Emperyalistler, işgal ettikleri veya nüfûzları altına altına aldıkları ülkelerin yerüstü ve yeraltı zenginliklerini, elmas, altın, petrol ne varsa kendi ülkelerine taşırlar. Bu sömürme işi, siyâsî sebeplerin zorlamasıyla, sömürdükleri ülkelere, bağımsızlık vermelerinden sonra da, oralarda kurmuş oldukları düzenle ve birtakım anlaşmalarla devâm eder, gider. Güney Afrika’dan çekilip giderken, elmas işini anlaşmalarla sağlama bağlarlar. Fransa, Afrika’daki sömürgesinden çekilirken, kendisi Euro’ya geçtiği, Fransa’da Euro kullanıldığı hâlde, eski sömürgesinde Frank kullanılmasını şart koşar, resmî dil Fransızca olarak devâm eder. Okul mecburiyeti koyar; okulda öğretim Fransızca yapılacaktır. İngiltere’nin eski sömürgelerinde, trafik soldan akmağa devam eder.
Ülkemize Afrika’dan okumak üzere gelen genç diyordu ki: “Ben, ülkemin ne kadar zengin olduğunu Türkiye’de öğrendim. Hepimiz, ülkemizin çok fakir olduğu görüşünde idik, bize ÖYLE ÖĞRETMİŞLERDİ.” Ayrıca, değersiz olduğumuz, bir işe yaramayacağımız gibi bir kanaat, görüş içimize sinmişti, başka türlü düşünmek, olacak iş değildi.
Tekrârında fayda var: yaşlı İngiliz diyordu ki: “Bir Afrika’lıya, ‘hiç İngiltere’ye gittin mi?’ diye sorulduğunda; ‘No, I have never been home’ (hayır, hiç yuvada, Anavatan’da bulunmadım) derdi, yazık ki bu kafa yapısını devam ettiremedik.” Afrika’lı yerlinin KİMLİĞİNİ yok etmişlerdi; kendini, İngiltere’ye âid, fakat oradan AYRI DÜŞMÜŞ olarak görüyordu, 99 dedesi İngiltere’yi rüyâsında görmemiş iken, kendini, ORAYA ÂİD olarak görüyordu. Kimliğini yitiren insana, “insan” denilebilir mi? kimliğini yitirenin, bu dünyâda bir anlamı kalır mı?
Ne kadar dikkat çekicidir: Abdünnâsır devrinde, Mısırlı eski bir subayla Avrupa’da, trende aynı vagonda seyâhat ediyorduk, Mısır, Arap milliyetçiliğinin merkezi idi. Bu subay eskisi, kompartımanda benimle Arapça konuşuyor, koridora çıktığımızda İngilizce konuşuyordu. Öte yandan, Mısır’lı, muhafazakâr, Müslüman bir profesöre, “Kahire’de büyük bir meydanda Firavun heykeli varmış?” diyerek hayretimi belirttiğimde, “onun için ayrıca masraf edilmedi, hazır bulundu” gibi bir şeyler söylemişti. Firavun’un, İslâm nazarında neyi temsîl ettiği filân gündemde değildi.
Avrupa’lı sömürgecilerin, bizden kopardıkları Arap ülkelerinde, bizi nasıl sömürgeci olarak tanıtıp onlara Türk düşmanlığı aşıladıkları, çok iyi bilinen diğer bir gerçektir; sömürge ülkelerinde eğitimle nasıl oynadıklarının, gerçekleri nasıl çarpıttıklarının canlı örnekleridir.
