Kültür İstilâsının Şâheser Ürünü: Cumhûriyet Aydını

Mehmet MAKSUDOĞLU

Yeryüzüne, bu gezegene başka bir gezegenden inmedik. Türkistan’dan kopup gelen, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Medeniyetlerini kuran bir milletin son nesil ferdleriyiz.

Medeniyetimizin son safhasında, 18. Yüzyılda, atalarımız, Avrupalılara, insanın hayvana baktığı gibi bakıyorlardı. Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan, Avrupa’lının ‘Kuman’ dediği Kıpçak Türkleri, 1000 küsûr yıl önce bile, atlarının boynuna astıkları (Kıpçak Türkçesinde : kuman, Anadolu Türkçesinde 🙂 ibrik ile berâberlerinde temiz su taşır, onunla abdest alırlardı. Medeniyetin şaşmaz ölçüsü temizliktır. Avrupa’lıların bir kısmı, çağımızda bile yüzünü, deliğini kapattığı lavabodaki kullanılmış su ile yıkar.

Evet, Avrupa’lı, Osmanlı’ya çok özenirdi. Paris’te, 18. Yüzyılda, yeniçerilerin yıpranmış cepkenleri, poturları moda konusu idi. Üstün olanın, üstün görülenin taklîd edilmesi, sosyolojinin tesbît ettiği kaidelerden olsa gerek. Bizdeki bâzı şaşkın gençlerin, hippilerin yırtık blu jeanslerine özenmeleri gibi…

Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi, Pek Yüce Osmanlı Devleti (resmî ad böyledir: Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye), kendini, Allah’ın buyruklarını Yeryüzünde yaymakla (İ‘lâ-yı Kelimetullah) görevli kabûl ediyordu. Yayılması, başka ülkelere hâkim olması, oralarda islâmî değerleri hâkim kılmak içindi (Feth : açmak, İslâma açmak). Fethedilen ülkedeki halk, dînini değiştirmeğe zorlanmazdı : zorlama olsaydı 500 yıl kaldığımız Sırbistan’da bir tek Sırp kalmazdı, askerlik çağındakiler, İslâm ordusunda asker olamayacakları için, cizye öderlerdi. Sâhip oldukları topraktan aldıkları ürün için de haraç adlı mâkul bir vergi öderlerdi. Emperyalist İngiltere ise, 1858 de işgal ettiği Hindistan’da toprak sâhiplerine öyle ağır vergi koydu ki, topraklarını bırakmak zorunda kaldılar. Hind kıtasının yoksulluğu, İngilterenin eseridir.

İnsanımız, 1839, 1856, 1876, 1909, 1928 kırılma noktalarından geçen bir zihniyetin ürünü olduğu için, iş o hâle gelmiştir ki, okur yazarlarımızın pek çoğu, kendi târihimize, aynen Avrupa’lının baktığı gibi bakmaktadır. Bu noktaya nasıl mı geldik, hatırlayalım :

Avrupa, teknikte gelişti, sanayi devrimleri yaptı, keşiflerle gittiği ülkeleri alabildiğine sömürüp çok zenginleşti, adam yerine koymadığımız Avrupa’lıya karşı üst üste yenilgilere uğradık. Ayakta kalabilmek telâşıyla, onları taklide koyulduk. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu (1839 Tanzîmât), “1789 da Paris’te ilân olunan 17 maddelik İnsan Hakları Beyannâmesi’nin yarım asır sonra yapılmış eksik bir taklidi ve kaba bir taslağıdır. (Bakınız : Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Târihi, Eser Matbaası, İstanbul 1977, Cilt 1-2,/411)”. (Prof. Dr. Muhammed Harb, Osmanlı Aydını ve Yönetim Sistemi, s.57, dipnotu : 44, çev. Dr. Mustafa Özcan, İstanbul, Kökler Yayınevi, 2017.)

Islâhat Fermânı (1856) ile, cizye kaldırıldı, gâvura ‘gâvur’ demek yasaklandı.

Birinci Meşrûtiyet Meclisinde (1876) gayrı müslimler çok etkiliydi, bükülme devam etti.

