Kanımca, görünen o ki Birleşik Krallık bir konuda bir karar verdi: O da Afrika ve Asya’nın ülke kaynaklarını şahsi serveti olarak kabul eden ve bu hırslarını çeşitli ideolojilerle perdeleyen despot yöneticilerinin neden oldukları demografik hareketin sonuçlarından Birleşik Krallık’ı koruma kararıdır. Bu demografik hareket karşımıza mülteci göçü olarak çıkmakta ise de mesele bu kadarla kalmamaktadır. Nasıl ki bir zamanlar “kader olan coğrafya” idi ise bugün öyle görünüyor ki “kader olan demografya”dır. Demografya basitçe doğumlar ölümler ve göçlerden ibaret değildir. Bunlar demografyanın görünen kısmıdır. Günümüz dünyasında kader olan demografya’nın görüneninin ardında öncelikle 18. yüzyıldan itibaren 1. Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Batı Avrupa ülkelerinin önce kolonisi sonra sömürgesi olan toprakların üretici güçlerinin beyaz adamlarca alt üst edilmesi, yağmalanması yatmaktadır. Ama mesele bundan ibaret değildir.
*****
Prof.Dr. Nilgün ÇELEBİ
Günümüzün sorusu: Birleşik Krallık Avrupa Birliği’nden neden çıktı? Brexit’in ardında ne var? Bu konunun tartışılmaya başlandığı ilk yıllarda Kraliçe 2. Elizabeth’in bir sözü dikkatimi çekmişti: Mealen “Avrupa Birliği’nde kalmamızın isabetli bir tavır olduğu konusunda bana üç tane rasyonel gerekçe söyleyin” demişti. O zamanlar bu söze bir anlam verememiştim. Malum, anlam vermek, tekili ait olduğu bütüne yerleştirmekle mümkündür. Ben de işte o zamanlar o bütünün ne olabileceğini bir türlü kestirememiştim. Emin olduğum şuydu ki Kraliçe akıllı bir kadındı. Yüzyılları aşan bir tahtın varisiydi. Saltanat süresi neredeyse Kraliçe Victoria’yı geçmişti ya da geçmek üzereydi. Gerek ülke yönetiminde gerek uluslararası ilişkilerde uzun yıllara dayalı gözlemi, yaşamışlığı, deneyimi vardı. Üzerinde oturduğu tarihsel mirasın ne’liği konusunda bilgisi ve bilinci olan bir kraliçe idi. Şimdiye kadar herhangi bir konuda isabetsiz bir sözü, tavrı, kararı görülmemişti. (Her ne kadar duayen tarihçimiz İlber Ortaylı hocamız üniversite mezunu olmamasını bir nakısa olarak ifade etmiş idi ise de. Ki bu durum, evet benim için de önemlidir; ne kadar zayıf olursa olsun belirli bir alanda lisans eğitimi almanın insan zihninin kavramsal ve sistematik düşünme yeteneğini geliştirdiğini düşünürüm. Ama aynı zamanda şunu da bilirim, özellikle Britanya kraliyet ailesi mensupları bu yeteneklerinin gelişimi için saray içinde dahi olsa yoğun bir eğitim sürecinden geçirilir, ülkenin hemen her alanındaki en iyi hocaları tarafından özel eğitime alınırlar. 1970’lerin başında Türkiye’ye gelen Kraliçe ve kızı Anne’e takdim edilen Türkiye’nin alanındaki en iyi yetişmiş uzmanlarının bu kişilerle mükâlemelerinde konuşmayı sürdürme güçlerindeki tıkanmalarını, o ortamda bulunanların yazdıklarından okumuşluğum vardır. Ama konumuz bu değil).
