Geçenlerde bir ortamda gündeme gelen bir felsefi eser dile gelmesi, zahir olup herkes tarafından görülmesi pek güzel olacak bazı gerçeklerin ortaya konması için pek uygun bir merkez oluşturuyor. Bu Albert Camus’un Sisifos Söyleni isimli eseri.
Kitabın vikipedi’deki kısa açıklamasının hem kendisini hem de kısa yolunu aşağıya koyuyorum: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sisifos_S%C3%B6yleni
Sisifos Söyleni, Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus`nün II. Dünya Savaşı ortasında yayımlanan deneme kitabıdır. 1942 yılında Fransa`da Le Mythe de Sisyphe adıyla basılmıştır. Kitap, adını Yunan mitolojisinden alır. Yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzu anlatır.
Sisifos , Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Camus`ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir.
Camus saçma kavramını burada kurar, yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Bu durum bütün dinlerin temelini oluşturur ve din sayesinde yaşama anlam verilebilir. Fakat Camus bunu kabul etmez, en büyük uyumsuz kahraman Sisifos üzerine saçma`nın farkındalığının tarihsel gelişimini anlatır.
Dağın tepesinden kayanın düştüğünü gören Sisifos, inişi sırasında düşkün durumunun bütün enginliğini bilir. Ama Sisifos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan dolayı da “Sisifos`u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”
Camus, pes etmez.Sisifos`un durumuna sonsuza kadar çare bulamayacağını bilir. Fakat, saçmanın geriletilebileceğinin farkındadır. Bu yüzden ” tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. ” diyerek intiharı haksız çıkartır.
Konu ateizm ve intihar bağlantısından çıkmış. Fransız düşüncesinin o aşırıcı tarafı (haşa) Tanrının olmaması durumuna ortaya çıkan hayatın anlamsızlığına intiharın doğru tepki olup olmadığını tartışıyormuş. Albert Camus da bu tartışmaya bu eserle katılmış. Evet belki sonuç saçma olabilir ama yine de intihar doğru tepki değil demiş. İnsanın boş bile olsa bir iş için girdiği çaba onun hayatını yeterli düzeyde doldurur sonucuna varmış. Yani ateizmi tasdik etmiş ama intiharı reddetmiş.
Türk okuyuculara çok tuhaf gelebilir ama Fransızlar “intihar çözüm müdür?” diye tartışıp bu süreç içerisinde tartışmayı yürüten dergi içerisinde çok sayıda kişinin intihar edebileceği kadar bizden farklı bir anlam dünyasına sahip bir kültür. Camus da intiharı (göstermeye çalışacağım gibi “güya”) reddetmiş.
Bu eseri üzerinde konuşulmaya değer bulmamın sebebi bunun ateist tebliğin kitaplarından birisi olması..İnsan şunu diyebilir. Bize teklif edilen bu mu? Dağın tepesine tekrar ve tekrar ve tekrar bir taşı çıkarmak mı? Böyle tuhaf bir teklifi kim niye kabul etsin ki? Cevabı şu: bu surette insan kendisinin farkındalığına ulaşır. Yani hani dindarların ateistlerre yönelttiği genel bir eleştiri vardır ya: onlar 3 günlük dünya menfaati için ( aşırı eğlenceler, başkalarını küçük görme hazzı, küçük bir Tanrıyı oynamak, serbest cinsellik vb ) kalıcı olan “hakiki menfaatleri” elleriyle itecek kadar kör olmuş kısa görüşlü insanlardır vb. Ateistler bu kitapla demekteler ki “bakın biz en ağır zahitler de olabiliriz. Bir dindarın bile kabul etmekte zorlanacağı çilelere “kendilik farkındalığı” için katlanabiliriz. Biz sizden daha çok hak aşığıyız.”
Bu dağa taş çıkarıp sonrada yeni baştan başlama cezasının efsanesini eskiden de duyardık ve benim içimi sıkardı. Olabilecek en kötü ceza bu diye düşünürdüm. Zira biz çocukken dağlara çok çıkardık. Ve eğer özel yetişmemişseniz yüksüzken bile ve öyle çok da zorlu olmayan bir dağ bile insanı zorlar. İkinci bir çıkış daha bana kabus gibi gelirdi. Herhalde sıradan bir insanın tepkisi ikinci seferde havlu atıp bağıra bağıra şikayetlenmek olurdu..
Ama sanki olumlu gibi gözüken bir şey var. Camus intiharı reddediyor..Şimdi konuya başka bir açıdan bakalım; psikoloji açısı “Öğrenilmişlik çaresizlik” Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili hikayecikler bir ara anlatılırdı.Tipik bir tanesi: Pireleri bir tepsiye koyup alttan ısıtmışlar ama bu arada üstlerine de cam bir fanus kapatmışlar. Sinekler sıcaktan kaçmak için zıplıyorlarmış. Ama bu zıplama onları (camı göremedikleri için “bilmedikleri” bir sebepten) tepsinin dışına çıkaramıyor ve her seferinde geri düşüyorlarmış. Bu “ne yapsak çözüm yok duygusu” ile fanusun yüksekliğini aşmayacak şekilde zıplayıp geri düşmeyi öğreniyorlarmış. Ve fanus kaldırıldığı zaman da onlar yine yanmalarına rağmen fanus varmışçasına “ölçülü” zıplıyorlar, dışarı sıçramıyorlarmış. Yapmaları gereken basit ve acısız bir deneme olmasına karşın onlar çok kere yapıp sonuç almadıkları için bu basit denemeye bile girişmiyorlarmış.
Tamamen değilse de yeterince kabul gören bir teori öğrenilmiş çaresizliği (yani; ne yapsan fayda yok deyip yılıp bırakmak) depresyonun ana sebebi olarak görüyormuş. Bu sırada depresyonun dünyadaki en yaygın intihar sebeplerinden birisi olduğunu hatırlayalım.
Yani Albert Camus kendisine itibar edenlere intiharın hiç de başvurulacak yol olmadığını söylerken anlattığı “hiç bir sonuç vermeyen bu yüzden de anlamsız eylem” intiharın belki de birinci sebebi. Yine intiharı felsefi olarak (sözüm ona) reddederken, psikolojik olarak kendisini dinleyenleri onun avucuna koyuyor.
Böylece döngü tamamlandı.
Körün köre kılavuzluğu bu oluyor herhalde…
Kimi zaman ateistler yada genelde Türk solcuları idealleri ülke İsveç’in intihar şampiyonlarından olmasını iklime (kışın neredeyse 20 saat zifir zindan karanlık 4 saatte gri olan havası vb) bağlayarak açıklamaya çalışırlar. Kısmen doğrudur ama sadece kısmen. Zira inançsızlığı ile meşhur ve Avrupa’nın en güzel iklimlerinden birine sahip Fransa da intihar şampiyonlarındandır. İslam ülkelerinden sadece Sovyet artığı Türk Cumhuriyetlerinin liste başlarına oynadığı düşünülünce sebep biraz netleşir. Hiç de dindar sayılmayacak Eric Fromm bunun sebebini “Sağlıklı Toplum” isimli eserinde İncil’den bir ayete atıfla açıkça söyler “insan sadece ekmekle yaşamaz, o Rabbin sözüyle yaşar”
Ricoeur, Bachelard gibi felsefenin muhteşem işçilerini asla değil ama Jean Paul Sartre, Albert Camus, Politzer gibi “din yerine ikame edilmek üzere” felsefe yapmaya çalışan Fransız felsefeleri için hoşgörünüze/affınıza sığınarak kişisel kanaatimi samimiyetle söyleyecek olursam bu “rezillik” olurdu. “Tepeden tırnağa rezillik” “Sofistike dolandırıcılık, nitelikli dolandırıcılık” olurdu. “İğrenç” olurdu.
Ricoeur,, Bachelard gibileri özellikle ayırıyorum ve onlara hürmet duyuyorum. Onların felsefeleri din yerine ikame olmaya çalışan şeyler değil. Hiç değil. Bu yüzden inancı ne olursa olsun insanın zihinsel donanımlarını çok geliştiren, inanıyorsa da en güzel şekilde inanmak için zihinsel beceriler kazandıran adamlar..Bachelard’ın dinle ilgili görüşlerini bilmiyorum (ama bu konuda pek saygılı ve zarafetle konuşur) ama Ricoeur neredeyse ilahiyatçı zaten. Dine değinmediği noktalarda bile din onun için çıkış noktasını oluşturuyor.