Merkezî imparatorlukların zaman içinde zaafa uğramasının göçebe isyanlarına ve bölgesel kopmalara kapı aralaması, köylülerin ideolojik sadakati ve hayat tarzlarının itaatkâr bir maneviyatla dönüştürülmesi problemini gündeme getirmiş olabilir. Bu açıdan bakıldığında köylü müslümanlaşması, geç imparatorluk dönemi hükümranlık siyasetinin itaat temin etme ihtiyacı olarak gündeme geldi. Aslolan neye inandıkları, hangi ibadet ve ritüelleri icra ettikleri değil, isyancı göçebelerle işbirliği yapmalarını mümkün kılan kültürel geçişliliklerin ortadan kaldırılması ve devletin (binlerce köy üzerinde) güç kullanma imkânlarının kısıtlılığı nedeniyle “güdümlü rızaya dayalı itaat” tutumunun benimsetilmesi için zırâî-kırsal bir müslümanlığa angaje edilmeleriydi.
*****
Prof.Dr. Vehbi BAŞER
Klasik çağlar boyunca İslam’ın pek köylü bir tarafı yoktu. Doğuşu itibariyle İslam, -bugünün standartlarıyla kasaba denebilecek olsa da- Arap Yarımadası açısından bölgesel şehir sayabileceğimiz ortamlara aitti fakat Arap Devleti’nin doğuşu sürecinde koopte edilerek resmî ideoloji haline getirilmesiyle kısa sürede bir karşı-ideoloji formuna bürünerek bedeviler arasında da hızla yayıldı. Bu iki form, yani arkaik anlamda devlet Müslümanlığı da diyebileceğimiz “Arap üstünlük ideolojisi” olarak İslamiyet ile bölgesel Arap devletinin hükümranlığı sonucunda çapul ve yağma fırsatları yok edilen Bedevilerin eşitlikçi bir direniş ideolojisi olarak karşı-İslam, terminolojik olarak hiçbir anlamıyla köylü değildi, zira tipik anlamıyla köy, Arap coğrafyasında yoktu.
Arap devlet ideolojisi haline dönüştürülmüş İslamiyet, Arap hükümranlığının hızlı ve agresif yayılma sürecinin bir yerlerinde başlayan medeniyetleşme sürecinde, bir kez daha seviye yükselterek kadîm coğrafyaların medeniyet mirasları ile sinkretize edilerek klasik yüksek İslam doktrini inşa edilirken bir kez daha reforma uğratıldı ve bu reform kalıcı doktriner ayrışmaların da zeminini oluşturarak İslam maneviyatının mezheplere ayrışmasına yol açtı. Bu süreçte İslam, “bir medeniyet dini olarak İslamiyet” formuna bürünürken, bu medeniyet havzasının bütün dinamiklerinin İslam zemininde bir meşruiyet temeline dayanmasını adeta bir zorunluluk haline getirdi. Kadîm medeniyetler bakiyesi bütün nüfuslar kendi kadîm miraslarını İslamiyete karşı savunmak yerine İslamî bir kılık altında yeniden temsil etmek zorunda kaldılar. Bu fikrî ve ideolojik canlılık, kadim şehir ahalilerinden uzak kırsal bölgelerin göçebelerine kadar bütün nüfusların sosyal ve kültürel varoluşlarını ağır bir sarsıntıya uğratarak kendilerini “bir şekilde İslamla ilişkilendirerek tanımlamak” biçiminde bir zarurete maruz bırakarak İslâmî sembollerin tâbî nüfuslar tarafından talan edilmesine kapı araladı.
Bu süreçte -terimin gerçek anlamıyla- köylüler, yani yerleşik tarım toplumları, Müslüman olmaya değil, yeni doğan medeniyetin şehirlerini besleyecek üretimleri güvence altına alınarak vergi ödemeye zorlandılar. Onların Müslümanlaşması değil, yeni doğmakta olan Müslüman imparatorluklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamalası bir zorunluluktu. Başka bir anlatımla, kritik problem onların inanç ve dinleri değil, tarımsal üretimlerinin güvence altına alınması, aşırı büyüyen şehirlerin gıda ihtiyacını karşılamak üzere aşırı üretime zorlanmaları ve ürünlerine el konulması idi.
Köylüler bu süreçte -İslamiyet’le karmaşık bir imparatorluk havzası ideolojileri halinde şehir kültürü ve hayat tarzı olarak karşılaşmış olsalar da- kendi tarımsal hayat şartlarının elverişsizliği ve asıl mecburiyetlerinin ideolojik değil de ekonomik bir temele oturtulmuş olması hasebiyle İslama karşı ilgisiz kalarak kendi kırsal-pastoral ve zırâî inanç ve ritüellerini sürdürdüler. Başlangıçta devlet ve giderek İmparatorluk biçiminde örgütlenen siyasi hükümranlığın köyleri ve köylü hayatını ideolojik denetim altına alacağı ne imkân ve mekanizmalar ne de buna ihtiyaç vardı.
Merkezî imparatorlukların zaman içinde zaafa uğramasının göçebe isyanlarına ve bölgesel kopmalara kapı aralaması, köylülerin ideolojik sadakati ve hayat tarzlarının itaatkar bir maneviyatla dönüştürülmesi problemini gündeme getirmiş olabilir. Bu açıdan bakıldığında köylü müslümanlaşması, geç imparatorluk dönemi hükümranlık siyasetinin itaat temin etme ihtiyacı olarak gündeme geldi. Aslolan neye inandıkları, hangi ibadet ve ritüelleri icra ettikleri değil, isyancı göçebelerle işbirliği yapmalarını mümkün kılan kültürel geçişliliklerin ortadan kaldırılması ve devletin (binlerce köy üzerinde) güç kullanma imkânlarının kısıtlılığı nedeniyle “güdümlü rızaya dayalı itaat” tutumunun benimsetilmesi için zırâî-kırsal bir müslümanlığa angaje edilmeleriydi.
Buna rağmen 19. Yüzyıl’a kadar köylüler, ne dini temsil edecek bir dindarlık formasyonuna ne de dinle temsil edilecek bir kültürel kimliğe sahip oldular. İronik olarak bu durum, folk milliyetçiliklerin doğuşu sürecinde, parçalayıcı dinamiklerin ağır baskısı altında köylü kimliklerinin din ile tarifine ihtiyaçtan doğan bir gelişmeydi.
Toparlayacak olursak köylülerin kimliğinde dinin önem kazanması, milliyetçiliklerin bir ihtiyacı olarak doğdu ve milli devlet ideolojilerinin dine ve dini sembollere en hafifinden bigâne fakat genellikle düşmanca tutumu, şehirleri ve şehir kültürünü dindışı, hatta din-karşıtı yeni bir ruhun domine etmeye başlamasıyla, taşra ve kırsal dünyada sadece İslamiyetin değil Hristiyanlık başta olmak üzere öteki dinlerin de pasif bir kimlik ögesi olmanın ötesine geçerek şımarık ve züppe yeni şehirli kültür karşısında dini temsil misyonunun da taşralı ve köylü kitlelere aktarılmasına yol açtı. Daha basit bir ifadeyle İslamiyet, merkezî denetim imkânlarının yetersizliği yüzünden bir itaat manivelası olarak köylü hayatına empoze edilmiş, ancak 19. Yüzyıldaki folk milliyetçiliklerin yükselişi ile baskın kimlik unsuru haline gelmiş, milli devlet inşası sürecinde de İslamiyetin temsili taşralı ve köylü kitlelere kalmış oldu.
————————————————–
Kaynak:
https://www.fikircografyasi.com/makale/koylu-ve-tasrali-muslumanligin-sosyo-tarihsel-arkaplani