Osmanlı münevver (aydın) inin çoğundaki  hâkim zihniyet, artık ‘İslâmdan kurtulma çârelerini aramak’ merkezli idi, Ziyâ Paşa, durumu şöyle ifâde ediyordu:

 

İslâm imiş millete pâ-bend-i terakki     (ilerlemeyi engelleyen ayak bağı İslâm imiş)

Evvelce yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı

 

Bu zihniyet bir de, Avrupa’lının îcâd ettiği nasyonalizm sosuyla lezzetlendi. Nasyonalizm,  daha önce ayrı ayrı şehir, bölge devletçikleri olan İtalyanın, Almanyanın birliğini sağladı, Osmanlı’yı parçalamak için kullanıldı. (Nation kelimesinin, üzerinde anlaşılmış, kesin bir târifi hâlâ yoktur: 3 dilli İsviçre nasıl bir nation’dur? Amerika Birleşik Devletleri halkı, anonim bir şirket ortaklarına daha çok benzer, 2 dilli Belçika bir nation mudur?) Osmanlı’ya da geçen bu  zihniyet 1909 daki İkinci Meşrûtiyet Meclisini kurdu ve Osmanlı’nın sonunu –İttihâd Terakkicilerin bütün iyi niyetine rağmen- getirdi. Bu zihniyet devâm etti. Cumhûriyet kurulurken 3 kişinin görüşleri etkili oldu : Ziya Gökalp (öl.1925),  Sultân İkinci Abdulhamid’e suikast teşebbüsünde bulunan Ermeni’ye ‘şanlı avcı’ diyen, ‘hangi damarımda Türk kanı aktığını bilsem onu keserim’ diyen Halûk’un babası Tevfik Fikret ve ‘neslimiz yozlaştı, Avrupa’dan damızlık erkek getirelim’ diyen Abdullah Cevdet. Gökalp’in 1925te ölümünden sonra Türkçülük damarının kuruduğu görülüyor. Harf değişikliği onun sağlığında gündeme gelseydi, herhalde Göktürk harflerini savunurdu.

Harf devriminin (1928) milliyetçilikle ilgisinin olmadığının, Avrupa’ya eklenme çabası olduğunun en kesin delili, Türkçenin ses zenginliğini taşıyan Köktürk harfleri dururken, Latin harflerinin alınmış olmasıdır. Hiçbir milletin gönüllü olarak yapmadığı (Sovyetlerin Türk ülkelerinde yaptığı değişiklikler, Türklerin isteğiyle olmadı.) böyle bir değişikliği anlamak çok zor. Bırakalım Çinlileri, Japonları, Rusları, onların etkisindeki Bulgarları, Yeni kurulan devletlerinde Yunanlılar, Hindliler, İsrailliler kendi harflerini kullanıyorlar. Niçin Latin harflerini almadılar acaba? Herhalde kafaları iyi çalışmıyordur.

Geçmişle ilgi tamamen kesilince, okullarda öğretilenle yetinen, araştırmayan etiketli okumuşlar da ciddî ciddî şöyle söyleyebiliyorlar :

Bir jeoloji profesörü çıkıyor, Osmanlı’nın, fethettiği ülkeleri sömürmek için gittiğini zannederek : Pîrî Reîs Fâtih devrinde doğsaydı, Amerika bile bizim sömürgemiz olurdu diyor.

Ordu komutanlığı da yapmış bir orgeneral de şöyle demişti :

Ordumuz Peygamber Ocağı değildir. Araplar bizim sömürgemizdi.

Kültür İstilâsı, bu istilâya uğrayan ülke ferdlerini Sömürgecinin istediği gibi düşündürür, yöneltir. Afrika’lı bir yerliye “Hiç İngiltere’ye gittin mi?” diye sorulduğunda, adam : “No, I have never been home” (hayır, hiç anayurtta bulunmadım) diyordu, kendinin esas yurdu olarak İngiltere’yi bilen bir zihniyete sâhip kılınmıştı.

Bizim de bu iki seçkin aydınımızın zihniyetleri, kafa yapıları da aynen öyle değil mi?

Târihçimiz, arşive girer, devlet-i ‘aliyye ibâresini defalarca görür, dışarı çıkar, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ der, Osmanlı için, telaffuzu hoşuna gidiyor olsa gerek ‘emperyal’ sıfatını kullanır! Niçin ? kafası öyle biçimlenmiştir ki : imparatorluk, büyük, iyi , muhteşem, muazzam bir şeydir, çünkü Avrupa’lının imparatorluğu, imparatorlukları vardır.

Halbuki, ‘Devlet’, kirli ‘imparatorluk’tan çok daha büyük ve yücedir. Devlet idâresinde yaşamış olanlar, İNSANCA yaşamışlardır. İmparatorluk idâresinde yaşayan, yenilmiş milletler ise, kimliklerini yitirmek derecesine gelmişlerdir.

15.03.2018

 

 

 

 

 

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen