Kriz Dönemlerinde Konuşmak

Eski lisanımızda hayatın normali örf olarak tanımlanır. Gökalp’e göre hayatın kendisi, “maruf” olan her şey örfü, yani yaşayan dinamik kültürü temsil eder. “Maruf” da hem bilinen hem cari hem de iyi olan her şeyi. Marufun zıddı olan “münker” ise artık hayatımızdan çıkmış, halkın ve devrin hoş karşılamadığı, bilinmeyen ve geçersiz olan şeyleri.

Demek ki örfle geçerli alışkanlık ve adetler kastediliyor. Fakat bazı adetler zamanla geçerliliğini yitirdiği için örf vasfını yitirir. Oysa hayat her dem yeniden tazelenir, içine yeni unsurlar alır. 

Örf bu manada kolektif bilinç ve bilinçdışını, bir toplumun hakiki inanç ve zihniyetini ifade eder. Buradaki inançla bilinçdışının da bilfiil katıldığı hakiki davranışlar; hakiki anlamda “söylem” ve “eylem” birliği kastedilir. Söylem de “dille ifade edilen bilinci”, eylem de “bir kısmı sembollerle ifade edilen bilinçdışını” ifade eder.

Sosyal, kültürel, epistemik ve ontolojik şizofreninin yaşandığı kriz dönemlerinde örf de parçalanır, hatta bazı durumlarda toz haline gelebilir.

Söylem ve Eylem Birliği Bozulursa

Fizik dünyadaki somut gerçeklik nasıl her zaman yekpare bir bütün olarak görünmezse, örf de her zaman yekpare bir bütünlük olarak görünmez. O zaman da örf olmaz, örfler olur. Örfler, yani örfün halleri. Bunlardan her biri sosyal bir dokuya dokunan farklı renk ve desenleri temsil eder. Ve bunların her birinin sosyal hayatın her bir yerinde farklı zamanlarda farklı şekillerde hissedilen farklı çıktıları olur. 

Epistemik kopuşların olduğu kriz anlarında bu durum fizik dünyada bile böyledir. Orada bile bilme biçiminden kaynaklanan fark yüzünden dünya farklı görünebilir. Batlamyus fiziği başka, Newton fiziği başka bir dünya tasviri verir. Bu Aydınlanma sonrası değerler dünyasında da böyledir. 

Mesela geçiş dönemleri, köyden kente göçün arttığı sağlıksız kentleşme vs. Bunların hepsi aynı sonuçları verir: kültürel yarılma. Bu tarz dönemlerde hayatı iki ayrı çizgi kurar. Biri bilinçdışını kuran değerler, diğeri de bilincin erişimine açılan değerler. Bunlar bile kendi içinde yekpare olmayabilir.

Sonuçta her şey yarılır, bütünlük bozulur. Bu sadece şekil ve içerik arasında yaşanmaz, her şeye sirayet eder. Bu sefer de “hayatın kurucu önermesi” ya da “kurucu inancı” da diyebileceğimiz “zihniyet yapıları” ayrışır; hatta kopmalar, çatışma ve gerilimler yaşanır.

Devasa kıtaların birbiriyle çarpışması gibi travma devirleridir bu devirler. Herkes aynı şeyden farklı şeyler anlamaya başlar. Sözün birliği bozulur. Sonuçta farklı rasyonellik kümeleri hayatı doldurmaya başlar. Böyle bir ortamda her grup kendi “cemaatine” hitap eder, onun diliyle konuşmaya başlar.

Türkiye şu anda tam olarak böyle bir durumu yaşıyor. Tıpkı Babil Kulesinin dibinde bir anda birbirini anlamaz hale gelen insanlar gibi bir kargaşa dönemi. Bir el sanki bütün dilleri karıştırmış, herkes birbirini anlamaz hale gelmiştir.

Eski metinlerde sembolik bir dille anlatılan bu durum, bu tür kriz dönemlerini simgeler. Gramer farklı, dil farklı; hulasa her şey farklıdır. Bizde yarı okumuşların temel zaafı bu farkı göz ardı etmelerinde yatıyor.

Onlar zannediyorlar ki, içinde bulundukları yerleşik küme “aklı”, onun dışındaki bütün kümeler de “aptallığı” temsil ediyor. Bunun tipik temsilcisi bazı “liberallerle” “bilimsel sosyalistler”, siyasal “İslamcılar” ve geçen asrın başındaki müfrit “pozitivistlerle” günümüzün yarım okumuş siyaset demagoglarıdır.

Bunlara “devam zincirini” ıskalayan “ilkeciler” diyoruz. Her şeyi evrensel bir ilkede eriten ütopikler. Oysa hayat öyle her saza gelen, her saza sığan dört köşe steril bir hakikat değil, her bağlamda farklı şekillere bürünen dinamik bir süreçler karışımıdır. 

Ya Nesnellikler, Teknik Nesnellikler

Ya tekniğin nesnelliği, o nereye konulabilir? Bir yaklaşıma göre örfte yarılma olsa bile teknikte yarılma olmaz, o evrenseldir. Fakat orada da başka bir şey yaşanır. Buna göre bilhassa teknolojik ve ekonomik ilerleme yarışına geç girmiş memleketlerde toplum, biri tarihsel ve sosyolojik olan dinamik bir sürecin parantez içindeki ulusal realitesi; diğeri ise tek kelimeyle üretim araçları ve onun yarattığı uluslararası toplumsal iki ayrı realiteyle karşı karşıya kalabilir.

Geçen yüzyılın başında Gökalp, tekniğin bütün çıktılarına kısaca uygarlık demiş ve kültür özel, uygarlık geneldir diye o meşhur formülünü ortaya atmıştı. Buna göre “kültür” ulusal bir değer olarak semboller ve bilinçdışını, “uygarlık” da evrensel bir değer olarak kavramlar ve bilinci temsil eder diye tanımlanmıştır.

Biliyoruz ki, semboller ve arketipler bilinçdışına hitap eden yaşanmış kolektif doğamızın henüz aydınlığa çıkmayan karanlık tarafını; kavramlar ise, o doğanın dille rasyonalize edilen, bilincin erişimine açık aydınlık tarafını temsil eder. 

Gökalp bilinç ve bilinçdışının bu iki alanını, “kültür ve uygarlığı”; tıpkı Descartes’in ruh-beden ayrımı gibi sugeçirmez hatlar halinde kesin olarak birbirinden ayırsa da bu iki alan doğası gereği pekâlâ diyalektik bir etkileşim alanı olarak davranışlarımızı belirlemeye devam eder. 

Marx, bu alanlardan birini üstyapı, diğerini de altyapı olarak tanımlamış ve altyapıyı, bilhassa da ekonomik altyapıyı tarihin zembereği olarak görmüştür. Frankfurt ekolü ise bu tezi revize ederek meseleyi çok daha ileri boyutlara götürmüştür.

Gökalp’in yaklaşımdaki en temel hata, kültürü ulusal bütünlük içinde yekpare bir bütün, tekniği ve onun dilini de uluslararası geçerlilikte yekpare bir bütün olarak ayrı ayrı ele almasıydı. Ayrım genel hatlarıyla doğruydu ama onun kurguladığı gibi yekpare kültürel bütünlükler veya uluslararası teknik nesnellikler değil, bunların da kendi içinde birbirinden ayrıldığı sonsuz kadar renk ve tonlar vardı. 

Çünkü teknik ve kültür gibi bu ikisinin toplamı da mutlak bir öz halinde işleyen “dolayımsız” sabit özler değil, son derece karmaşık, dinamik süreçlerdir. Gerçi Gökalp bunların “devam zinciri” içinde anlam kazanan “bağlamlarına” dikkat çekmiş ve konumunu buna göre belirlemişti, ama bu da yeterli değildi. 

