Batı, yüzlerce yıl din ve çıkar amaçlı savaşlarda sebil gibi insan kanı döküldükten sonra, ulus-devletin (millî devlet) önemini anladı. Vatandaşlar, din ve ırk farkı gözetilmeksizin, eşit hak ve yükümlülüklere sahip kılınmalı ve tek kimlikleri (millî kimlik) olmalı, devlet din işlerine karışmamalıydı. Böylece, tek dil, tek millet, tek devlet esası üzerine günümüzün modern Batı toplumları/devletleri oluştu. Artık, kökeni ve inancı ne olursa olsun, Fransa Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşları “Fransız”, Almanya Cumhuriyetinin bütün vatandaşları “Alman”, İtalya Cumhuriyetinin vatandaşları “İtalyan” kabul edilecekti. Öyle de oldu.
Bir toplumda, ulus-devlet inşâ edilmeden, demokrasi, hukukun üstünlüğü, liyakat, kanun önünde eşitlik, millî gelirin ve kamusal hak ve yükümlülüklerin vatandaşlar arasında eşitlik ve hakkaniyet esaslarına göre paylaşılması gibi ilkeleri hayata geçirmek mümkün değildir. Nitekim, sözkonusu ilkelerin en iyi şekilde yaşanabildiği bütün toplumlar (ki, bunların ezici çoğunluğu Batı toplumlarıdır), ulus-devlet esasına göre yapılanmışlardır. Ulus-devlet devrimini gerçekleştiremeyen toplumlar ise, açlık, yoksulluk, terör, hukuksuzluk, tiranlık, iç savaş, her bakımdan istikrarsızlık gibi sorunlarla boğuşmaya devam etmektedirler. Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında yaşanan dramlar, bunun en büyük kanıtıdır.
Aziz Atatürk’ümüz, Batı’nın XVI. yüzyıldan itibaren hızla gelişmesindeki sâikleri iyi kavramış; sanayileşme, modernleşme, demokrasi, lâiklik, hukûkun üstünlüğü gibi kavram ve müesseselerin birbirleriyle kopmaz bağlar oluşturduğunu, “modern, müreffeh ve huzurlu” bir toplum inşâı için, bu kavram ve müesseselerin birlikte tesis edilmesi gerektiğini görmüş, modern Türkiye Cumhuriyeti Devletini bu esaslar üzerine yapılandırmıştır. Bu değerlerin hakkıyla uygulanabildiği dönemlerde, Sevgili Ülkemiz, en müreffeh ve huzurlu dönemlerini yaşamıştır.
Ülkemizde, vatandaşlar arasında kökeni ve inancı gibi nedenlerle hiç kimse ayrımcılığa mâruz bırakılmadığı gibi, bu durum Anayasa’nın 66. maddesiyle de güvence altına alınmıştır[1].
İmdi, hangi akla hizmettir, bilmiyoruz, ferâset yoksunu bir takım insanlar tarafından, Cumhûriyetimizin kurucu esaslarını oluşturan lâiklik ve ulus-devlet gibi ilkelerin ortadan kaldırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Barış, huzur ve refah içinde yaşamak isteyen her toplumun sâhip olması gereken ilkeleri/kurumları niçin, hangi gerekçeyle imhâ etmek istiyoruz. Akıl alacak bir iş değil. Bu, bir toplum için intihar demektir.
Üstelik, topluma “bizden istenenleri verirsek, rahat edeceğiz, dertlerimiz bitecek” denilmekte, ancak “bizden ne istendiği, ne vereceğimiz, bunun karşılığında hangi sorunlarla karşılaşacağımız” anlatılmamakta, bunlar konuşulmamaktadır. Eğer bir kasıt yoksa, vahim bir hatâdır bu.
Türk Devletinin ulus-devlet ve lâiklik nitelikleri değiştirilirse ne olur? Allah korusun, böyle bir hatâ yaptığımız takdirde, mahalleye muhtar seçimi bile, etnik rekâbet/çatışma konusu olur. Her hangi bir kamusal hakkın kullanımı sırasında, diyelim memur olmak, işyeri açmak ya da seçme-seçilme hakkını kullanmak istiyorsunuz. O takdirde, önce “kökeninizi” ve “hangi inanç sistemine dâhil” olduğunuzu bildirmek ve sizin gruba tahsis edilen kota çerçevesinde sözkonusu haklarınızı kullanmak (veya kullanamamak) durumunda kalacaksınız. Mesela, memur kadrosuna müracaat ettiğinizde, Siz, diğer başvurucuların hepsinden daha üstün özelliklere sâhip olsanız dahi, eğer Sizin grubunuzun kotası yoksa veya bu kota dolmuş ise, Size “kusura bakmayın, Sizi alamayız” denilecektir.
Bir milletin inşâı yüzlerce ve hattâ binlerce yıla uzanan zahmetli/meşakkatli bir süreci gerektirir. Tıpkı, kristal bir vazonun yapımı gibi, emek, zaman ve ustalık ister. Bu eserin yapım sürecini bilmeyenler, hammaddesinin kum olduğunu anlayamazlar. Değersiz bir meta gibi görünen kum, usta ellerde, paha biçilmez bir esere dönüşmüştür. Yapımında kullanılan bütün malzemeler, birbiriyle hemhâl olmuş, ayırdedilemez hâle gelmiştir. Eser, yapımında kullanılan malzemelerden artık tamâmiyle bağımsızdır. Millet, işte budur. Kökeni, inancı ve başka özellikleri farklı topluluklar, uzun târihî süreç içerisinde, muhtelif şekillerde bir araya gelir, kader birliği eder, ortak bir dil ve değerler sistemi oluşturur. Bu uzun süreçte, nice mutluluğu ve sıkıntıyı birlikte yaşar, kaderdaş ve duygudaş olur. Birlikte yaşama konusunda güçlü bir irâde oluşur, nesiller boyunca bu irâde sınanır. Bu güçlü irâdeyi inşâ edebilen, birlikte yaşamayı mümkûn ve sürdürülebilir kılan müşterek değerleri, ilke ve kurumları oluşturabilen toplumlara millet adını veriyoruz. Millet vasfını kazanan bir toplumda, artık etnik kimliklerden, ayrımcı vasıflardan bahsedilemez. Millet varsa, artık “sen-ben, siz-biz” ayrımı yapılmaz, yapılamaz. Hep birlikte “biz” olunmuştur. Ulus-devlet, bu birliğin teminâtıdır.
Ulus-devletlerde, elbette, toplumu oluşturan bireylerin ve muhtelif toplulukların, çeşitli konularda farklı yaşama biçimleri, gelenek ve görenekleri olabilir. Birlikte yaşamayı tehdit edici nitelikte olmadığı sürece, ulus-devlet bunlara müdahale etmez. Meselâ, bâzı bölgelerde yerel diller konuşulabilir. Konuşanları tarafından, bu dillerin yaşatılması ve gelecek nesillere öğretilmesi amacıyla özel eğitim kurumları oluşturulabilir. Fakat, devletin/milletin tek dili olur. Millî eğitim, millî dil ile yapılır. Vatandaşlar arasındaki iletişin, kezâ devlet ile vatandaş arasındaki iletişim, millî dil ile yapılır. Meselâ, etnik yapısı en karışık ülkelerden birisi olan Fransa’da, herkes Fransız olarak kabûl edilir, her seviyedeki okulda Fransızca eğitim yapılır. Muhtelif etnik gruplar (Bask, Briton, Korsika vb.), sınırları belirlenmiş olan bâzı bölgelerdeki orta seviyeli okullarda, seçmeli olarak, yerel dillerini öğrenme hakkında sâhip kılınmış iseler de, bu ülkede, sözüedilen etnik topluluklar, ülkenin bâzı kesimlerinde öbeklenmiş olduklarından, böyle bir uygulama yapılabilmektedir. Ayrıca, Fransız devleti, sözkonusu uygulama ile, aslında, bahsekonu toplulukların yerel dillerini geliştirme imkânlarını kısıtlamış olmakta, onları millî dil olan Fransızca konuşmaya yöneltmiş olmaktadır.
Türkiye, köken mensubiyeti ve dînî inançlar bakımından, yeryüzündeki en homojen toplumlardan birisidir. Ancak, yüzlerce yıl İmparatorluk hâlinde yaşadığımızdan, elbette, ülkenin dört bir yanına dağılmış vaziyette, farklı etnik kökene mensup vatandaşlarımız bulunmaktadır. Şu kadar ki, örgün eğitimde, seçmeli de olsa, aynı okula devâm eden öğrencilerden bir kısmının farklı dilleri öğrenmeleri, ortak kimlik inşâını inkıtaa uğratacağından, bu tür faâliyetlerin tamâmiyle isteğe bağlı olması ve devletin denetiminde özel kurumlar eliyle yapılması daha uygun olacaktır.
Millî kimliği örseleyecek, ulus-devleti tahrip edecek düzenlemeler, kristal vazonun parçalanması anlamına gelir. Kristal vazoyu bir kez elinizden düşürürseniz, parçalanır, tuz-buz olur, bir daha eski hâline getiremezsiniz.
Millî bütünlüğünü kaybeden toplumlar, tıpkı kristal vazo gibi, parçalanır. Milleti oluşturan kesimler/gruplar arasında “biz-siz” ayırımı başlar, her konuda “bizimkiler-sizinkiler” ayrımı yapılmaya başlanır ve bunun sonucunda çatışma kaçınılmaz olur. Bu durumun ne kadar vahim/acılı sonuçlara yol açtığını görmek için, etrafımızdaki ülkelere bakmak yeterlidir.
Ulus-devlet olmanın kuralları bellidir; Bütün vatandaşlar, devletin egemenlik hakkına ve yürürlükteki kanun ve nizâma saygılı olmak kaydıyla, kamusal hayâtı etkilemeyecek konularda, diledikleri şekilde yaşama, gelenek ve göreneklerini yaşatma, eğer varsa yerel dillerini konuşma ve öğretme hakkına sâhiptir. Türkiye’mizde, ulus-devletin kuruluş aşamasında ve 12 Eylül darbesinden sonraki dönemde, o dönemlerin kendine mahsus husûsiyetlerinden kaynaklanan ve ulus-devlet ilkesi ile bağdaşmayan bir takım uygulamalar olmuş ise de, bunlar sonraki dönemlerde telâfi edilmeye çalışılmıştır. Sorun oluşturduğu ileri sürülen başka uygulamalar var ise, bunlar da tartışılabilir, ulus-devleti yaşatma şiârından ayrılmamak kaydıyla, çözümler üretilebilir. Fakat, iyi niyetten yoksun, Türk Millî Devletini zayıflatmayı amaçlayan girişimler, bu bölge üzerinde emelleri olan ülkelerin amaçlarına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Hâsılı, aklımızı başımıza toplayalım. Aziz Atamızın bize emâneti olan Cumhûriyetimizin kuruluş ilkelerine sâhip çıkalım. Ülkemizi her bakımdan daha ileriye götürmek, Türk Toplumunu “dünyânın en mutlu, en huzurlu ve en müreffeh toplumlarından birisi” yapmak için, eğitimden ekonomiye, millî savunmadan dış politikaya kadar, her konuda gerçek sorunlarımızla uğraşalım; kendi tecrübelerimizden ve çağdaş toplumların tecrübelerinden istifâde ederek, uygulanabilir, sonuç alıcı çözümler geliştirelim. Vaktimizi ve enerjimizi, kendi yarattığımız sorunlarla boğuşmak için hebâ etmeyelim. Eğer, kristal vazoyu elimizden bırakırsak, son pişmanlık fayda vermez, cehennemi kendi ellerimizle inşâ etmiş oluruz.
[1] 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda vatandaşlığın tanımı 66. maddede aşağıdaki şekilde yapılmıştır: Madde 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.