Muharrem DAYANÇ
Her yazı bir mektuptur, zamana yenilmediği sürece sahibini arar. İç dünyasıyla örtüşen yüzlerle karşılaşınca yeniden canlanır, yeniden yazılır her mektup. Dosttan dosta gitmez sadece, kendi geleceğine de haber uçurur insanın. Bundandır hiç ummadığınız bir zamanda onlarca yıl önce karaladığınız bir mektubun sizi an’dan koparıp geçmişe savurması, iç dünyanızda planlanmamış bir yolculuğu başlatması. Bazen kâhin gibi her şeyi bilen bir anlatıcıyla yüz yüze getirmesi sizi, bazen hayatın da hadiselerin de cahili saf bir yürekle.
Mektupların da insanlar gibi bir talihi var. Savaş meydanında son feryat olarak kağıda düşülmüş notlar gün gelir insanlığın diline pelesenk olur da, yaşarken şöhretin suyuna bulanmış nice kağıt paçavra muamelesi görür şöhret suyunu çekince. Oğuz Atay’la Kafka’nın babalarına yazdıkları mektuplar gelecekte değerlerini bulmuş talihli mektuplar olarak görülebilir mesela. Bu tür metinlerde sadece mektubu değil, mektubun yazıldığı zamanı, dünyayı, hayat algısını da okumuş oluruz satır aralarından. Yazanın dünyasına yol alır, psikolojisini çözeriz cümle cümle. Baba silüetleri düşer önümüze dağ yamaçlarından.
Mesela, Tanpınar’ın mektupları hayata düşülmüş dipnotlardır. Günlüklerinde, Hiçbir şeyi bitiremiyorum. Dün akşam içki, cigara beni çok sarstı. Gece yarısı öksürükle uyandım ve ilk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. Ciddiyetle geldi. Hiçbir şeyi bitiremeden ölmek istemiyorum. O kadar eser ve kullanmadığım o kadar kelime varken… der Tanpınar. Ne güzel özetler, içinde debelendiği trajediyi. Ölümlü dünyaya ölümsüz kayıtlar düşme isteğidir bu. Mehmet Kaplan mektuplarında ya talebedir ya hocadır, öğrenmenin veya öğretmenin ciddiyeti sinmiştir bu yüzden satırlarına. Ama yeri gelir öyle sözler de eder ki hayatının perdeleri aralanıverir birden. Zihninizi bir aydınlıktır kuşatır. Cahit Sıtkı’nın Ziya’ya Mektuplar’ı bir şiir doğumhanesi gibi gelmiştir bana hep. Her mektupta mavi yüzüyle bir şiirin doğuşuna tanıklık eder, yenilenirsiniz âdeta.
…
Ya ben?
İlk mektubumu ne zaman, kime yazdım? Hatırlamıyorum. Hafızam beyaz bir kâğıt gibi bomboş. Çeresizim. Yazmayı seven birine bu yapılır mı be hafıza. Düşünüyorum da çocukken tuttuğum bir günlük, gençliğimde yazdığım bir mektup, gurbeti ilk tattığımda karaladığım üç beş satır ne kadar diriltici olurdu benim için. Ama yok, tek bir örneği yok bunların. Son mektuplarımı hatırlıyorum, onuncu kardeşim Halim Kara’ya yazıldılar. Okyanus geçen mektuplardı onlar. Saklandıklarından eminim.
…
Dönemini ve sonraki dönemleri en çok etkilemiş şairlerden biri Tevfik Fikret. Yazdıklarıyla da yaptıklarıyla da çok tartışılmış. Eleştirseniz de bir duruşu olduğunu kabul edebileceğiniz insanlardan. 1898 yılında Süleyman Nazif’e yazdığı bir mektubuna rastladım geçen gün. Bütün zaaf ve incelikleriyle Fikret’le karşılaşmak ne kadar heyecanlandırdı beni. Buyrun sıra sizde:
“Yeis… yeis…. yeis… (umutsuzluk) Meyusum (umutsuzum) kardeşim; şiddetli bir buhrân-ı infial (öfke krizi) içindeyim, sönüyorum. Bu biraz daha devam ederse, eyvah… Sebebini söyleyeyim mi? Fakat o kadar tuhaf ki gülersiniz diye korkuyorum; bazen kendim bile kendi halime gülüyorum. Koca bir âlem içinde yalnızım Nazif. En samimi arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissi ile titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak. Herkes hiç olmazsa üniformalarla, ne diyeyim setr-i cibillet ediyor (özünü gizliyor); herkes zamanın alâyiş-i denaetine (alçakça gösterisine/ikiyüzlülüğüne) bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolayını buluyor; herkes bu hava-yı rezilette (rezil bir şekilde) nefes alabilmek için bir sühulete (kolayına kaçmaya), bir çareye, bir efsûna mâlik (hileye sahip)…
İşte namus-ı kalem, namus-ı matbuat, namus-ı edep… o da öldü, o da çiğnendi. Gazetesine bir jurnal basamayanlar artık gazeteci sayılmıyor. Sonra içimizdeki o edepsizleri galebe-i şirretlerinden (kötülüklerin üstün gelmesinden) dolayı tebrike koşacak, “Bir gaza ettin ki hoşnud eyledin Peygamberi…” alkışlarıyla onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğun bu vicdan-şiken (vicdanı yaralayan) zaferini alkışlayacak namuslular da var.