Kraliçe 2. Elizabeth neden ülkesinin Avrupa Birliği’nden ayrılmasından yana bir tavır sergiledi? Üstelik, İskoçların Brexit konusunda, ileride ülkenin başını ağrıtacak tepkilerine rağmen. Kuşkusuz bu sorunun pek çok cevabı var; hepsi de gerçeğin bir kısmını aydınlatıyor. Bunlar arasında benim dikkatimi demografik olan çekiyor. Şunu biliyoruz ki Birleşik Krallık eski dominyonlarına, ‘commonwealth’ diyerek hala kol kanat gerer. Ora halklarını benimsemesinin maliyetini düşünmez. Bugün Birleşik Krallık’ın neresine giderseniz gidin karşınıza kendini o toprakların diğer mensuplarıyla eşit haklara sahip olarak gören çok sayıda kökeni Hindistan, Pakistan, Batı Hint Adaları, Uzak Doğu Asya, Kıbrıs gibi ülkeler olan Britanya vatandaşı ile karşılaşırsınız. Gerek Britanya devleti gerek Britanya’nın yerli ada halkı onların hepsini kendi milletinin bir ferdi olarak görür, onlara sonradan gelen ve ülkenin kaynaklarını kullanan dışarlıklı insanlar muamelesi yapmaz. Onların kendi inanç ve kültürlerini sürdürme taleplerine de herhangi bir sınırlama getirmez. Bu, soylu bir tavırdır. Britanya bu tavrıyla hem dün bir imparatorluk olduğunu kendine ve dünyaya hatırlatır hem de imparatorluğu döneminde domine ettiği yörelerin insanlarına eski gücünü yitirdiği bugün bile kucak açıp bağrına basabildiğini kanıtlar, daha da ilerisi bunları yapabildiğine göre insanların zihinlerine demek ki geçmişte de aslında o ülkeler halklarına saygılı bir yönetim tarzı sergilemiş olması gerektiği düşüncesini yerleştirir. Evet, benim okumama göre bu, budur ve bunu bir yana koyalım. Tabii bu noktada şunu da görelim, her ne kadar Britanya’nın bilimsel laboratuvarlarında bol miktarda Hint ve Paki araştırmacı çalışmakta ise de onlardan belki daha da çok sayıda Hintli, Paki, Kıbrıslı vb de yüksek nitelik gerektirmeyen işlerde istihdam edilmektedir. Özetle Britanya’nın kol emeğine olan gereksinimini karşılayabileceği işgücü havuzu yeterince doludur. Kaldı ki kol emeğine olan ihtiyaç da özellikle Birleşik Krallık seviyesindeki gelişmiş ülkeler için giderek düşmekte, dijital teknoloji, hi-tec ulusal gelir bileşenleri arasında hızla yükselmektedir. Bütün bunlardan nereye geleceğiz?
Kanımca, görünen o ki Birleşik Krallık bir konuda bir karar verdi: O da Afrika ve Asya’nın ülke kaynaklarını şahsi serveti olarak kabul eden ve bu hırslarını çeşitli ideolojilerle perdeleyen despot yöneticilerinin neden oldukları demografik hareketin sonuçlarından Birleşik Krallık’ı koruma kararıdır. Bu demografik hareket karşımıza mülteci göçü olarak çıkmakta ise de mesele bu kadarla kalmamaktadır. Nasıl ki bir zamanlar “kader olan coğrafya” idi ise bugün öyle görünüyor ki “kader olan demografya”dır. Demografya basitçe doğumlar ölümler ve göçlerden ibaret değildir. Bunlar demografyanın görünen kısmıdır. Günümüz dünyasında kader olan demografya’nın görüneninin ardında öncelikle 18. yüzyıldan itibaren 1. Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Batı Avrupa ülkelerinin önce kolonisi sonra sömürgesi olan toprakların üretici güçlerinin beyaz adamlarca alt üst edilmesi, yağmalanması yatmaktadır. Ama mesele bundan ibaret değildir. Bu konu 18 ve 19. yüzyıl Batı emperyalizmi söylemi ile ne sınırlandırılabilir ne de bu söylem sürdürülerek bugünün olayları temellendirilebilir. Türkiye asla koloni ve sömürge olmadı. Kolonimiz ve sömürgemiz de olmadı. Dolayısıyla, onlara ağabeylik yapma hevesiyle dünyanın gerçeklerine gözümüzü kapamayalım. Bilelim ki 20. yüzyılın iki büyük Dünya Savaşı’ndan sonra yaşananlar öncekilerden farklıdır. Bunun adını Kwame Nkrumah Yeni Sömürgecilik olarak koymuştur. Bu kitap Türkçe’ye çevrilmiştir ama içerdiği devrimci doz yeterince yüksek bulunmadığından olsa gerek Fanon’un Dünyanın Lanetlileri kadar ilgi görmemiştir. ‘Yeni Sömürgecilik’ bağımsızlığına kavuşan eski sömürgelerin bu kez beyaz adamlarca değil kara derili yerel yöneticileri tarafından sömürülmesidir. İşte yukarıda ülke kaynaklarını yabancılara (artık bu yabancılar içine günümüzde sadece Batılılar değil Çin gibi Asyalılar ve Orta Doğulular da girmektedir) açan ve elde edilen geliri şahsi servetine aktaran yöneticiler derken kastımız bunlardır. Bunlar o ülke halklarının bırakın kurumsallaşmış demokrasiye dayalı bir devlet yönetimine kavuşmalarını beslenme, sağlık, eğitim, istihdam, insanca yaşama ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan imtina etmektedirler. Afrika ülkelerine giden herkesin gözlemleyebileceği tablo bir yanda kilometrelerce ekili alanlar uzanırken bir yanda yarı çıplak insanlar toz toprak içinde çalı kulübelerde yaşamakta, en şanslıları bir misyoner grubun açtığı kuyu başında bir kova su için sıra beklemektedir. Bu insanlara proje bazında yapılan uluslararası yardımlar bile hedefine ulaşamamakta, muhtaç kitlelerin yoksulluk ve yoksunlukları sürmektedir. Birleşmiş Milletler’e bağlı yardım kuruluşlarında bu yardımların ülke içinde nasıl buharlaştığına dair yüzlerce rapor bulunmaktadır. Sorun bununla da sınırlı değildir. Bu ülke yöneticileri bu insanların sadece daha iyi bir yaşam hayallerini yıkmakla kalmamakta, bu insanları aralarında sözde tarihsel geçmişi olan ideolojik çatışmalara da sürükleyerek onların hatıralarını da lekelemekte, halklarını birbirlerine düşman kardeşlere dönüştürmektedirler. Bu insanlara yaşamaları için tek yol bırakılmaktadır: Göç. Dikkat edelim bu göç sadece bu insanların iradeleriyle gerçekleşmemektedir. Bu göçün ardında bu insanları ülkeden uzaklaştırmak isteyen yöneticilerin iradeleri yatmaktadır. En azından tabloya bakınca benim gördüğüm budur. Adları Taliban, Boko Haram, İşid ya da bir başkası olabilir.
Peki bu tablonun Brexit’le bağlantısı nedir? Yine kendi öznel görüşüme göre mülteci olarak adlandırılan bu insanlar on yıllardır zaten İtalya, Fransa, İspanya ve Yunanistan’a çeşitli yollarla girmekteydiler. (Katıldığım bazı Akdeniz coğrafyasındaki toplantılarda meslektaşlarım bana sorarlardı “size gelmiyorlar mı” diye. Ben de “yok gelmiyorlar, bizi fakir buluyorlar” derdim. Biz olayın boyutunu Suriye ile kavradık, Suriye’ye kapıyı açınca diğerleri de peşi sıra akmaya başladı). Akdeniz’e komşu ülkelere akan bu nüfus önceleri kuzeye pek çıkamıyordu. Bunlar bu ülkelerde belirli bir süre sonra çalışma ve oturma izni alıp düşük ücretli işlerde çalışarak yaşamalarını sürdürebiliyorlardı. Ancak görünen o ki zamanla durum değişti. Sanki şimdi şöyle bir süreç ortaya çıktı: İspanya, İtalya, Yunanistan gibi Avrupa Birliği üyesi ülkeler mültecilerle o kadar doldu ki bunlar daha kuzeydeki Avrupa ülkelerinin kapısına doğru ilerlemeye başladılar. İlerlemelerinin hukuki dayanağı ellerine bir biçimde geçirdikleri çalışma izni olup bununla Avrupa Birliği’nin diğer üyelerine de geçebilmektedirler. Nispeten yoksul ama AB üyesi olan orta ve doğu Avrupa ülkelerine bir biçimde giden Asyalı Afrikalı mülteciler AB üyeliği koşullarını kullanarak daha varlıklı olan kuzey Avrupa ülkelerine geçmeye başladılar. İşte konunun Brexit’le bağlandığı nokta burası gibi görünüyor: Britanya bu hareketleri izledi ve bir noktada dur demek gereğini hissetti sanırım.
YAZININ TAMÂMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ
————————————————
Kaynak: