İnsan, hayırla da şerle de sınanıyor. Hayır gördüklerimiz şerre, şer gördüklerimiz de hayra dönüşebiliyor. Önemli olan hayrın da şerrin de rızâ-yı ilâhîye vesîle olduğunu bilmek. Hayat yolculuğumuzda akla gelmeyecek olaylar yaşıyoruz. Kimi acı kimi tatlı anılar kalıyor belleğimizde. Sizinle unutamadığım bir çocukluk hâtıramı paylaşmak istiyorum.
Dağın yamacına kurulmuş bir mahallenin “İğde Sokağı”ndaydı evimiz. Dağa adım adım yaklaşan sokakların en sonuncusuydu. Çocukluğum, gölgesine sığındığımız dağın eteklerinde geçti. Buz gibi suyundan kana kana içtik. Elmayı, eriği dalından toplayıp yedik. Dağın zirvesinden kopup gelen serin rüzgarların çam kokusuyla nefeslendik.
Babamın işçi aylığından artırdıkları, annemin dikiş ve nakıştan kazandıklarıyla yapılmıştı evimiz. Başka evlere özenirdim o zamanlar. Çünkü o evlerin çocukları, “üç katlı pembe evin” ya da “bahçeli sarı evin” çocuklarıydı. Bizim evin adı “boyasız” evdi. Her sene eksik olan bir yanını tamamlağımız bir puzzle gibiydi. Hatırlıyorum da senelerce merdivenlere korkuluk yaptıramamıştık. Evimizin temelinin atılmasından çatısını giyene dek, her aşamasında emeğimiz vardı. Neredeyse her taşına, tuğlasına elimiz değmişti.
En çok da sobalı evimizde yaşadığım kışları hatırlarım. Eskiden kışlar çok çetin geçerdi. Diz boyu kar olurdu bizim mahallede. Babam sabah erkenden eline küreği alır, bize okul yolu açardı. Sokağımızın diğer çocuklarıyla lokomotif gibi sıra sıra dizilir, kar koridorundan okula giderdik. Sonbaharda mahallenin bütün telâşı, kışa hazırlanmaktı. Kış için yapılan salçalar, tarhanalar, turşular hep ev yapımıydı. Yakacağınızı da aldıysanız, kışa hazırsınız demekti.
Doksanlı yılların başıydı. O sene yağmurlu bir günde gelmişti bizim kömür. Dayıma haber uçmuş, o da tanıdıklara haber salmış ve ekip tamam olmuştu. Eskiden kömür taşımak gibi yorucu, kirli paslı bir iş bile festivale dönüşürdü. Teneke kürek sesleri, birbirini kömür karasıyla boyayan amcaların kahkahaları. Ev sahibinin çay ikramı eşliğinde sokaktaki şenliğin seyrine doyamazdık. O vakit kömürler, çuvallanmış kalorisi yüksek kömürlerden değildi. Madenden çıkarıldığı gibi kamyonun kasasından evin önüne yığılırdı. Tonlarca kömür, bütün sokak halkının elinden geçerdi. Kömürlerin üstüne, komşunun bile alın teri düşerdi. Onu için yandığında sıcacık olurdu evlerimiz.
Dışarıda donduran ayaz. Artık kar yağmış, her yer bembeyaz. Sobayı yakmış annem. Mis gibi kestane ve portakal kabuğu kokusu sarmış odayı. Güğümün kapağı, kaynayan su buharının etkisiyle tıkırdıyor. Kardeşim, eline uzun saplı kırmızı gırgır süpürgeyi almış, odanın içinde geziniyor. Ama ona sorsanız, şoför olmuş büyük bir kamyon sürüyor. Annem farklı bir yüz ifadesi ve elinde kömür tenekeleriyle içeri girdi. Evimizin altındaki inmeye korktuğum karanlık bodrumdan geliyordu. Az sonra babam işten geldi. Annem heyecan ve şaşkınlıkla gördüklerini anlatmaya başladı. Bütün kömürlerin parladığını söylüyordu. Babam, “sana öyle gelmiştir, ışıktan parlamıştır” falan dese de annem iddiasında kararlıydı. Bizde oldukça meraklanmıştık. Hep birlikte montlarımızı giydik, babam önde biz arkasında kömürlüğe indik. Babam kömürlüğün lambasını açar açmaz parıl parıl parlayan kömürler gözümüzü aldı. İçerisi kömürlerden yayılan ışıltının etkisiyle bir hazine odasını andırıyordu. Babamın nutku tutulmuş bir şey diyemez olmuştu. Hipnoz olmuş gibi ağır ağır yaklaştık kömür yığının yanına. Bizim iki gün önce aldığımız kömürler bir anda altına dönüşmüş gibiydi, hem de birazı veya yarısı değil, dört ton kömürün hepsinden aynı ışıltıyı yayılıyordu etrafa. Her birimiz elimize aldığımız ufak kömür parçalarını inceliyorduk. Sonra elimizdekileri bırakıp, kömür yığınının etrafını dolanmaya başladık. Babam alttaki kömürleri merak etti. Küreği eline alarak altta kalan kömürleri ortaya çıkardı. Kömürlerin ıslak olan tarafları parlamıyordu. Kuruyunca kendini göstermişti gizli hazine. Damar damar, tabaka tabaka; altın, gümüş, elmas, kömürün içine işlemişti sanki. “Yağmurun altında taşıdık kömürü” dedi babam, “ıslak olunca anlayamadık tabi.” Ama kuruyunca hazinemiz kendini göstermişti. Bunda da bir hayır vardı. Kimse anlamadı kömür yerine hazine taşıdığını.
Elimize aldığımız kömür parçalarıyla eve çıktık. Bir örtünün üzerine kömürleri koyduk. Etrafında diz çöküp oturduk. Babamla annem ne yapacağımızı düşünüyor, biz de kardeşimle hayaller kuruyorduk. Kurduğumuz hayaller bile kullandığımız o küçük sobalı oda kadar ortaktı. Lüks villalar, yatlar, katlar, arabalar, yurtdışı seyahatleri hayal etmemiştim. Çünkü boyasız da olsa evimizde mutluydum. En büyük hayalim, evimizin bütün odalarının ısınabilmesiydi. Özellikle tuvalet ve banyonun buz pistine dönüşmemesini istiyordum. Zîra, tuvalette musluktan damlayan suların yere kadar uzanan buz sarkıtları oluşturduğuna her kış şahit oluyorduk. Bunun için evimizin yan cephesinin sıvanması gerekiyormuş, öyle demişti babam. Annemle babam, borçlarımızı kapatacağımız için sevinçliydi.
Babam bir laboratuvara kömürü tahlil ettirmek için numune verdi. Sonuçları beklediğimiz bir-iki gün kimseye birşey söyleyemedik. Uykularımız kaçtı, rüyalarımıza bile girdi kömür. Beklediğimiz gün gelmiş ve tahlil sonuçlarını babam almaya gitmişti. Dört gözle babamı camda bekledik. Geldiğinde yüzünde sakin bir gülümseme vardı. Tahlil belli olmuş, neticesinde kömürümüzde altın çıkmıştı. Çıkmıştı çıkmasına ama çok az bir miktarı altınmış. Büyük bir oranı pirit madeniymiş. Hâl böyle olunca hayalleri bir yana bıraktık. Çünkü hayallerle içni ısıttığı gibi evini ısıtamıyordu insan. Artık kömürü yakacak, ısınacak ve üstünde yemek pişirecektik. Ama o da olmadı. Kömürün içindeki bu maden tabakası kömürün yanmasına izin vermiyordu. Evimiz eskisi gibi ısınmıyordu. Attığımız kömür küle dönüşmeden kaskatı bir taş gibi çıkıyordu sobadan. Hazine zannederek el üstünde tuttuğumuz kömür, içindeki maden yüzünden külfete, hayır olsun dediğimiz rüyalar, acı gerçeğe dönüştü.
İnsan kömüre benzer mi derseniz. Evet derim. Benzer…
Bu dünya göz alıcı pırıltısıyla büyüler insanı. Hayallere daldırır. Rüyalar gördürür. Elinizdekini bırakıp başkasının olanın peşine düşürür. Damar damar, tabaka tabaka işler insanın içine. Kömürün içine işlediği gibi. Bu ışıltılı dünya gözünü kamaştırınca insanın, gerçeği göremez olur. Oysa kömür aslî vazîfesini yerine getirdiği kadar kıymetli, etrâfını ısıttığı kadar değerli değil mi?
Kömür gibi olmalı insan. Kömür gibi yanmalı. “Yanmadan olmaz” derler ya büyükler. Yanmadan yakamaz. İçine dünyanın ışıltısı, parıltısı, hülyâsı girerse taş olur da kül olamaz. Şu üç günlük yolculukta “Yol boyunca kül olmadan, Yâr nezdinde kul olamaz.”[1]
Sevil DAĞCI
[1] Ahmed Yesevî Hz.