Türkiye’nin başkentinde yaşıyoruz. Siyasetinin, bürokrasisinin merkezi, Türkiye’nin beyni diyebileceğimiz bir yer Ankara… Ama bu şehre baktığımızda esaslı bir düşünüş görmemiz pek de mümkün değil.
Rezidanslar, mağazalar, AVM’ler hep yabancı isimlere sahip, yabancı marka eşyalar kullanmak tırnak içinde havalı kabul ediliyor. Temel’le Dursun kalpazanlık yapıyormuş. O kadar iyi sahte dolar basıyorlarmış ki Amerikalılar gelip “biz bile bu kadar iyisini yapamıyoruz” demiş. Burada kültürel kopyalama diye bir olgu var.
Kültür şuuruna ihtiyacımız var. Yerel seçimler yapıldı. Bir tarafta Cumhuriyetçi, Milliyetçi diğer tarafta Mukaddesatçı, İslamcı bir aday toplamda yüzde doksan beş oy aldı. Ankara’da da böyle, İstanbul’da da… Siz Cumhuriyetçi de olsanız, Milliyetçi de olsanız, Mukaddesatçı, İslamcı da olsanız bu şehrin mağazalarının isimlerinin yabancı isme sahip olmasına, bütün alışveriş merkezlerinin, rezidansların isimlerinin yabancı isimde olmasına en azından bir söz söylemeniz gerekiyor.
Devlet neyle tanımlanır? Bir insan topluluğu, sınırları olan bir toprak parçası ve siyasi yönetim… Buna şuuru da ilave etmek gerek. Sürekli kültür ithal eden bir yapı şuurlu olabilir mi? Bugün aslen kültür ihraç eden bir ülke değil kültür ithal eden bir ülkeyiz.
Bu şehirde bizim müziğimize dair izler siliniyor. Okullarda dahi beden eğitimi dersleri yabancı müzik eşliğinde ders yapılıyor. Ankara Üniversitesi’nin, ODTÜ’nün, Bilkent’in radyoları neredeyse bütünüyle yabancı müzik yayını yapıyor. Tabi ki yapacaklar, tabi ki biz de dinleyeceğiz. Ama eğer biz bahsettiğim düşünüşlerden birisine sahipsek kendi müziğimizi de Ankara’da duymakla ilgili bir perspektifimiz olmalı. Ben tabi ki Mozart Kafe’de oturacağım, Scorpions’u da dinleyeceğim ama Hacı Arif Bey’i unutmamalıyım. Şevki Bey’i dinlemeliyim sokak sanatçılarından… Cemal Reşit Rey Kafe’de oturmalıyım vesaire… Peki bizim güzel içeceklerimiz, güzel yemeklerimiz nereye gittiler? Ben bir turist isem hemen bütün mağaza isimleri yabancı olan Atakule’de ancak Meksika usülü burger yiyebilirim. Peki Ankara mutfağını nasıl keşfedeceğim?
Türkiye’nin dünyanın sayılı turizm ülkelerinden olduğu söyleniyor. Fakat bir örneği var mı? Dünyada turizmden bu kadar büyük pay alan, yabancı ziyaretçi sayısı fazla olan bir ülkenin başkentinin turizmden pay almaması… Bizim rakiplerimizin arasında var mı? Ankara turizmden çok az pay alan bir şehir. Bununla ilgili bir düşünüş var mı?
Bir ekonomik girdi sağlayacak alan turizm. Ama 2023 yılında Ankara’nın bir tanıtım sitesi yok, bir gezi rehberi yok doğru dürüst. Eyewitness serisi ayarında bir rehber kitap hazırlanmalı. Ankara’nın en önemli kültür değerlerinden Gordion antik kentine nasıl gideceğinizi bilemiyorsunuz. Turistler Gordion antik kentine gitmek istediklerinde taksiler onları Gordion alışveriş merkezine yönlendiriyor. Ülke tanıtımı için turistlerin uzun vakit geçirdikleri havaalanları daha etkin kullanılmalı, Ankara tanıtımıyla ilgili Esenboğa Havaalanı’na özel bir alan ayrılmalı…
Dünya başkentlerine baktığımız zaman bir kültürel kimlik nosyonundan bahsedebiliriz. Ankara’nın eski zamanlarında buna dair emareler vardı. Bugün Ankara’nın merkezi diyebileceğimiz Kızılay Ulus hattındaki binalar son derece ruhsuz. Buna dair herhangi bir düşünüş var mı? Geredeli Hacı İbrahim Mutlu’nun kapı üslubunun bütün Ankara sathında yayılması lazım. Kızılay’daki binaların kapıları ve cepheleri bu minvalde ele alınmalı. Stockholm’deki kırmızı Ribbinska Huset binasının solundaki sarı ve sağındaki yeşil binalarla nasıl bir görüntü verdiğine bakınız. Şehir merkezlerinde bir dizi binanın bu şekilde bir tasarımdan geçirilmesi çok mu zordur?
Şehrin semtleri kültürel kimlik sahibi olmaktan uzak. Bunlarla ilgili Guggenheim Effect mi çalışılacak, neler yapılacak? Bunlarla ilgili bir gündem yok, kulağımıza gelen bir şey olmadı şimdiye kadar…
Geçtiğimiz yıllarda bir mezatta Arif Nihat’ın kartvizitini gördüm. Üzerinde ev adresi yazıyordu. Kavaklıdere, Bülten Sokak 23/3 imiş. İnternetten doğruluğunu araştırdığımda Osman Oktay’ın bir yazısına denk geldim. Üniversite talebesiyken Arif Nihat Asya’nın Bülten Sokak’taki evine gittiğini yazmış. Bu apartmanda bir veya iki dairede butik müzelerden biri açılabilir. Belediye en azından apartmanın cephesine Arif Nihat Asya şu tarihler arasında burada yaşamıştır levhası asabilir. Belki bir sivil toplum kuruluşumuz, adına edebiyat ödülü verilmeyen Arif Nihat ve de Yavuz Bülent adına ödüller ihdas edebilir.
Çok geri olduğumuz bir alan… Avrupa’nın en iyi edebiyat festivallerinden birisi Ankara için geliştirilebilir. Özgün festivaller tasarlanabilir. Bizim kutlu sadamız var, bunu unutmamak gerek. Seydişehirli İsmet Yavuz servetini ve mesaisini ağaç dikmeye harcadı. Hollanda ve Avusturya’da yıllarca çalışan İsmet Bey Seydişehir’in Saraycık köyüne döndükten sonra 10 bin ağaç dikti, dağlara çeşmeler yaptırdı. “Orman aşkı var bende” diyordu. Çekilen bir videoda “devlet yetkilileri beni sahiplenmiyor ama yardımcım beni sahipleniyor” diye eşeğini gösteriyordu. 81 yaşında vefat etti. Sungurlulu Mehmet Kurman namı diğer Çakır Dayı yirmi küsur yılda on binlerce ağaç dikti. Böyle onlarca Orman Dede var Anadolu’da. Konya Ereğlili Rahim Demirbaş, Mardinli Şeyhmus Erginoğlu, Pertekli Ziya Abay birer Orman Dede. Buradan bir inşa çıkarmak gerek. Ankara’da herkesin zikzaklı takkeleriyle katıldığı bir Orman Dede festivali tasarlayabilsek, böylece halkın da ağaç dikmesini teşvik edebiliriz.
Biliyorsunuz, “işlerimiz Mehter gibi iki ileri, bir geri” diye bir kullanım var. Aslında geri adım yok Mehter’de… Önemi şu, dünyanın en eski askeri bandosu ve bize ait… 18. Yüzyıl’dan itibaren Avusturyalılar, Prusyalılar, Ruslar ve Almanlar Mehteran bölüklerinden etkilenerek mızıka takımları kurdu. Mozart, Haydn, Beethoven’ın Mehter’den ilham alarak besteledikleri Türk marşları var. Batı orkestraları zili mehterden almıştır… Türkiye’de dünyanın en büyük on festivali arasına girecek etkinlik büyük bir Mehter festivali olabilir. Ama o nasıl takdim ediliyor? Mehter gibi iki ileri, bir geri… Köklerin ve asli manaların üstleri örtülüyor. Neriman adı “nur-u iman”dan gelmektedir. Bunlar unutulmuş. Kara Fatma bir kadın kahramanımızın ismidir. Mahmut peygamberimizin bir ismidir… Dizilerde dalga geçiliyor bu isimlerle.
