Kültür İstilâsı, askerî işgalden çok daha kötü ve tehlikelidir; bir ülke askerî işgale uğrarsa, o ülke halkı, gelen “yabancı” güçlere karşı direniş gösterir ve gelen “yabancı”, en gelişmiş silahları kullanıyor da olsa, zamanla o “yabancı” güçten kurtulur. Kültür İstilâsı’na uğramış ülke halkı ise, o “yabancı” kültürün gönüllü köleleri hâline geldiği/getirildiği için, kurtuluş söz konusu olmaz; tersine, “kendi kültürüne dönüş” bilinci ve çabaları, “geriye gidiş”, “gericilik” diye algılanır.
Ülke askerlerce işgal edildikten sonra, orada kurulan okullar, üniversiteler, diğer müesseseler ve hâkim kılınan “yabancının değerleri” yoluyla o ülke halkı, ‘aydın’larından başlanarak, gelen yabancı ‘gibi’ yapılır, dünyaya bakışının, yabancınınki gibi olması sağlanır [ona attitude of mind kazandırılır].
Kültür İstilâsı için, her zaman askerî işgale gerek yoktur; o ülkedeki insanlar, “yabancı”ların “değer”lerini, “dünyâ görüşlerini” düşünmeksizin, körükörüne benimserlerse, “yabancılar” gibi davranırlarsa, üstelik bunu, “çağdaşlık gereği”, “ilerilik” zannetmek bilinçsizliğine düşerlerse Kültür istilâsına kendileri dâvetiye çıkarmış olurlar. Modaya önce, en zayıf karakterli, şahsiyeti hemen hiç gelişmemiş kişilerin uyması gibi, “yabancı” kültür tezâhürlerini, giderek de değerlerini, öncelikle, ülkedeki en zavallı kimseler benimser, buna öncülük ederler. Bu kimseler, çok şatafatlı diplomaların sâhipleri olabilirler, çok yüksek, etkili ve yetkili mevkilerde bulunabilirler, bir veya birkaç Batı dili de bilebilirler. Aslında, bizim gibi, kültür istilâsının en ağırına uğramış topluluklarda, bu, hiç de istisnâî bir durum değildir; çünkü, kültür istilâsının ana damarını, eğitim (dedikleri öğretim) meydana getirmektedir. ‘Bir kısım Medya’ da bu konuda önceliği kaptırmamak için yarış hâlindedir. O ‘bir kısım Medya’da, sunucu olarak, ‘yabancı dil bildikleri için’ yabancı okulda okumuş olanlar kullanılmakta, onlar da Türkçeyi, (intonation, stress hak getire) ‘yabancının konuştuğu gibi’ söylemektedirler.
Misâllere, “yabancı gibi” davranışlardan başlayalım:
Bir şeyle ilgili, ‘tamam’, ‘oldu’ demek için, 50-60 yıl önce HİÇ kullanmadığımız, eli yumruk yapıp baş parmağı yukarı kaldırma ‘eylemini’ HİÇ DÜŞÜNMEDEN yapanlarımız vardır. Batılılar öyle yapıyor ya, o da öyle yapınca Batılı, ‘çağdaş’ oluyor. Peki, o hareket nereden geliyor? Biraz târih bilgisine bile hâcet yok; filmlerde görüldüğü gibi, Roma’da (Batı’nın 3 kültür damarından biri Roma [düzeni] diğer ikisi Eski Yunan ve Hrıstiyanlık) ARENA’da boğuşan iki gladyatörden biri, ötekini altına alıp öldürebileceği durumda İmparator’a bakıyor. İmparator, başparmağını aşağı getirirse altındaki zavallıyı öldürüyor, başparmak yukarı kalkarsa öldürmüyor. Fecâate bakın: iki İNSAN öldüresiye birbiriyle boğuşuyor, diğer SAYIN İNSANLAR onları SEYREDİYOR! Sonra bu ‘başparmak yukarıda’ işâreti ‘can bağışlama [geçici olarak da olsa] sembolü oluyor, Batılı, bu işâreti (o kötü, insanlık dışı ARENA olayını unutmağa ve unutturmağa çalışacağına) mârifetmiş gibi, utanmadan kullanıyor; bizim karikatür aydınımız da Batılı “gibi” yapıyor!
Eskiden, bir işi, bir olayı beğendiğimizde, bir elimizin bütün parmaklarını bir araya getirip parmak uçları yukarıda olmak üzere hafifçe sallardık. Şimdilerde ise bâzılarımız, aynı durumu anlatmak için elin başparmağı ile şehâdet parmağını bir yuvarlak meydana getirecek şekilde birleştirip karşısındakine göstermektedir. Aynı hareket 20-30 yıl önce, kan dökülebilecek kavgalara sebep olabilirdi. (karşısındakini, Lût AS. kavminde doruğa çıkan [eskiden sapıklık denirdi] sıradışı eylemin pasif bireyi olduğunu ima etmek olurdu). ‘Amerika’lı, bir şeyi beğendiğini böyle gösteriyor, ben de öyle yapayım’ zihniyetinin sâhibi, Amerikan denizcilerinin, on sekizinci yüzyılda Akdeniz’e girebilmek için Osmanlı’nın Cezâyir Ocağı’na haraç vermek zorunda olduğunu nereden bilsin?
Kimi televizyon kanallarında gördükleri için “demek ki çağdaş, ileri insanlar böyle yapıyor” diyerek olmalı, sâdece orta öğrenim öğrencileri değil, bâzı yaşlı başlı baylar, bayanlar da karşılaştıklarında birbirlerinin yanaklarını öpüyorlar, muhafazakâr denilenler de onlara uyuyorlar; dudaktan olmayınca, mesele yok. O öpüşen öğrenciler, ileride evlenecekler mi, evlenmeyecekler mi önemli değil; bir gencin ileride evleneceği ‘kız’ başkası tarafından defalarca öpülmüş de olsa, nasıl olsa, kendisi de başka ‘kız’ları defalarca öpmüştür. Bunun daha “ileri” safhasını, bir Avrupalı ile iyi görüşen bir arkadaşım anlatmıştı: O Batılı, sex konusunda demiş ki: “Hiç sevişmemiş bir bayanla niçin evleniyim? Sevişmesini öğretmek için onunla mı uğraşacağım!” Orada, kantarın topuzu kaçtığı için, mantık kendi içinde tutarlı. Bâzılarında üç, bâzılarında iki bebekten birinin, babası belirsiz olarak doğduğu Batı Avrupa ülkelerinde, çok geçmeden, nikâh da “çağdışı”, “eski zamanlarda insanların yerine getirdikleri, zamanı geçmiş bir gelenek” sayılabilir. Zâten bizdeki bâzı ‘süper ilericiler’ bu konuda Batı’yı aşmış durumdalar; çoktaaan yerleşmiş oldukları yazılı basın kuruluşlarında ve TV kanallarında halkı bu konuya ‘alıştırıyorlar’
Televizyonda Batılı’ların ‘öyle’ konuştuklarını görmüş olmalarından olmalı: ‘aydın’larımız arasında da kelimeleri derin bir kuyudan çıkarıyormuşçasına başlarını kâh iki yana, kâh öne sallayıp silkeleyerek konuşma eğilimi (çağdaşlar bunun İngilizcesiyle trend diyorlar) giderek yaygınlaşıyor. Halbuki, bir dili konuşmak konusunda, bizim dilimize ‘öz’ deyim var: Türkçe konuşmak; Türk ‘nasıl’ konuşuyorsa ‘öyle’, ‘Türk gibi’ konuşmak demektir. Başını, Batılıya özenip öyle silkeleyerek söz söyleyen ‘aydın’ımız, Türkçe konuşmuyor; konuşurken Türk Dili’ni kullanıyor.
Bu konuda, bir de, dinleyenlere hakaret edercesine, öğürür gibi, ikide bir, hiç gereği yokken eeeee, ııııııııı sesleri çıkarıp mârifet yaptığını sananlar var. Sorumlu mevkide olup, kullanacağı kelimeleri seçmek için zaman kazanmak maksadıyla böyle yapanlar, bir dereceye kadar mâzûr görülebilir; ama, adam dediğin odur ki, diyeceğini, düpedüz, çekinmeden, açıkça, rahatlıkla söyleye. Rahmetli İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun dediği gibi “evde hanımla kavga eder gibi” konuşa.
Son zamanlarda, Yaradan’ın güzel yarattığı, ama kafasının içi çeşitli sebeplerle boş kalmış veya yanlış şeylere mekân olmuş bâzı alımlı bayanlar, bir dilek durumu veya sığınma için; ineğe tapan, yüzlerce ilâhı benimsemiş olan Hindular gibi, iki elinin avuçlarını göğsü hizâsında birleştirme ‘jesti’ yapmaktadırlar.
Kulaklarına küpeler takan erkeklere, it otaran (köpeğe hizmetçilik edip onu dolaştırma eylemine, dilimizde ‘it otarmak’ denir) bay ve bayanlara ne demeli? Kim kimi taklîd eder? Aşağı olan, üstün olanı. Batılı’lardan görünceye kadar küpe takmayı akıllarından bile geçirmeyen baylar, it otaran bayan ve bayların kafalarının bir yanında, belli belirsiz bir “çağdaşlık”, “gelişmiş ülke vatandaşları gibi yapmış olmanın öğüncü” olsa gerek; doğrudan olmasa da, dolaylı olarak böyle: bu ‘moda’yı ilk getirenlerin zihin röntgeninden söz ediyoruz; sonrakiler, günümüzdekiler, daha çok ‘yerli’ bay ve bayanlardan etkilenerek böyle yapıyorlar. Peki, o “gelişmiş kabûl edilen ülkeler”in vatandaşları gerçekten ÜSTÜN müdürler? Batı Lokantası’nın sâdece vitrinini gören, mutfağından habersiz bu bay ve bayanlarda eksik olan, yalnızca târih bilgisi midir acaba? Batı’da genel olarak “insanın öldüğünü, ağlayanının olmadığını” fark edebilmek için, galiba gözleri, kulakları beyin yerine kullanmaktan vazgeçmek gerekecek. Gerçekte üstün olmayanı, kendinden üstün görme havasına girenin psikolojisini anlamak için psikolog olmaya gerek var mıdır? Bu taklîd meraklılarının, on sekizinci yüzyılda Fransa’da yeniçerilerin eskimiş, yıpranmış giyimlerinin revaçta, ‘moda’ olduğunu bildiklerini düşünebilir misiniz?
Hatırlatalım: Heykeli bulunan, Cezâyirli Gazi Hasan Paşa, gerçekten, yanında arslan gezdiriyordu!
Çayı, ince belli bardakla veya zarîf biçimli, ağız kısmında ve ortasında çepeçevre yaldızlanmış, içine çay konulduğunda çok güzel bir manzara ortaya çıkan bardakla, çayın rengini görerek içeriz; milletin zevki, bu konuda böyle şekillenmiş. Yine dışarısının etkisiyle olmalı, büyük otellerde filân, çay, beyaz porselen fincanla verilmekte; bu da fenâ değil, çayın rengi görülüyor, çay, içenin göz zevkine de hitâb ediyor. Peki, bâzı televizyon kanallarında, konuşanlara verilen çayın, İngiliz’in mug dediği, kalın, kavanoza benzer, içindeki nesnenin ne olduğunu göstermeyen, zevksizlik şâheseri kaplarda içilmesine ne demeli? Çayı, öyle, rengini görmeden, Batılı’nın kullandığı ‘gibi’ kaptan içince, konuşan kişi çok mu ‘çağdaş’ oluyor? Bu özentinin sebebi ne ola? Zâten çok değişmiş olan yeme-içme kültürümüzün ulaştığı -şimdilik- son nokta olmalı. Tanzîmât’a kadar, bu millet, sabahleyin kuşluk vaktinde bir, ikindiden sonra, akşama doğru da bir olmak üzere, günde iki öğün yemek yerdi. (Günde iki öğün yemeğin yettiğini, sağlığa uygun olduğunu ilgili ve bilgililer bildiriyorlar. Televizyonda konuşan bir doktor, güneş battığı sırada, akşam yemeğinin yenmiş, bitirilmiş olması gerektiğini söylüyordu. Hangi saatte olmasını soran sunucuya da, saatin mevsimlere göre değişeceğini hatırlatıyordu). Tanzîmat’dan sonra ‘kahvaltı’yı aldık. (Araplar da aldılar: ‘fetûr’ diyorlar). Eh, öğle ile ikindi arasında ‘saat beş çayı’ da artık bâzı kesimlerde yerleşti sayılır; çağdaşlık kolay değil. Kaldı, beşinci öğün; gece tiyatrodan gelince, yatmadan önce hafif bir yemek. İyi de, Batılı, ‘obez’likten, şişmanlıktan kurtulmağa çalışıyor, biz ne yapıyoruz? Bilen var mı? Taklîdde ne denli ‘ileri’ gittiğimizi, Sümerbank’ın îmâl ettiği çay takımlarını anarak bitirelim: çayı bâzılarımız, tadına varmak için, ‘şeker bile koymadan’ içerler. İngilizler ise (eski sömürgeleri olan Hind halkı ve Pakistan’lı kardeşlerimiz de onlardan görerek olmalı) çayı sütlü olarak içerler. Çay takımında, demlik, fincanlar, tabakların yanında, süt koymak için ‘sütlük’ de bulunur. Bizim Sümerbank’ın yaptığı çay takımlarında da ‘sütlük’ vardır!