Nilgün DAĞ
Şu sıralar zihnimize ve kalbimize en fazla hücum eden sözcük, “korku” olsa gerek!
Dünyanın hemen her noktası, sınırlara saygı duymayan ortak bir düşmanla [COVID-19] eş zamanlı olarak savaşıyor. Ve devletler, bu küresel sağlık krizini sona erdirmek için siyasi, finansal ve bilimsel bir dayanışma içine giriyor. İnsanlar ise, bulaşma tehdidiyle evde kalarak bu mücadeleye katkı sunmaya çalışıyor. Ama istisnasız herkes korkuyor! Devletler, pandeminin ortaya çıkardığı belirsizlik ve güvensizlik matematiğine hakim olamamaktan ve önümüzdeki süreçte doğacak sosyal ve iktisadi tufanı yönetememekten endişe ederken insanlar bu dev tehdit dalgasıyla sersemlemekten korkuyorlar.
COVID-19, önümüze nasıl bir yol haritası koyar; bizi acze ve apatiye mi yoksa “benimkinin önceliği”ne mi sürükler bilmiyoruz. Ama bu korkuyu daha iyi bir yaşam inşa etmek ve insan hikâyesindeki en iyi bölümü oluşturmak için bir katalizör olarak kullanmak önümüzdeki en tabii ve makul seçenek gibi görünüyor!…
Anmadan geçmek olmaz! Salgının yarattığı korku momenti, Günther Anders’in tespitlerini getiriyor akıllara…
Anders, insanın teknolojik ilerlemenin büyüsüne kapılarak korkma yeteneğini kaybettiğine ve korkma cesareti gösteremeyen bir varlığa dönüştüğüne inanıyordu. Ona göre insanlık, korkma beceriksizliği çağında yaşayan “korku cahilleri”ydi. Korkularının boyutu ve büyüklüğü, karşı karşıya olduğu tehditlerin boyutu ve büyüklüğüne tekabül etmiyordu.Oysa korku, ona göre bir insanlık ödeviydi. Ve insan korkmanın ne demek olduğunu öğrenmeliydi. Bunun içinuyması gereken tek emir şuydu: “Korkak olma, korkma cesaretini göster. Korkutma cesaretini de göster. Komşularına seninkine eşit bir korku ilet.”.
Şu sıralar korkma cesaretini göstermemiz ve çevremizdekilere de kendimizdekine eşit bir korku iletmemiz gereken günlerden geçiyoruz. Evde kalalım!…
***
Salgınla birlikte aklımızı ve kalbimizi yoklayan sözcüklerden biri de “özlem”!
COVID-19 -son derece haklı gerekçelerle- en temel iletişim yöntemimiz olan ve duygu skalasındaki çoğu duyguyu sayesinde ve üzerinden tattığımız “dokunma”yı molaya çıkardı. Sarılma ve kucaklaşma gibi temas gerektiren müşterek ve evrensel bir özlem doğurdu. Ve sanırım çoğumuz için Cahit Zarifoğlu’nun şu dizesi daha bir anlamlı olmaya başladı: “İnsana imtihan olarak özlemek yeter! Bir şehri… Bir sesi… Bir nefesi…”.
***
Pandemi günlerinde aklımızda ve kalbimizde gezinen sözcüklerden bir diğeri de şüphesiz ki, “zaman”!
Zaman, salgına kadar yetişmeye çalıştığımız, hatta yarıştığımız bir şeydi. Çünkü onun sınırlı ve kıt bir kaynak olduğu yanılsaması içindeydik. “Bol zaman”, neredeyse hepimizin müşterek fantezisiydi. Pandemiyle birlikte -aniden ve beklenmedik bir şekilde- zamanın “bolluk” yanıyla tanıştık ve zaman zenginleri olduk. COVID-19, bizi zaman kıtlığı tünelinden çıkardı!
Salgın öncesinde, zaman kıtlığı yanılsamasının doğurduğu “geride kalma” kaygısının tesiri altında yaşayan, bu kaygıyla çocuk[lar] yetiştiren ve kariyer yapan insanlardık. Hayatlarımız iş hayatının bir alt kümesiydi. Ve bizler “iş” gibisaygın bağımlılıkları olan birer işkoliklerdik. Zaman kıtlığı, hayatlarımızda bitmeyen ve giderek yükselen bir meşguliyet krizi var etmişti. Bu meşguliyet kültü, odaklanma kabiliyetimizde ciddi bir yıkım yapmış; bilişsel bant genişliğimizi daraltmış; zihinsel refahımızı ve üretkenliğimizi bozmuştu. Hepimizde bir dinlenme eksikliği yaratmış, hayli uzun da bir ihmal listesi var etmişti…
Pandemiyle birlikte zamanda bir deprem yaşadık! Günlerimizin birbirinin aynı olduğu ve her günümüzün bir önceki günümüze benzediği istisnai bir süreçle karşı karşıya kaldık. Bu günler kendini büyütmek isteyenlerimiz için harika bir fırsat olurken bazılarımızca depresyonun eşlik ettiği trajik bir yolculuk hâlini aldı. Bazılarımızın durumu ise, bir röportajda kendisine yöneltilen “Sabahtan akşama kadar ne yapıyorsunuz?” sorusuna “Kendime katlanıyorum!” cevabını veren Cioran’inkine aynı kaldı!…
Sağlıklı günler…