Kültürel bozulmaya, kültür şuursuzluğuna saygıdışılık hali diyoruz. Nedeni hem kendinden olmayana hoyratça yaklaşım, hem de kendi kültürüne yabancılaşma. Bugün bilgi ve görgü rağbet edilen şeyler olmaktan çıkmış. Saygıdışılık lisanı bozmuş, telaffuzu bozmuş. Kırk elli yıl önceki TRT röportajlarında sokaktaki sade vatandaşımızın kullandığı dili bugün üst seviyede eğitim almış birisi kullanamıyor. Her şeyin temelinde insaniyet var. Bir saygı davamız olmalı, Ankara’nın Avrasya’nın nezaket bakımından en iyi durumdaki büyük şehri olması gaye edinilmeli.
Kültür ihracı iddiasına sahip olunması lazım. Nedeni bu kavramın içinde bir konsensüsün var olması. Kültür ihraç etmek kültürünüzü başkalarının kalitesini onaylayacağı bir halde üretmek demektir. Kendi çocuklarınızın kültürü sizden almaları da bir bakıma sizin ihracınız ve onların ithaline dair… Zorla değil yani… Kaliteli üretim olmazsa ihraç edemezsiniz.
Fransızlar kültür istisnası dedikleri bir yaklaşım geliştirmişlerdi, kendi kültürlerini koruyabilme gayesiyle 1993’te GATT görüşmelerinde bu tezi ileri sürdüler. Radyoda yüzde kırk Fransızca şarkı yayınlamayı ve bu kota dahilinde yüzde yirmi yeni yeteneklere yer vermeyi öngören görsel-işitsel yasayı belki duymuş olabilirsiniz. Bugün şunu söyleyebilmeliyiz, ben bütün anlamların korunmasını istiyorum. Büyük ve tek bir kültüre evrilmek fikri korkutucu…
Sanat akımlarına bakalım. Bunların arka planına baktığımızda bir felsefeye sahip olduklarını görüyoruz. Gotik mimarinin ilk örneği olarak kabul edilen St Denis bazilikasının batı cephesi 1140’ta tamamlanmıştı. Bunu yaptıran başrahip Suger’di. Bu çok önemli bir şey… Hristiyan aşkınlığını ve idealizmi yansıtıyordu. Bir davayı ifade ediyordu. Bu dönemlerde yaşayan bir Avrupa köylüsünün hayatında görebileceği en dokunaklı şey muhtemelen Gotik bir bazilikaydı.
Onyedinci Yüzyıl’da inşâ edilen Versailles Sarayı türünün ilk örneği olarak bütün Avrupa’ya örnek oldu. Bir yapı geliştirdiler… Versailles’dan ilham alınarak inşa edilenler arasında İspanya’da La Granja, İtalya’da Caserta, Almanya’da Ludwigsburg, Avusturya’da Schönbrunn, İsveç’te Drottningholm ve Rusya’da Peterhof Sarayı gibi saraylar var. Versailles Sarayı, Kardinal Richelieu ve 14. Louis tarafından şekillendirilen merkezileştirilmiş yönetim anlayışının ifadesiydi. İhtişamlı Barok Karşı-Reform’un kullandığı bir stil olmuştu. Şu çok önemli… Sanatta bir fikir yönü var, bir ideali aksettirme var.
Bir dava varsa ortaya bir iş çıkar… Yapmamız gereken şey taklit etmeyip özgün ürünler vermeye çalışmak. Son yüz elli yılda Art Nouveau, Kübist, Modern, Art Deco, Postmodern sanat çıkmış. Bir sonraki ne olacak? Mesele sanatın bütün dallarında dünyadaki bir sonraki fikri, bir sonraki formu ortaya koyabilmemiz…
Bizde aslında kültür şuuru vardı. Divriği Ulu Camii yapıldığı zaman yani 1228-29 yıllarında Avrupa’da onunla yarışabilecek fazla sayıda form eser yoktu. Olağanüstü bir yapı… Yüzyıllar içinde İstanbul Türk kültürünün mihenk taşı oldu. Bir İstanbul kültürü vardı. Şimdi büyük tehditlerle karşı karşıyayız.
Bugün Türkiye’de Esertepe Yeni Cami gibi bir sürü tuhaf yapı inşa ediliyor. Tek tük de olsa Derinkuyu Park Camii ve Şakirin Camii gibi mimari anlamı olan yapılar da yapıldı. Bu yapıların mimarları, Hakkı Atamulu da, Hüsrev Tayla da vefat etti. Bu seviyede mimarların sağlıklarında kıymetleri bilinmeli… Anadolu’nun köy ve kasabalarında Boğaziçi Kasabası Eski Camii, Belenardıç Cami, İmerit Cami, İlyakut Camii gibi kayıp inceliğimizin, kutlu sadamızın temsilcisi camiler var. Bunlar da bilinmiyor, anlaşılamıyor… Bunların tasnifleri ve tanıtımları yapılmalı.
Ankara’da bir toplantı için otellerle görüşme yapıyorduk. Otel yöneticisi Venedik’teki Palazzo Ducale’den aynen kopyalanmış yonca haçlı bina cephesini göstererek “mimarimiz Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden esinlenmiştir” demişti. Türkiye’nin en büyük inşaat firmalarından biri de on yıl önce yaptığı rezidans için büyük gazetelere tam sayfa “dünyada bir ilk, dans mimariyle buluştu” başlıklı ilanı vermişti. Halbuki 1996’da tamamlanmış Tančící dům bizimkinin aksine dansla mimariyi buluşturmayı başarmış bir binadır. Bilemiyorum, belki tekrar bir başmimarlık müessesesi kurulmalı, sözü kanun olacak bir adam…
Şunu da tespit etmeli… Bu işlerin yabancı kültür düşmanlığıyla alakası yok. Kültür şuurunu, kültürünü koruma maksimumda yabancı olana düşmanlığa değil kardeşliğe ulaşır. Ancak Akçaabat Ortamahalle veya Safranbolu evlerini gerçekten takdir eden kimse Rothenburg’un anlamını kavrayabilir. Batı palamutlardan bir meşe ormanı yetiştirmişse ben de meşe yetiştirmeye mi çalışmalıyım, taklit edip, her şeyde benzeşmeye mi çalışmalıyım, yoksa kozalaklardaki çam ormanını görmeye mi gayret etmeliyim? Maksimumda iyi ki dünyadaki bütün binalar aynı stilde değil, iyi ki farklı halk oyunları, mutfaklar, müzikler var, iyi ki yollarda sadece Ford’un arabaları dolaşmıyor, vesaire…
Geçmişte sivil toplumda Çelik Gülersoy gibi bakanlardan, belediye başkanlarından daha mühim biri çıkmış, 1970’lerden itibaren İstanbul’un devrik mezar taşlarını ayağa kaldırmış, Beyaz Köşk’ü, Yeşil Ev’i, Hidiv Kasrı’nı, Büyükada İskelesi’ni onarmış. Bayburt’un ıssız bir tepesine Avrupa Konseyi müze ödülü alan Baksı Müzesi’ni kuran, burayı bir kültür merkezi haline getiren Hüsamettin Koçan var… Bu projeler ülkeyi kapsayan veya bölgesel ölçekteki planlarda yer almadı. Devletin bir sonraki büyük işi ortaya koyacak adamları bulup desteklemesi lazım.
Kültürde ve eğitimde başarısızsanız hiçbir alanda başarılı sayılmazsınız. Bir sokak röportajı vardı, hatırlayacaksınız. Vatandaşlarımıza Kıbrıs nerede diye soru soruluyor. Bir kimse Karadeniz’de, başka birisi Ege’de, bir kardeşimiz Sicilya tarafında diyor. Biz daha Kıbrıs’ın nerede olduğunu bilmiyoruz. Peki Kıbrıs Davası’nı nasıl güdeceğiz?
