilinçlendirilmesi ancak yeni bir Türk bilgi sisteminin inşa edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamda, biçimsel bir din gösterisi, yaygın bir algılama yönetimi teknikleri ve dünyevi bazı çıkar beklentileri üzerinden aldatılan kitlelerin, ancak Allah’a kul olma imanlarının tazelenmesi üzerinden, hakiki İslâmiyet’in ‘Tevhit İlkesi’ ile sosyolojinin bilimsel verilerini merkeze alan yeni bir “Türk Milleti” inşasında buluşması zorunluluğu vardır.

Her şeye rağmen, ezeli ve ebedi olan Hak-Bâtıl kavgasında, bütün zamanlarda daima Hakk’ın savaşçısı ve savunucusu olmuş “Türk Milleti”, Batı’nın ve Bâtılın tezgâhladığı fakat sağlı-sollu Batıcı ve yerli işbirlikçilerin rol aldığı bu lanetli belayı da kendini yeniden ama daha güçlü ve imanlı bir şekilde inşa ederek atlatacaktır.

———————————————————-

Türk Yurdu, 308. Sayı, Nisan – 2013

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen