Mustafa Kök[1]
1. Giriş Yahut Taşra Çocuklarının Okuma Hikâyeleri
Ah bu Anadolu, daha doğrusuyla taşra çocuklarının okuma hikâyeleri!… 1950’li yıllarda, hele de bir köy çocuğuysanız, yandınız demektir. İlkokul sonrası Ortaokuldan itibaren çıkılan şehirdeki eğitim kurumlarına gidip gelmek, kalacak yer-yurt bulmak, beslenecek kadar gıda, ısınacak kadar yakacak bulmak, mesele… (Daha bu, ilkokulunuz varsa!… Ya o da yoksa?..) En yakını 8-10 km. bazen 30-40 km. mesafedeki köyünüzden kasabanıza, birkaç arkadaşla birlikte kiralanan, çoğu tek odalı evlerde asgarî ihtiyaçları karşılayacak ve o zamanlar yüzde doksanı gaz lâmbası kullanılan bu yerlerde aydınlanacak, o sarımtırak renkli yetersiz ışıkların altında arkadaşlarınızla ders çalışacaksınız. Yüzde yetmişinden fazlasının köylerde oturduğu, yol ve ulaşım şartlarının henüz çok zayıf kaldığı, kışları aylarca köy yollarının kapalı olduğu bir Türkiye şartlarından bahsediyoruz. Bırakın normal gıda almayı, köylü çocukları kuru ekmeklerini köylerinden getirir, çayın yanında peynir-ekmeği olanlar, günde artı bir öğün olsun çorba içebilen, bulgur pilâvı yiyebilenler şanslı sayılırlardı. Oysa yetişme çağındaki çocukların-gençlerin zihnî çaba için yeterince beslenmeleri, ısınıp aydınlanmaları, banyo yapmaları, haftada veya on beş günde bir defa olsun şehirde ilk defa karşılarına çıkan ve müthiş bir cazibe unsuru olan sinemaya gitmeleri ihtiyaç hanelerindendir. Hele iş kasabadan çıkıp il merkezine, daha büyük şehirlerde okuma mecburiyetine dökülünce, yetişme çağının artan ihtiyaçlarıyla birlikte doğan ilâve zorluklarını, varın siz hesap edin.
Bugün ülkemizin yaşayan en önemli şairlerinden birisi olan Ali Akbaş da Maraş’ın Elbistan ilçesinin 7-8 km. yakınındaki bir köyde doğmuş ve 1950’li yılların ortalarında ilkokuldan sonra köyünden çıkarak yukarda saydığımız bütün zorluklarla karşılaşmış bir gençtir. Önce ilçe ortaokulunda, sonra ilinin lisesinde, nihayet İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuyup öğretmenlik mesleğine geçmiştir. Kendi dönemlerinden on beş kişi geldikleri ortaokuldan üniversiteyi bitirecek kadar takat yetiren tek kişi…
Çocukluğundan itibaren meftun olduğu şairlik, daha doğrusu güzel şiir yazma tutkusu, Maraş lisesinde okurken hayli mesafe almıştır. Sadece arkadaşlarınca tanınan bir şair olmaktan öte, yeteneği bütün bir okulca bilinir olmuştur. Maraş, henüz resmen “kahraman”lık unvanını almamışken, sanırım kendisinin son sınıfta olduğu yıl açılan “Maraş Lisesi Marşı”na dair yarışma ona bu fırsatı hazırlamıştır. Yarışmada aldığı birincilik ödülü tabir caizse şairliğinin ilk tescil belgesi gibidir. “Marş tekniği” bakımından da hayli başarılı görünen şiirin son iki dörtlüğü şöyle:
Kalemlerle ararız bilgi definesini
Tatmışız çalışmanın zevkini hevesini
Yakında bulacağız bu yolun zirvesini
Engizek yaylasından çiçekler deriyoruz
Çınlarken ufuklarda gençlerinin gür sesi
Adını duysun her yer, yaşa Maraş Lisesi
Her sınıfın uğurlu birer mâbed köşesi
Seni yükselteceğiz, sana söz veriyoruz (Erenler Divanında-s.98)[2]
2. Nasıl Tanıştık ve Hangi Çevredeyiz
Biz onunla, benden sanırım iki yıl daha önce geldiği İstanbul’da tanıştık. Ayni fakültede, o Edebiyat, bense Felsefe bölümünde okuyorduk. Bir grup hemşehri ağırlıklı arkadaş içerisinde, zannediyorum daha ilk ayda, yeni vardığımız Eyüp’teki eski Medrese’den dönüştürülen Zal Mahmut Paşa Yurdunda tanışmış olmalıyız; çünkü münferit olarak dışarıda karşılaşıp da üçüncü bir şahıs tarafından tanıştırıldığımızı hatırlamıyorum. Kendisi orada kalmıyordu; Doğan Gerek, Orhan Erışık, Osman Kurt ve daha birkaç Elbistanlının da kaldığı bu yurda hemşehri talebeler hep gelip giderdi. 1965 Güzü idi. Daha ilk temasımızda sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi davrandığını hatırlıyorum. Güleç yüzlü, hoş sohbet, hemşehri canlı bir arkadaş… Bizden iki yıl daha kıdemli oluşu rahat davranmasının sebebi olmalıydı. Çok geçmeden onun şair olduğunu öğrenecektik. Ama Korkut Akbaş mahlasını kullanıyordu. Kendi bölümünden çok yakın arkadaşı Balıkesir Sındırgılı Selçuk Uysal’dan öğrenecektik ki, meğer siyasî içerikli bir şiir yazması dolayısıyla tam adını kullanmayı sakıncalı gördüğü için “Korkut” takma adını kullanmış, sonra da bir müddet devam ettirmiş.[3] (Selçuk ile sonra hayli zaman ev arkadaşlığı da yaptılar.) Hatta daha sonraları kendisi gülerek anlatmıştı, yeni tanıştığı bir arkadaşına ismini söylediğinde “Korkut Akbaş’ın nesi olursuz?” demiş; o da (sanırım gurur ya da sevinç duyarak) “kendisi” diye cevap vermiş. Muhtemelen Ötüken’de çıkan şiirlerinden adını duymuş olmalı. Şimdi oraya geliyoruz:
Üniversiteye geldiğimizde, daha liseden aldığımız fikrî ve siyasî temayüllerle beraber Müslüman-Türk, muhafazakâr Anadolu çocukları olarak hemen çoğumuz kendimizi milliyetçi gençlik çevresinde, o günkü adıyla da “Türkeşçi gençler” grubu içinde bulmuştuk. Benim gibi, ilâveten Nurettin Topçu ve benzeri bir düşünür/yazar ilgilisi olanlar da vardı şüphesiz. Ali Akbaş bizden kıdemli olarak o çevreye çoktan girmiş meğer. Kendilerini “solcu” yahut “sosyalist/Marksist” olarak tanımlayan arkadaşlarımızla kıyasıya tartışmalarımız olurdu. O yıllar MTTB.’de, Bayezid Marmara Kıraathanesinin altındaki salonda dinlediğimiz birkaç konferansı hatırlıyorum (MTTB’de Alparslan Türkeş’in konusu Dış Politika ve Kıbrıs idi ve hınca hınç dolu salonda ilgiyle izlenmişti). Ali Akbaş’ın bölümündeki dönem arkadaşlarının çoğu da kendisi gibi, aynı çevrelerin çocuklarıydı. Selçuk Uysal dostumuzun anlattıkların göre (Ali Akbaş kanalıyla tanıdığımız bu insanla yıllar sonra işi “aile dostluğu”na kadar uzatacaktık; ne mutlu ki devam ediyor), bazı dönemler adamakıllı görevler almışlar; o zamanki adıyla CKMP’nin gençlik kollarına kadar girmişler. Atsız’ın görev yerine yakın Süleymaniye semtinde otururlarken de yanına gidip gelir olmuşlar; Türkçü dergi Ötüken’in paketlenip postalanması işleri dâhil… Ve 1967 CKMP Büyük Kongresi için Ankara’ya giderlerken Ali Akbaş “Bozkurtlar Marşı” adlı bir şiir yazmış. Bir zaman “Türkeşçi” gençlerin dilindeydi. (Tamamen siyasî nitelikte olduğu için Korkut Akbaş imzasıyla; onun kitaplarına girmeyen, ama “gençlik nostaljisi” olarak hem değerli hem de güzel olan bu şiirin tamamını verelim):
Sende bütün umutlar,
Göğe yükselsin tuğum;
Haykırıyor bozkurtlar,
Selâm sana başbuğum.
Semerkantlar Kerkükler,
Yaslı yaralı Türkler,
Artık Alpaslan kükrer,
Selâm sana başbuğum.
Altaylardan Tuna’ya
Yeniden bütün dünya,
Görsün korkulu rüya;
Selâm sana başbuğum.
Tanrım güç versin sana,
Acısın Türkistan’a…
Selâm selâm Turan’a,
Selâm sana başbuğum. (Uysal, s.40)
3. Türk Dünyasının Kapısında
Selçuk Uysal, Edebiyat Fakültesine vardıklarında hepimiz gibi kendisinin de ilk derslerindeki biraz ürkekliğini, çoğu zaman amfinin veya dershanenin en arka tarafına oturduğunu, ama yer yer hocalara muhalefetten de geri kalmadığını anlatıyor. Bazı arkadaşları girişkenlikten, bazıları da Osmanlı Alfabesine aşinalıktan önde, kızlarla birlikte oturuyorlarmış, Selçuk onları kıskanıyormuş. Ali Akbaş da harflere aşinalıktan ufak tefek görünümüyle onların arasındaymış ve onun hakkında şöyle düşünüyormuş: “Helâl olsun adama, Anadolu’dan, Elbistan gibi yerden gelmesine rağmen ne kadar rahat. Biz İzmir’den geldik de ne oldu? Ön sırayı bırak, orta sıralarda bile oturmaya çekiniyoruz.” Meğer Ali Akbaş da onun hakkında, ara sıra hocalara muhalefetine bakıp “Adamın İzmir’den geldiği, büyük şehir gördüğü belli! Rahat rahat konuşup hocalara kafa tutuyor” diye düşünüyormuş. Bir gün yan ayna oturunca Ali ona şiirlerinden bahsetmiş, “Maraş Lisesi Marşı”nın da kendisine ait olduğunu söylemiş; Selçuk inanmamış, içinden “yine kendini şair sananlardan biri” demiş. Ama “Küçük Akıncılar”, “Çoban Bizden Yoldaşlı”, “Türkümü Unutturdun” şiirlerini okuyunca şüphelenmiş, “bunları gerçekten sen mi yazdın?” diye sormaktan da kendini alamamış. Ali, “biraz iftihar, biraz mahcubiyetle, ‘he gardaş ben yazdım, essahdan güzel mi?’ deyince, ‘yok yok, güzel değil… Çok güzel… Sen gerçekten şairsin” demiş. Ve Selçuk bir karar verip kendi şairliğinden vazgeçmiş. Şöyle diyor: “Ali’nin yazdıklarını görünce hem benim yazdıklarımın şiir olmadığını anladım, hem de onun, benim yazmak istediklerini yazdığını fark ettim.” (Uysal. s.29)
Bizim de okuduğumuz dönem olması dolayısıyla biliyoruz, o zamanki Edebiyat Bölümü’nün gıpta edilecek bir hoca kadrosu vardı. Bizim arkadaşlar vardıklarında Reşit Rahmeti Arat, Ali Nihat Tarlan, Mehmed Kaplan, Faruk Kadri Timurtaş, Muharrem Ergin, Ömer Faruk Akün, Abdülkadir Karahan ve Ahmet Caferoğlu oradalar. Ve 1963 yılında son defa yapılan “seçme imtihan sistemi” ile edebiyat bölümüne iştiyakla giren hayli başarılı bir öğrenci grubu mevcut. Sonra o devreden, Selçuk Uysal’ın ilk planda hatırladığı sekiz kişi profesör olurlar: A. Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Bilge (Yolalan) Ercilasun, Rıza Filizok, Zeynep Kerman, Tahir Uzgör, Nuri Yüce, Metin Karaörs. Bunlara ilâveten, şair ve yazar, idareci, öğretmen olmak üzere hayli başarılı isimler çıkar. (Uysal, s. 26-28) Ali Akbaş’ın asıl öne çıkan yönü ise – öğretmen olarak başlayıp ilerde Üniversiteye intisap ederek yüksek lisans da yapmakla beraber – zaman içinde Türkiye ve Türk Dünyasınca tanınan şairler arasına girmiş olmasında ve yönettiği edebiyat dergilerindedir. Şimdi meselâ onun daha üniversite öğrencisiyken, Türk dünyasının kapısı sayılabilecek Tebriz’den gelen Şehriyar’ın sesine (Heydar Baba’ya Selâm şiir kitabından hareketle) yine Korkut Akbaş adıyla verdiği cevabı hatırlayalım.