Yerellik Vardır Yerellik İçinde

Gökalp’in temel hatalarından biri de modern dönemde dahi ulus içinde birbirinden kopuk veya yalıtılmış parçalı ve kapalı yapıların olabileceği hususunu atlamasıdır. O yüzden hazret bütün enerjisini yekpare olarak varsaydığı “ulusal bütünlüklerle” karşı kültürler arasındaki ilişkilerin içeriğine yoğunlaştırmıştır. 

Buna göre yegâne sorun, toplumun içine girdiği medeniyet değiştirmesinde ötekiyle kuracağı ilişkinin pratik zorluklarıydı. Öteki, klasik dönemde İslam, Çin ve İran Uygarlığı; modern dönemde ise Batı Uygarlığı idi.

Bugün artık çok rahatlıkla biliyoruz ki, teknik; teknik olarak nötr bir şey değil, kendi kuralları, kültürü ve ilkelerini dayatan, kendi toplumunu yaratan bizatihi müessir bir güç, yanlı bir girdidir. O kadar böyledir ki, tarım devrimi tarım toplumunu; sanayi devrimi sanayi toplumunu ve nihayet dijital devrim de dijital toplumu yaratabilmiştir. 

Fakat böyle bile olsa, insan eseri bu çıktılar [teknik ürünler] da her kültürde ayrı bir renge bürünebiliyor. Orada da “bilinç ve bilinçdışının” farklı şekilleri, alışkanlık, dil, müzik, dinî inanç, tarihi süreçler, coğrafya vs gibi sayısız dolayım devreye girebiliyor. 

İşte bu sayısız dolayım dediğimiz şey yerel yapıların gücü ve direncidir. Dolayımı bağlam veya parantez her ne ile ifade ederseniz edin, durum değişmiyor.

Parantezin Kendisi

Parantezin kendisi, bağlamı ifade ediyor. Yani herhangi bir şeyin kendi özgün bağlam ve içeriği içindeki sosyolojik ve tarihsel gerçekliğini. Ekonomiden, toplumsal hayatın kendisi de dâhil, etik, estetik, hukuk, siyaset… şeklinde devam ettirilebilecek ne kadar başlık varsa hepsinin tarihsel ve aktüel bağlamı kendi gerçekliğini oluşturuyor. 

Tanım gereği bunlardan hiçbiri mutlak bir nesnelliği değil; tarihsel bir nesnelliği, bir sosyal mutabakatı temsil eder. Fakat böyle bile olsa, nasıl futbol, satranç, briç… gibi her oyunda oyunun kuralı verili bir girdi olarak davranışlarımızı belirliyorsa, burada da her bağlam kendi koyduğu kurallarla davranışlarımızı belirliyor. O yüzden her bağlam, her yerde verili bir gerçeklik olarak kendi özgün karakterini devreye sokuyor. 

Sadece bağlam da değil, bağlam üzerinden şeyler ve olaylarla ilişkiye giren özne de bağlamı yalın haliyle değil, kendi özgün tarihinden devraldığı kendi bağlamsal birikimleri üzerinden okuyor. Nihai bir öz olmadığı için her şey, her şeyi ve her şey, her şey tarafından yeniden yapılandırılıyor. 

Sonuç Yerine

Bugün Türkiye bu sürecin bütün sancılarını yaşıyor. Kültürel kantonlara ayrılmış sağır ve dilsizler gibiyiz. Kimse kimseyi anlamıyor. Bu da yetmediği gibi herkes herkesi aptallık veya hainlikle suçluyor.

Bunların içinde en aptalları belli ki kendi bilişsel mağarasından dünyayı ve halkı okumaya çalışan yarı okumuş “mektepli” ve “uzmanlar”dır. Aptallığın tarihi yazılacak olsa, muhakkak surette bu gruba özel bir yer ayırmak gerekebilir.

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen