Uzak çağlardan o güne kadar günler kum gibi akmış; yıllar, yüzyıllar, kervanlar gibi uzak ufuklarda kaybolup gitmişti. Dünya kurulalı beri mavi dalgaların koşuştuğu o yerlerde şimdi çorak topraklar belirmiş, derin vadiler oluşmuştu.
Neresi miydi burası? Deveören Köyü, bizim köyden bahsediyorum. Daha aşağılarda hem irtifa kaybı, hem de toplanan sularla daha da derinleşen Alan Deresi, Şaduman vardır. Buralar eskiden bir iç deniz, içinde bin bir çeşit deniz canlısının yaşadığı köpüklü, dalgalı bir denizmiş. Eğer öyleyse, karşı yaka, Alemdar yakasındaki Delikli Kaya neydi? Sular oraya kadar da yükselmiş miydi? Kim bilebilir ki! “Bilim” öyle söylüyormuş. O “bilim” dedikleri şeyin söylediği doğruysa, buranın tarihi masallardan bile eski olmalıydı.
Çocukluk yıllarında çoğu kez babasıyla geçtikleri bu tozlu yolların öyle sıradan, yalın bir geçmişi olabilir miydi, elbette olamazdı. Bir türlü aklı almıyordu böyle olabileceğini. Bir geçmişi olmalıydı buraların. Hem de, sırlarla dolu ilginç, muhteşem bir geçmişi.
Kendisi gibi hayvanın arkasında, elinde sopayla kurumuş, toz halindeki yola çizikler atarak geçtiği bu tozlu yoldan kim bilir neler, kimler geçmişti. O bunları düşünür, kendi kendine hayaller kurarken, aniden gelen bir karasinek “dınnn!” diye sessizliği bozar, bir anda asıl gerçeği, o anın gerçekliğini hatırlatırdı.
Zaten bu sinekler, yerdeki her şeye konar, sessizce orada bekler ve sonra, tıpkı geldikleri gibi aniden ortadan kaybolurlardı. O tenha yaz günlerinde bunlar bile bir renk, bir hayat emaresiydi. Aşağıdaki vadide dere, gümüşten bir yol gibi sessiz sedasız kendi yolunda akardı. Yaz günleri böyle akardı su. Çay Deresi, o güzelim dere, onun bütün çağrışımları, suyun içindeki rengârenk taşlar, bütün bunlar; aşağıda, kendisini bekliyor. Baba oğul, ikisi hala yolda, önlü arkalı ilerliyor. Bu düşünceler bir an da olsa onu güneş altındaki o yangından kurtarıyor, serinletiyordu. Gidilen yer de orasıydı zaten, Çay Deresindeki çayır.
Geçtiğimiz yer mezarlığın hemen kenarı. Arkada köy, gittikçe bizden uzaklaşıyor. Aşağısı uçurumlarla dolu coplumlar. Havada alıcı kuşlar süzülüyor. Delikli Kaya zaten onların yuvası. Oradan tâ, karşı dağların bitimine kadar giden bir yol çıkarmış. Öyle söyleniyor. Kim bilir?
Babam boş durmuyor, anlatıyor da anlatıyor. Biz hepimiz, onun yol boyu hikâyelerine alışkındık. Sadece yolda değil, sabahları evde soymaç soyarken de vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Ablalarım da öyleydi. Bizim ekmeğimiz oydu. Zaten bütün yollar onunla tükenir, işler onunla hitama ererdi. Çok güzel bir anlatımı vardı.
Babam yine anlatıyor. Ama bu sefer sadece ikimiz varız. Eski zamanlarda bizim köyde bir adam varmış. Cesur, kuvvetli bir adam! Öyle anlatıyor. Adı her ne, aslı kimlerden, çocukları, torunları kimler? Hiç biri aklımda kalmamış. Adam, gece vakti Beypazarı’ndan köye dönüyor. Yazıca tarafından Cuma Deresine inmiş, oradan mezar yokuşuna doğru başlamış tırmanmaya. Ha bakalım, de bakalım adam yürüyor. Hava zifiri karanlık değil de, ay ışığı olduğu için hafif alacalı. Gecenin böylesi, daha da tuhaf olur tabiatta. Yola sarkan ağaç kökleri, küçük bir tümsek, bir dal parçası; bunlardan her biri ayrı bir mahluk olur, öyle görünür adama. O gece de öyleymiş işte.
Nihayet, adam mezar kaşına varıyor. Mekân tekin değil. Omuzunda mavzer. Bir de ne görsün! Önünde minare boyu bir kefen! İçinde bir adam doğrulmuş kendisine doğru geliyor. Herif mavzere davrandığı gibi, tetiğe dokunmuş; dokunmuş da, dokunmasıyla yer gök çığlık olmuş. Öyle bir ses ne duyulmuş, ne görülmüş. Ve başlamış köye doğru koşmaya. Koşma ki, ne koşma! Kan ter içinde köye varmış, ama değme gitsin. Adamın korkudan neredeyse ödü kopacak. En azından vurdum diyormuş. Vurdun da ne vurdun? Cin mi, peri mi, ifrit mi, ne? Fakat o saatte dönüp de bakacak mecal mi var adamda. O canını kurtardığına şükrediyor.
Gömgök tere batmış, sabahı dar etmiş evde. Gözüne bir damla uyku girmemiş. Nihayet sabah olmuş, horozlar ötmeye başlamış. İçinde bir kurt; kemiriyor kafasını. Ha orası, ha burası derken; kafası çatlayacak. Bakmış olacak gibi değil, hadi bakalım yola, doğru mezar kaşına. Yüreği güp güp atıyor. Gidiyor, ama bir de ona sorun. Neredeyse yüreği ağzına gelecek. Bir de ne görsün? Yukarıdan aşağıya doğru döküle döküle uzayıp giden bir çizgi buğday sapı. Gecenin o karanlığında adamın devirdiği minare boyundaki gulyabani meğerse o saman çöpleriymiş.
Adamın muhayyilesi, o dipsiz kuyu üretmiş bütün bunları. İnsan muhayyilesi böyledir, çalışmaya görsün; işler de işler. Babam bunu anlatıyor, iyi güzel de, iş sadece o kadarla kalsa iyi. O heyulanın arkasında benim gözlerim neler görmüyor ki! Bilinmezlik gayyasının çukurlarından bütün ifrit orduları sökün ediyor. Allah’tan gece değil. Gece olsa yandık zaten, geçemeyiz oradan. Sonra, sonrası yol devam ediyor. Aşağıda iş bizi bekliyor.