A. Bican Ercilasun Bey, Şehriyar’ın o şiirine Türk Dünyasının çeşitli yerlerinden akisler geldiğini söylüyor[4]. Ama Türkiye’de o zaman meşhur hayli Türkçü şairler de varken, onlara fırsat vermeden, 1967 yılında bir üniversite öğrencisi Ali Akbaş’ın hem de Ötüken dergisinden Şehriyar’a Selâm diye hârika bir çıkışla cevap vermesi, dikkate değer. Bu onun, erken yaşında hem Türk Dünyası konularına ne kadar ilgili olduğunun, hem de şairlik yönüyle yine ne kadar erken olgunlaştığının deliliydi. Bu şiir de Türkçü gençlerin dilinde uzun süre dolaşmıştı. Örnek olarak biz de beş mısraını verelim:
Türkçe söyle Heydarbaba küsmesin
Dost bağında hoyrat yeli esmesin
İstanbul’dan duyuluyor gür sesin
Söyle söyle hey dilini sevdiğim
Yerin yurdun hey elini sevdiğim. (Turna Göçü-s.67)[5]
Evet, Şehriyar’ın elini ve dilini sevmek için o yaşta bir Ali Akbaş olmak gerekirdi.[6]
1. İzmir’de Türk Dünyası Kadınlar Derneği’nin düzenlediği “Türkçüler Bayramı”ndan: Gecenin çağrılı şairi Ali Akbaş, dönem arkadaşı Selçuk Uysal (sağında), Mustafa Kök (mikrofonda) ve Dernek başkanı Habibe Kök ile… (5 Mayıs 2007/İzmir).
4. Bir “Göç” Şiiri Nasıl Yazıldı ve Bir “Masal-Tiyatro”
Ali Akbaş’ın bir de yine İstanbul çıkışlı “Göç” şiiri var, bilirsiniz.
Tamamen yaşanmış bir gözlem ve acılar yumağının Ali Akbaş’ta duygusal tezahürü demek lâzım. Hikâyesi şöyle: Ali, (sonra inşaat mühendisi olacak ve ANAP’ın ilk döneminde Elbistan Belediye Başkanlığı da yapacak olan) kardeşi Hamza rahmetli ile arkadaşları, öğrenci evinde kaldıkları üniversite yıllarından bir günde, baba tarafından karı-koca hayli yoksul bir akraba çifti İstanbul’a çıkagelir.
1960’lı yılların, Almanya’ya işçi göçü olaylarının en yoğun olduğu zaman… Pasaportundan vizesine, sağlık raporuna ve nice işlemine kadar bütün hazırlıklar yapılacak, ama erkek değil genç gelin yollanacak. Çünkü o zaman Almanlar, denge sağlamak için kadın işçi alımına daha çok talip oluyorlar. Bizimkiler de önce hanımları gönderiyor, ardından da “istetmek” suretiyle erkekleri yollama formülünü işletiyorlardı.
Tabii bu ikili akraba, İstanbul’da yol-iz bilmediğinden dersleri de bir yana bırakıp bütün işlemleri takip etmek, Ali ve Hamza Akbaş kardeşlere kalıyor. İşin uzun koşturmalarını Hamza yapıyor, bir kısmını birlikte çözüyorlar vs… İşte o gidip-gelmeler sırasında, o uzun kuyruklarda, yoksul ve bir ümitle koşarak Anadolu’dan gelmiş insanların yaşadıkları acı ve ıstırapları, kiminin elinde Kur’an, kiminin yanında sazlarıyla umumi manzaraları keskin gözlemci ve duygu yüklü Ali Akbaş’ı sarsar. Her şey bitmiş, tek başına bir genç gelin işçi Sirkeci Gar’ından Almanya’ya uğurlanacak. Ve kampana çalıyor, tren kalkıyor, mahzun bakışlarla akraba gelin uğurlanıyor. Geriye de Ali Akbaş’a bütün bu dramı şiirleştirmek kalıyor.
“Göç” şiirindeki o, tarih vurgusu dâhilinde bizi bu hallere düşüren okumuşlara-aydınlara (‘beyler’e) kahırlar, sitemler ve aslında tek kelimeyle isyanlar; hem bir realizmi, hem de yoğun bir romantizmi yansıtır:
……………………
“Bir kampana çalar
Analar ağlar
“Oğuuul
Oğul!”
Çocuklar öksüz
Gelinler dul
Sirkeci’den tren gider
Evim barkım viran gider”
“Biz hep atla geçtik Tuna’dan
Böyle geçmedik
Avrat uşak
Biz hiç böyle göçmedik
Beyler utansın
Sirkeci’den tren gider
Varım yoğum törem gider”
………………………….
“Burada ezan var
Orada çan
Her sabah çınlar tepemizde
“Uyan
Uyan
Uyan!..”
Sirkeci’den tren gider
Bir yaldızlı Kur’an gider (Eylül’e Beste-s.82-84)
Tek kelimeyle hârika!.. Diline, gönlüne sağlık Ali Akbaş. (2012’de Almanlar, Türkiye’den işçi alımının 50. Yılını görkemli törenlerle, “Sirkeci’den kalkmış” treni karşılayarak, anlı-şanlı kutladılar. Şimdi 60. Yılını kutluyorlar.)
2. Ali Akbaş, yönettiği dergilerden birisi olan Doğuş Edebiyat dergisinde, derginin sahibi Alper Aksoy ve Mustafa Kök ile… (1984/Ankara)
Meşhur masal denemelerinden sanırım ilki olan “Çimen Kız”ı da İstanbul’da yazmıştı Ali Akbaş. Sanki bir masal-tiyatro idi. İstanbul Radyosu’nda ilk seslendirilişi, arkadaşları arasında âdeta olay olmuştu. Hele de – aklımda yanlış kalmadıysa – 150 lira telif ücreti alması, bayağı bir kazanç sayılırdı o zaman. (Öğrenci kredisi aylık net 242.50 TL idi.) Parayı harcadıktan sonra rahmetli kardeşi Sevgili Hamza, ağabeyine takılıyormuş: “Kötü yazar, teliften biraz para kazan da harcıyak!…”
5. Türk Dünyasına Ağıtların Şairi
Nihayet Ali Akbaş mesleğini alıp kendi memleketine, Elbistan Mükrimin Halil Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak atanır, yıl 1970. Bendeniz de 1971 Mart’ında askerden geldiğimde, atama beklerken ücretli derslere girdim, mesai arkadaşı olduk. Meslektaşları Dadaş Feridun Narin ile sonra Ankara Y. Öğretmen Ok. Md. olacak Yılmaz Terzi’yi orada tanıdım.
Kötü günlerdi, anarşi okullara yayılmak isteniyordu. Öğretmenler kamplara bölünmüştü. Kaba güçlü, kaba bakışlı adamlar idareci yapılıyordu.
Nihayet ben 1972 Ocağında atanıp ayrıldıktan bir müddet sonra (o zaman artık “ülkücü” diye anılan”) Ali Akbaş ve bütün arkadaşlarını mecburi tayine tâbi tuttular (o zamanki adı sürgün). Hoca şanslı sayılırdı, güzel Karadeniz bölgesine, Rize-Çayeli’ne gitti. Orada da öyle sevdirdi ki kendini, talebeleri hâlâ ararlar. Sonra Ankara Eğitim Enstitüsü hocalığı ve idarecilikler, derken FRTM dönemi ve bayram Bilge (Tokel) ile tanışmalar ve Hacettepe’de hocalık ile 25 yılı tamamlayıp emekli oldu Ali Akbaş.
Ama o, şairlikten, okuma-yazmadan hiç emekli olmadı şükür. “Oyunskiy Sagusu”ndan “Aral’a Ağıt”a kadar, Türk Dünyasının acılarını dile getirdi hep. Oyunskiy’i okuyunca dedim ki, “Ali Hoca, bir Saha Türk’ünün ağıtını bir Anadolu Türk’ünün böylesine yazması için, ancak Ali Akbaş olması gerekir herhâlde. Aşk olsun sana!…” Son bölüm şöyle, bilenler hatırlayacaktır:
“Ve bir ak saçlı ozan dedi ki:
Sanmayın ki çürüyüp
Toprak oldu Oyunskiy
Ormanda kayınlara
Yaprak oldu Oyunskiy
Ozanların dilinde
Kopuzların telinde
Ve erkinlik yolunda
Bayrak oldu Oyunskiy
Giden sırayı savar
Ruhu göklere ağar
Her gün yeniden doğar
Şafak oldu Oyunskiy
Ahı tutar onları
Acı olur sonları
Unutulur sanları
Adak oldu Oyunskiy
Adak oldu Oyunskiy (Erenler Divanında-s.38)
Evet, o zalimlerin sonları acı oldu, sanları unutuldu, çünkü kendi milletleri bile lânet okuyorlar. Stalin malûm, “bir insanın ölümü dramatiktir, yüz bin insanın ölümü ise, sadece istatistik konusudur” diyordu. Oysa Platon Oyunskiy, verdiği eserlerinde ve Ali Akbaş’ın ağıtında minnetle anılıp yaşıyor, yaşayacak.
Ali Akbaş’ın “Erol Güngör’e Ağıt”ı da nefistir. Onun genç ölümü hepimizi çok yakmıştı. Akbaş gönlümüze tercüman oldu. Birkaç mısraı şöyle:
“Bir âlimin ölümü”
“Bir âlemin ölümü”
Dalımda gül kalmadı
Bu esen sam yeli mi?
Mahzun vatan ağlasın
Ebri nisan ağlasın
Âlimdi ehli dildi
Çağda ilme kefildi
Öksüz kaldı bir nesil
Sade bizim değildi
Cümle cihan ağlasın
Ebri nisan ağlasın (Turna Göçü-s.65 vd.)
Malûm, “ebri nisan”, bulutlu-yağmurlu Nisan ayı demek. Çünkü 23 Nisan 1983’te rahmetli olmuştu. Mekânı cennettir inşallah!…
Ve Ali Akbaş’ın, ölümü tarifi de hârika!… Onu bir “şeb-i yeldâ”, bir uzun gece olarak tanımlıyor. O şiirden de iki dörtlük analım:
“Bizden ölümü sorarlar
Dostlara vedadır ölüm
Sorarlar bizi yorarlar
Bir sırr-ı Hüdâdır ölüm
………………………
Viran bahçe solgun çiçek
Güneş buluta girecek
Ta haşre kadar sürecek
Bir şeb-i yeldâdır ölüm” (Turna Göçü-s.81 vd.)
6.“Uykuya Doğru Şiiri”ni Tahmis
Ve nihayet bendenizin Ali Akbaş dostumun bir şiirine “amatörce” bir tahmis denemesiyle bitirelim:
“UYKUYA DOĞRU” ŞİİRİNİ “TAHMİS”[7]
Anneciğim
Düşümde bir kuşmuşum
Kucağından uçmuşum
Uçurtmamın ucundan
Sıkıca tutunmuşum
Anneciğim
Düşümde bir mektupmuşum
Gideceğim yeri unutmuşum
Bir posta kutusunda
Beklenen umutmuşum
Anneciğim
Aç beni, oku beni
Basmadan uyku beni
Uykular uyku olsun
Rüyayla yı(y)ka beni
Anneciğim
Allah ne kadar yakın
Konuştum duydu beni
Meğer cenneteymişim
Melekler saydı beni
Anneciğim
Yollar beni çağırır
Kuşlar beni
Rüzgâr beni
Uyku beni
Su beni
3. Ali Akbaş, yakın dost ve arkadaşları ile: (Soldan sağa) Mustafa Kök, yazar Ali Yurtgezen, şair Âdem Konan, yazar ve TRT eski G. Md.Yard. Muhsin Mete (1999 veya 2000/K. Maraş).
7- Selâm Dua ve Hitam
Sevgili Ali Akbaş arkadaşım, kardeşim, kadîm dostum!.. Seninle çok günler geçirdik. İkimiz de bekârdık evlendik; eşlerimiz-çocuklarımız oldu (bir ömür mihnetlerimizi çeken Ayten Akbaş-Şefika Kök hanımefendileri anmadan geçmeyelim) ; çocuklarımız 15 yaşlarına kadar, hemen hep yazları birlikte oldular, evlerimize kardeş evleri gibi girip çıktık. Türkiye’nin acıklı hâllerine birlikte ağladık, Sevgili Hamza’nın kaybına beraber ağlaştık; acı ve ıstırapları hâlâ birlikte duyuyoruz içlerimizde. Bazen siyasetteki gidişatı farklı algılama ve yorumlarımızdan tartıştığımız, hatta birbirimizi haksız yere kırdığımız da oldu, oluyor. Ama sevdiğimiz ve ebediyen yaşamasını istediğimiz değerlerimiz bir, bunu herkes biliyor. O vasfettiğin “şeb-i yeldâ”n başlayıncaya kadar, sana daha nice eserler verecek uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum aziz arkadaşım, kardeşim, kadîm dostum… Selâm ve sevgilerimle!…
Dipnotlar
[1] Dr.; E. Felsefe Öğr. Üyesi.
[2] Yazıdaki Akbaş’tan alıntılar, Şairin Eylül’e Beste (Bengü yayınları, Ankara, Mart 2011), Erenler Divanında (Bengü yayınları, Ankara, Mart 2011) ve Turna Göçü (Bengü yayınları, Ankara, Mart 2011) adlı kitaplarından yapılmıştır.
[3] Selçuk Uysal, Geçen Değil Uçan Yıllar, Yayımlanmamış hatıra kitabı, İzmir, 2004.
[4] Ercilasun, Ahmet B. “Korkut Akbaş’tan Ali Akbaş’a”, Türk Edebiyatı, Ali Akbaş Özel Sayısı; S. 529, s. 18, Kasım 2017.
[5] Bican hoca da aynı alıntıyı yapmış ve orada şiirin ilk neşrinde “Türkçe söyle” ibaresinin “Türkî söyle”, “elini sevdiğim”in de “ilini sevdiğim” şeklinde olduğunu görüyoruz. Ali Akbaş, “mükemmeliyetçi” tabiatta olduğu için şiirleriyle sürekli “oynayan” şairlerdendir. Dostları bilir.
[6] Ali Akbaş ve arkadaşlarının Türkçülük yanı ve Türk Dünyası ilişkisi gerek yurt içi, gerekse yurt dışı faaliyetlerle, özellikle bilim, sanat, o dünyaya yapılan gezilerle, hatta Sovyetlerin dağılmasının ardından oralarda dönem dönem öğretim elamanı olarak da katıldıkları çalışmalarla, artarak devam etti. (Ortak mesai arkadaşlarının yazılarında sanırım bulacaksınız.) Bir örnek olarak, yurt içinde İzmir’de, Türk Dünyası Kadınlar Deneği’nin düzenlediği ve Ali Akbaş’ın “gecenin şairi” olarak dâvet edildiği “Türkçüler Gecesi”ne ben de katılmıştım. Ve gecede, kadîm arkadaşı Seçuk Uysal Hocanın nefîs okuyuşuyla, çoğu Türk dünyası bağlantılı hayli Ali Akbaş şiirleri dinlemiştik. (Deneğin kurucu ve o gecenin de düzenleyicilerinden Okşan Uysal Hanımefendi Selçuk Hocanın evdeşidir.)
[7] Şiirde, ilk üçlü mısralar şairimiz Ali Akbaş’ın, son ikişeri Mustafa Kök’ün. En son altılı bölüm aynı bırakıldı. Bilinenden farklı bir tahmis denemesidir. Bu deneme, Akbaş’ın yönettiği Kardeş Kalemler’de Cezir Turhan müstearıyla yayımlanmıştır. Sürçü lisan ettik ise, affola!.. (Şairimiz bu şiiri ‘yeğenlerine’ atfetmişti; biz ise tahmisimizi – dedeliğimizi de hatırlayarak – ‘küçük yeğenlerimize ve torunlarımıza’ atfettik.)