Bilir misiniz, bu zamanda namus, zarfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil. Size koşuyorum; elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız. Bayramın ilk gününden beri damarlarımın içinde zehr-i infial (isyan zehiri) dolaşıyor, kanımı yakıyor; burada artık herkesin benden ürktüğünü, kaçmak istediğini görüyorum. Herkes edepsizliğe hak veriyor; bana diyorlar ki, zaman haklıdır, akıllıdır, sen budalasın… Allah aşkına siz öyle yapmayın, siz bari deyiniz ki; sen budalasın, fakat zaman haklı, akıllı değildir…
…
Ye’simin derecesini düşünemezsin kardeşim, kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle(haysiyetli kanımla) kirlenecek temiz taş.”
(Tercüme Dergisi Mektup Özel Sayısı, Sayı: 77-80, 1964, s. 29-30).
Vakti olan dostlar mektubu keşke bir kere daha, bir kere daha okusalar.
Mektupta göz göze geldiğim insan, bugüne kadar kendisine yaptığım eleştirileri bana unutturacak kadar sahiciydi. Sanki bir mektubu değil, yalnız ve çaresiz bir modern zaman bireyinin kelime kelime çırpınışlarını okuyordum. Sahici dememin nedeni, kendini yalnız hisseden değil, gerçekten yalnız bir insanla karşılaşmamdı. Duruşuyla yalnız, duygularıyla yalnız, karamsarlığıyla yalnız, çaresizliğiyle yalnız, eleştirileriyle yalnız, (hasta) ruh haliyle yalnız. Baudelaire gibi olmasa da Baudelaire kadar yalnız.
Mektupta karamsarlığın üç kere tekrarlandığı giriş kısmı okuyucuyu umutsuzluk duygusuna hazırlar. Ama bu duygu artık uzun sürmemelidir. Zira uzun sürerse bu halet-i ruhiyenin sonu kötü olacaktır. Bu olumsuz ifadelerden sonra Fikret mektubun en çarpıcı cümlelerinden birini kurar; Koca bir âlem içinde yalnızım Nazif. Bu öyle samimi bir itiraftır ki Fikret’in yalnızlığı insandan insana geçici bir özellik kazanır. Faruk Nafiz’in değişiyle; içimiz kan gibi kıpkızıl birkaç satırla âdeta birdenbire yanıverir. Bu his öyle derindir ki şairin ruhunda sokağa çıplak çıkmış insan duygusu uyandırır. Herkes bir sahtelikle/yalanla açık yerlerini (kabahatlerini) örterken Fikret bunu bir türlü yapamaz. Ayıbı ortada kalakalır. Tanpınar’ın Yahya Kemal için söylediği Sanki derslere çıplak geliyor ve o konuştukça giyiniyorduk cümlesi gelir aklına insanın. Konuşarak da olsa, dille avunarak da olsa giyecek bir elbise bulamaz Fikret.
Fikret’in üzerinde durduğu bir başka dönem hastalığı sahte gülüşler, sahte alkışlardır. Danışıklı dövüşlerin riyakar çanak tutucuları her zaman olduğu gibi yine baş köşededirler. Bütün zamanların bu tipleri baştacı etmesi ne kötüdür. Bir gaza ettin ki hoşnud eyledin Peygamberi… gibi mazrufu zarfına sığmayan Nef’îce övgüler ne kadar vicdan yaralayıcıdır.
Fikret’in budala kelimesi üzerine yaptığı vurgu hemen akla bir başka mustarip Ahmet Haşim’i getirir;
Ne sen
Ne ben
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
Olan bu mâî deniz
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir manâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-i istitâr ü istiğnâ.
Haşim’in ruh dünyası ile Fikret’in ruh dünyası ne kadar da benziyor birbirine. Her şeyi acımasız bir değirmen gibi sularında öğüten “zaman haklıdır, akıllıdır” algısı ne kadar da yaralamış bu şair yürekleri.
…
Ziya Paşa’dan beri en çok eskitilen kavramlardan biri de “namus.” Fikret, Bilir misiniz, bu zamanda namus, zarfını kemirir bir cevherden başka bir şey değil diyerek bu kavramla ilgili yeni bir sayfa açıyor. Namus diye, namus diye, namus tepelendi diyesi geliyor insanın.
…
Ya Necip Fazıl’ın; Dalgalar yürüyünüz arıyalım beraber/Başımızı dövecek yalçın kayalıkları mısralarını akla getiren; Ye’simin derecesini düşünemezsin kardeşim, kendimi taşlara çarpacağım geliyor. Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle kirlenecek temiz taş cümleleri. Başını çarpacak temiz bir taş bile bulamamak. Bu nasıl kirlenme, bu nasıl yalnızlık ve bu nasıl çaresizlik?
…
Fikret’in mektubunun altında hepimizin imzası var ve hepimiz birer Süleyman Nazif’iz aynı zamanda.
Modern hayat yeni Fikret’ler üretmekte hiç zorlanmadı, zorlanmıyor, zorlanmayacak, ama Nazif’ler nerede? Ahfâdımın en son doğacak ferdine benden/Bir tuhfe-i îmân götür, ey son nefesim, sen, diyerek üç yüz sene… dört yüz sene… beş yüz sene beklemeyi görev bilen Nazif-ruhlular nerede? Naziflere ses verecek Mehmet Akifler, dostlar nerede? Elbette siz beni anlar, benimle ağlarsınız, diyebileceğimiz dostlar…
…
“Koca bir âlem içinde yalnızım Nazif.” diyen Fikret’i duyan, anlayan kalpler var mıdır hâlâ?
Öyle merak ediyorum ki mektubu okuduktan sonraki ruh/yüz halini Süleyman Nazif’in. Eğer yazdıysa bir de cevabını.