***
Osmanlı’ya gelince: Osmanlı’nın yayılışı, yeni ülkeler zapt edip oraların zenginliklerini sömürmek için değildi; varlık sebebi olan “İ‘lây-ı Kelimetullah” (Allah’ın buyruklarını üstün kılmak) içindi. Meselâ, Macaristan’ın Osmanlı hâkimiyetindeki bölümüne edilen masraf, oradan gelen gelirden çok daha fazla idi. Osmanlı’nın Yemen’de bulunuşu, 16. yüzyılda büyük deniz gücü Portakal kâfirinin, daha sonra da İngiliz’in Kızıldeniz’e girip İslâm’ın iki kutlu şehrini tehdîd etmesini önlemek içindi, petrol söz konusu değildi (petrol 20. yüzyılın maddesidir, Osmanlı’nın o konuda bilgisi yoktu.). Bilakis, Çelebi Mehemmed’den başlayarak her yıl Hicâz halkına sürre alayı ile hediyeler gönderildi, birçok yerler gibi, Avrupa’nın ortasındaki Kanije ve çevresi, Medîne-i Münevvere vakfı idi. 1601 yılında Şarlken’in kardeşi Ferdinand çok kalabalık bir ordu ile Kanije’yi kuşattığı zaman, Tiryâki Hasan Paşa, bunu belirterek, “Allah’ın, Medîne-i Münevvere vakfı olan” Kanije’nin, kâfir eline düşmesine izin vermeyeceğini ekleyerek askerin moralini yükseltmişti.
Osmanlı, hâkim olduğu, ülkesine kattığı bölgelerdeki gayrımüslim halka, Kur’ân’da buyurulduğu üzere, CİZYE uyguladı. Kâfir (hakaret kasdım yok: bir niteliğini belirtiyorum) İslâm ordusunda askerlik yapamayacağı için, “bir nevi karşılık” demek olan cizye öderdi, ticâretine devâm ederdi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, papazlar, hahamlar cizye ödemezlerdi. Kâfirler, ehl-i kitap, dillerinde, kültürlerinde, geleneklerinde tamamen serbest idiler. Kendi dilleriyle eğitim yaptılar, çocuklarını, kendi inançlarına göre yetiştirdiler, geleneklerini devâm ettirdiler: Rum gençler, Patriğin denize attığı haçı çıkarma geleneğini 571 yıldanberi sürdürüyorlar: kışın soğuğunda denize atlayıp haçı çıkarıyorlar. Osmanlı, yönettiği gayrımüslimlere kendi dilini dayatmadı. Türkçeyi öğrenenler, benimseyenler, bunu GÖNÜLLÜ olarak, isteyerek yaptılar: internette dolaşıyordu; Makedonya’da, bir esnaf, dükkânının yüksek bir yerine astığı Türk bayrağını, gelmiş olan iki Türk hanıma göstererek, “sanmayın ki bu bayrak, yalnız Türklerin bayrağıdır, bu bayrak, HEPİMİZİN bayrağıdır. Türkiye için ölmeğe hazır çok adam vardır, ben de Türkiye için ölürüm, ben Türk değilim, ama Türkiye için ölürüm” diyordu, Türkçe konuşarak. OSMANLI BUDUR! Kirli, iğrenç emperyalizmle yakından uzaktan ilgisi YOKTUR, ama, “Osmanlı İmparatorluğu” iftirâsı, okul kitaplarımıza bile girmişti, birkaç nesil, ÖYLE okuyarak yetişti (daha doğrusu: imâl edildi).
Kültür emperyalizmi, böyle korkunç, çok tehlikeli, kimlik yıpratıcı, hattâ milletin kimliğini yok edici bir belâdır!
***
Makedonya’daki esnafın davranışı, sözleri, büyük bir gerçeğin, buzdağının, görünen kısmıdır: Türkiye, Türkiye’den ibâret değildir; Türk, BEKLENMEKTEDİR, Türkiye, Türkler, yalnız Müslüman âleminin değil, bütün mazlûm coğrafyaların ümididir. Bu gerçeği, dostlarımız (!) da çok iyi bilmektedirler ve kendimize gelmememiz, toparlanmamamız için her türlü hüneri sergilemektedirler.
***
Kültür istilâsına mârûz kalan, emperyalistin İSTEDİĞİ GİBİ düşünür ve davranır: bedeni, yaratıldığı, kendini bulduğu gibidir, ama, görünüşü, kıyâfeti, davranışı, kendi diline emperyalistin dilinden alıp doldurduğu kelimeler onu, emperyalist Avrupalı’nın tuhaf, beceriksiz bir kopyası hâline getirmiştir. Kafa yapısının, emperyalist Avrupa’nınkine benzediğinin en göze batan tezâhürlerinden biri, bizim için HİÇ BİR ŞEY İFÂDE ETMEYEN, Puta tapıcı ROMA İmparatorluğu konusudur. Roma İmparatorluğu, Avrupa’nın 3 kültür kökünden biridir; diğer ikisi, eski Yunan ve kültür olarak devam ettirdikleri Hristiyanlıktır. Arkeoloji öğretimi, tam da Avrupa’lının istediği gibi (o zihniyetin çizdiği) yörüngede gitmektedir, o öğretimden geçen arkeologlarımız, Türkiye’nin her yerini kazıp kazıp Roma/Yunan kalıntılarını toprağın altından çıkarmaktadırlar, belediyelerimiz de bu işe destek olmayı, çuvallar dolusu para harcamayı sürdürmekte ve bu ‘çağdaş’ eylemden öğünç duymaktadırlar. Osmanlı’nın, BİZİM; Avrupa’nın ortalarına kadar olan yakın geçmişimizde oralarda bıraktığımız binlerce değil, on binlercehan, hamam, câmi, medrese, bedesten, tekke… den ESER KALMAMIŞTIR, MEZARLARIMIZ bile sürülüp yok edilmiştir. Milletlerarası hukuka göre, bir bölgenin, yörenin, kime âid olduğunun belirlenmesi için; orada YAŞAYAN KAVME DEĞİL, oranın târih, kültür bakımından KİME ÂİD olduğuna BAKILDIĞINI, kaç AYDINımız bilir?
Anadolu’daki yer isimleri olarak Avrupa’lının isrârla, inatla 2000 yıl önceki isimleri kullanıyor olması, kaç AYDINımızın dikkatini çeker? Afrika’daki Trablus merkezli bölge, 1400 yıl İslâm hâkimiyetinde iken, Avrupa’lı, inatla, israrla, o bölgeden Lybie diye söz etti, o bölge için Lybie kelimesini kullandı, oradan bahsederken Lybie diye yazdı. Günümüzde, biz de, o bölgeye, onlar gibi, Libya diyoruz ve HİÇ yadırgamıyoruz.
Aynı tutumla, Sûriye, Lübnan, Filistin, Ürdün’ü içine alan bölgenin hepsi, 1400 yıl boyunca, Bilâduş ŞÂM iken, Avrupa’lı, isrârla, inatla o bölgeyi Syria olarak bildi, öyle adlandırdı (Süryânîlerin yurdu demek mi oluyor, Süryânî yurttaşlarımıza sormalı), 1917 yılında İngiliz o bölgeyi işgal etti, şimdi, biz de Sûriye diyoruz. Böyle bakıldığında, Nevşehir bölgemize BİZİM DE KAPADOKYA dememiz, uyumakta devâm etmeyenler için, düşündürücü değil midir? KAPADOKYA HAVA ALANImız var!
Kime yaranacağız ki?
Yeni bir SEVİNDİRİCİ (!) haber:
Önümüzdeki yıl, Hristiyanların BİRİNCİ KONSİLinin toplanışının 1700 üncü yılı, İZNİK şehriMİZde anılacakmış: bâzıları “kutlanacak” diyorlar; kendi kelimelerimizi kullanacak olursak, “Kâfir’in, kut’la ilişkisi olamaz”, değerli, güzelim kut kelimesinin veya türevlerinin kullanılması isrâftır ve münasebetsizliktir. Zâten, öyle, rastgele kullananlar, ineğe tapan Hindûlar gibi, avuçlarını birleştirip yüzlerine doğru kaldırırlar, bunun çağdaşça esenleme biçimi olduğunu sanırlar. Gel de tekrarlama:
“Dünyânın en komik tipini yetiştirmek” konulu milletlerarası bir yarışma yapılmış olsaydı, açık ara şampiyon olurduk; 1791 yılında Üçüncü Selîm’in iyi niyet fakat yanlış seçimiyle ‘çağdaşlaşma/her şeyimizle Avrupalılaşma’ yörüngesindeki ilerleyişimizin, çabalarımızın bizi getirdiği durum budur.
***
01 Aralık 2024