Artan dünya nüfusu, besin ve barınma ihtiyaçlarının da artması demek; bu da insan ve doğal yaşam etkileşiminin beklenenden çok daha yüksek olması ve dolayısıyla da biyolojik çeşitlilik kaybı anlamına geliyor. Ebola, biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşan baskıların insanlar üzerinde nasıl yıkıcı etkilere yol açabileceğini gösteren en önemli örneklerden biri olmuştur. İşte bu nedenle Ebola’yı altıncı yok oluşa doğru bir adım olarak tanımlıyorum. Tropik yağmur ormanları gibi dünyanın biyolojik çeşitliliğinin en yüksek olduğu alanlarda yaşayan canlılarla temas, hiç bilmediğimiz, görmediğimiz mikroorganizmalarla, patojenlerle ilişki kurmak anlamına geliyor esasında. Bu ilişkinin maliyeti ise gördüğümüz ölümler nedeniyle pek hafife alınmamalı. Fakat bu örnekten yeterli ölçüde ders çıkarabildik mi? İçinden geçtiğimiz bu günleri düşündüğümüzde benim cevabım “hayır”. Bugün şüphesiz Ebola’yı konuşmuyoruz; pandemi oluşturmuş bambaşka bir hastalığı ve bu hastalığa bağlı yüksek ölüm oranlarını konuşuyoruz. Ama sebep yine doğal yaşam kaynaklı bir virüs, nCoV-2019. Yani, altıncı yok oluşa doğru yeni bir adım…
*****
Prof.Dr. Utku PERKTAŞ[i]
Yaşadığımız dünya tarihinde beş büyük kitlesel yok oluş yaşadı. İlki 2 milyar 450 milyon yıl önce yaşandı, o dönem var olan canlıların neredeyse yüzde 70’i ortadan kalktı. Sonuncusu ise 66 milyon yıl önce yaşandı ve bu sefer de dev cüsseli dinozorlar ortadan kalktı. Ama bu yok oluşlar sırasında insan henüz dünya üzerinde yoktu. Her şey doğal seyri içinde gerçekleşiyordu.
Ne zaman insan ortaya çıktı ve toplu yaşama geçti, işte o zaman işler değişmeye başladı. Yaşadığımız dünyadaki biyolojik çeşitlilik bir darboğaza girdi. İklim normal seyrinden saptı. Mikroplar, hastalıklar, salgınlar kendini göstermeye başladı. Bugün artan insan nüfusu, buna bağlı olarak değişen iklim, dünya biyolojik çeşitliliği üzerindeki en büyük tehlike. Yani, beş büyük yok oluşu deneyimleyen dünya bugün altıncı yok oluşun içinde.
Altıncı yok oluşa doğru adımları farklı şekillerde gördük, görmeye de devam ediyoruz. Yakın tarihimiz içinde yaşadığımız salgınlar bu adımların en güzel örneklerini oluşturuyor.
İçinden geçtiğimiz şu günlerde altıncı yok oluşun bir başka adımı küreselleşen dünyayı bir kez daha sarstı, hem de çok geniş bir ölçekte. Salgının sosyal ve ekonomik boyutları farklı toplumlardan insanları olumsuz bir şekilde etkiliyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) belli ölçüde bu adımların farkında olmalı ki bu günlerde ortaya çıkabilecek bir hastalığı listesine almıştı. Bu hastalığı “Disease-X / X-Hastalığı” olarak duyurmuştu. DSÖ, önceki salgınlar gibi yeni bir salgının başımıza dert açabileceğine ve yok oluşa doğru yeni bir adıma dikkat çekiyor gibiydi.
Acaba yakın tarihimizde yaşadığımız salgınlardan ders çıkarsaydık, bugün yaşadığımız karantina günlerini çok daha rahat mı geçirirdik? Biyoçeşitlilik krizini yaşamaz mıydık? Ekonomiler daha mı iyi olurdu? Anlaşılan bu sorulara cevap verebilmek için yeterli dersi almamış olmalıyız ki, bugün itibariyle yeni tip korona virüs nedeniyle vaka sayısı dünya genelinde 200.000’i aştı ve ölüm sayısı da 8.400’e ulaştı. İşte bu nedenle, yakın tarihimize bakarak geçmişteki salgınlara dikkat çekmek istedim; çünkü tarihten öğreneceğimiz çok şey var…
Ebola’dan ders alınsaydı…
Bu hastalık 40 yıl kadar önce, 1976 yılında Kongo’nun Ebola nehri kıyısında rapor edilmişti. Tropik ormanlarla temasta olan halkın hastalanması sonucu ortaya çıkmıştı. Çıktıktan sonra da Afrika’da çok fazla insanı etkiledi; on binleri aşan ölümler kaydedildi. Yaklaşık 20 yıl önce, 1996 yılının Ocak ayında tropik yağmur ormanlarında avlanan Gabon halkı, temel protein kaynakları olan maymunlarla besleniyordu. Sonuç ölümcül oldu, yerliler yüksek ateş, ishal, kanama ve şiddetli ağrılarla ölmeye başladı. 1976’da yok oldu sanılan Ebola yirmi yıl sonra yeniden canlanmıştı. Hastalık bu defa kısa süre içinde 254 kişiyi öldürdü; tıptaki ilerlemeler mücadeleyi daha etkin hale getirmişti. Ama Ebola hala bitmedi, Afrika için tehdit olmaya devam ediyor.
Ölümlerin ilk görüldüğü yerde yaşayan halk aslında besin bulma ihtiyaçları nedeniyle her zaman doğal yaşamla iç içeydi. Afrika’nın tropik ormanlarına yakın yaşayan bu insanlar ormanlarla barışık bir kültüre sahiplerdi. Orman onları besliyordu, onlar da ormanı koruyorlardı. Ama ormanlar belli ki artık bu yükü taşıyamaz hale gelmişti. Çünkü insanlar besin bulmak, kendilerine yaşayacak alan açmak için tropik ormanların derinliklerine kadar iniyorlardı. İnsandan insana bulaşan bu ölümcül hastalık da insanın doğal yaşamla iç içe olması ve artan nüfusu beslemek için doğal yaşam kaynaklarını pervasızca kullanmasına karşı doğanın bir tepkisi gibiydi. Ölümlerin kendini göstermesiyle de insanlar için iş değişti. Artık ormanlar çekiciliğini kaybetti, orman tahribatı böylece hızlandı. Günümüzde yaygın olarak gördüğümüz bu tahribatlar insanların virüslerle ölümcül yakınlıklar yaşamasına neden olmuştur. Ebolaya neden olan virüs 1976 yılında ortaya çıkmasına rağmen, bu ormanlardaki varlığı 10.000 yıldan fazla süredir devam ediyordu.
Doğanın tahribatı ters tepiyor
Yaklaşık 20 yıldır, tropikal ormanların ve vahşi yaşamla dolu doğal ortamların, Ebola ve HIV gibi insanlarda yeni hastalıklara yol açan virüsleri barındırarak insanları tehdit ettiği düşünülüyor. Ama insanlar da bu ortamlardan sınırsızca yararlanmak için hala elinden geleni yapıyor. Durum artık bu korkunç virüslerin kaynağı olan yerlerin bilinçsizce, geri dönüşümsüz tahribatına doğru evrilmiş durumda. Tabi artan bu tahribat iklimin de değişmesine neden oluyor. Bu da ölümcül hastalıklar için pozitif bir geri bildirim sağlıyor. Yani, hastalıkların görülme olasılığı artıyor ve hastalıklar geniş coğrafyalara yayılıyor. Nature Communications dergisinde yayınlanan bilimsel bir çalışma iklim krizinin Ebola’nın dağılımını genişleteceğini ve virüsten daha önce etkilenmeyen alanlara ulaşma riskini hızla artıracağını duyurmuştu. Çalışma, iklim krizinin 2070 yılına kadar ölümcül virüsün hayvanlardan insanlara yayılma oranında ise 1,75 ila 3,2 kat artış sağlayacağını belirtiyordu.
Artan dünya nüfusu, besin ve barınma ihtiyaçlarının da artması demek; bu da insan ve doğal yaşam etkileşiminin beklenenden çok daha yüksek olması ve dolayısıyla da biyolojik çeşitlilik kaybı anlamına geliyor. Ebola, biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşan baskıların insanlar üzerinde nasıl yıkıcı etkilere yol açabileceğini gösteren en önemli örneklerden biri olmuştur. İşte bu nedenle Ebola’yı altıncı yok oluşa doğru bir adım olarak tanımlıyorum. Tropik yağmur ormanları gibi dünyanın biyolojik çeşitliliğinin en yüksek olduğu alanlarda yaşayan canlılarla temas, hiç bilmediğimiz, görmediğimiz mikroorganizmalarla, patojenlerle ilişki kurmak anlamına geliyor esasında. Bu ilişkinin maliyeti ise gördüğümüz ölümler nedeniyle pek hafife alınmamalı. Fakat bu örnekten yeterli ölçüde ders çıkarabildik mi? İçinden geçtiğimiz bu günleri düşündüğümüzde benim cevabım “hayır”. Bugün şüphesiz Ebola’yı konuşmuyoruz; pandemi oluşturmuş bambaşka bir hastalığı ve bu hastalığa bağlı yüksek ölüm oranlarını konuşuyoruz. Ama sebep yine doğal yaşam kaynaklı bir virüs, nCoV-2019. Yani, altıncı yok oluşa doğru yeni bir adım…
Artan tehditler
Geçtiğimiz bu günlerin en önemli konusu koronavirüs Covid-19 olunca David Quammen’in “Spillover: Animal Infections and the Next Human Pandemic” isimli kitabıyla ilgilendim. Quammen şöyle yazıyordu, “birçok hayvan ve bitki türünü barındıran tropikal ormanları ve doğal coğrafyaları hızla istila ediyoruz ve bu coğrafyalarda yaşayan canlılar bilinmeyen birçok virüse ev sahipliği yapıyor”. Ve daha sonra da şöyle devam ediyordu, “ağaçları kesiyoruz; hayvanları öldürüyoruz ya da kafese koyuyoruz ve pazarlara gönderiyoruz, hayvan ticareti yapıyoruz. Ekosistemleri bozuyoruz, virüsleri doğal konaklarından ayırıyoruz. Ama virüsler yeni bir konağa ihtiyaç duymak zorundalar. O konak da genellikle biz oluyoruz”. Amerika Birleşik Devletleri Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi, bugün insanları enfekte eden hastalıkların dörtte üçünün hayvanlardan kaynaklandığını tahmin ediyor. Ebola gibi örnekler yakın tarihimizi incelediğimizde artırılabilir. Örneğin Sars, korona virüs familyasından, 2002 ve 2003 yıllarında 30 ülkede 700’den fazla insanın ölümüne neden olmuş viral bir hastalık. Afrika’da ortaya çıkan Zika ve Batı Nil virüsü gibi diğer bazı hastalık virüsleri de mutasyona uğrayarak diğer kıtalara yayılmışlar ve insan sağlığı için ciddi tehdit oluşturmuşlar. Bu virüslerin ortak özelliği, nadiren temas ettiğimiz canlılardan köken alıyor olmaları.
Biyolojik çeşitlilik üzerinde kurduğumuz baskıların faturası insan sağlığı üzerine artan tehditler olarak karşımıza çıkıyor. Bugünlerde gördüğümüz hayvan kaynaklı hastalıkların insan davranışlarına bağlı çevresel değişimlerle ilişkili olduğu da farklı çalışmalarda gösterilmiş bir gerçek. Bu sonuçlara bağlı olarak hastalıkların vahşi yaşamdan insanlara bulaşmasının “toplumların ekonomik gelişmesinin gizli bir maliyeti” olduğu söyleniyor. Ekonomik gelişmeyle gözümüz kör oluyor ve virüslerin kolayca bulaşabileceği habitatlar yaratıyoruz. Sonra, kendi elimizle virüsleri dünyaya yayıyoruz. Sınır tanımayan virüsler de sağlık başta olmak üzere birçok alanda tehdit kaynağı olarak hizmet vermeye başlıyor. Bu nedenle, dünyanın önde gelen biyolojik çeşitlilik uzmanları, hayvan kaynaklı enfeksiyonlara neden olan patojenlerin sınır tanımayan özellikleri nedeniyle küresel sağlık, küresel güvenlik ve küresel ekonomi için çok önemli bir tehlike olduğunun altını çiziyorlar. Doğa sahip oldukları açısından insan sağlığını tehdit edebilir, ancak unutmamız gereken, asıl tehdit doğaya müdahale eden insan etkisi sonrası ortaya çıkıyor. Yeni tip koronavirüs, yani Covid-19, ya da bilimsel adıyla nCoV-2019, bu durumun en güncel örneği…
———————————————————
Kaynak:
https://yetkinreport.com/2020/03/21/korona-dunyanin-altinci-yokolusuna-dogru-bir-adim-daha/
[i] Prof. Dr. Utku PERKTAŞ, Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü öğretim üyesidir ve biyocoğrafya dersleri vermektedir.