Yunanistan’daki Lavrion, Kinesa ve Dileysi kamplarında PKK ve DHKP-C militanları silah, bomba ve suikast eğitimi almış. Abdullah Öcalan yakalandığında üzerinde Lazaros Mavros adına düzenlenmiş Güney Kıbrıs pasaportu bulunmuş. Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki Trodos dağlarında önce ASALA, sonra PKK militanları uzun yıllar silahlı eğitim almış. Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Lyssarides Limasol limanına gelen silahları PKK’ya göndermiş… Ama senin okumuşun Kıbrıs nerede, bunu dahi bilmiyor. Milli şuur müfredatta yeteri kadar yer almıyor.
1974’te Barış Harekatı gerçekleştirildi. Bir Kıbrıs Davası vardı. Bugün geldiğimiz noktada fuhuş ve kumar odaklı bir yapılanma var. Bu çok acı… Müfredatta milli şuur bağlamında Bosna Savaşı’nı, Dağlık Karabağ’ı, Batı Trakya’yı anlatmak gerek. Bunu barışı korumak için yapmamız gerek.
Keşke sorun sadece müfredatla ilgili olsa. Müfredat değiştirmek yetmiyor. Bu müfredatı gençlere kim aktaracak, kim aksettirecek? Politika belgelerindeki dilekler, Son Milli Eğitim Şurası’ndaki temenniler, bunlar tatmin edici olmaktan uzak şeyler. Bizim muallimlerimizin, öğretmenlerimizin yeterliliği ile ilgili daha fazla kafa yormak gerekiyor. Onların niteliklerinin daha iyi hale getirilmesi ile ilgili şeyler gerekiyor. Efendim Cemil Meriç Antakya Sultanisi’nde okurken kimlerden ders almış? Mesut Fani var. Sorbonne’da doktora yapmış birisi. Hocaları arasında Tarık Mümtaz var. Galatasaray gibi bir lise kurabildik mi? Mesele burada… Biz son yirmi yılda, son kırk yılda, son yüzyılda bu seviyede bir lise kuramadık. Bu sorun üzerinde çokça durmak gerek. Biz bu işleri gerçekleştiremediysek tabii ki başarısız oluruz. Efendim ne yaptık? Ankara’da üst seviyede bir eğitim kurumu olarak Mülkiye Lisesi’nin kurulması düşünmeli. Bu lisenin tarihi bir binada eğitim vermesi sağlanmalı veyahut başmimarın gözetiminde yeni bir taş bina inşa edilmeli.
Fransız Akademisi’ni kim kurmuştu? Kardinal Richelieu… Burada da bir dava var… Siz bir gençlik, bir nesil yetiştireceksiniz, doktor, mühendis, eğitimci yetiştireceksiniz ama bunların alelade kimseler olmaması gerekiyor. Bu yüzden bunları yetiştiren kimselerin çok özel insanlar olması gerekiyor. Bu özel insanların ruh verdiği okullar geliştirmeniz gerekiyor. Bizim üniversitelerimiz, mantar gibi biten çirkin fakülte binaları, altı market üstü fakülte yaklaşımı, ehil olmayan bazı akademisyenler… Bu tablonun bizi bir yere taşıması kolay değil.
Bütün bunlar bir düşünüşü gerektiriyor. TV Sosyetesi yerine TC sosyetesi oluşturmak, bir kültür lobisi oluşturmak gerek. Medya o kadar önemli bir şey ki… Biliyorsunuz, Ukrayna cumhurbaşkanı Vladimir Zelenskiy bir dizi oyuncusuydu. Peki, bir dizi oyuncusu nasıl cumhurbaşkanı oldu? 2015’te Ukrayna sokaklarında onun fotoğrafının olduğu ve “Halkın başkanı” yazan reklam afişleri vardı. Önce pek mana verilemeyen bu reklamların Zelenskiy’nin başrolünde olduğu Sluha Narodu yani Halkın Hizmetkârı adlı yeni televizyon dizisine ait olduğu anlaşıldı. Programın ekrana geldiği televizyon kanalı, 2019 yılbaşı gecesinde başkan Petro Poroşenko’nun halka seslendiği geleneksel yeni yıl programı yerine Zelenskiy’nin başkan adaylığını açıkladığı konuşmaya yer verdi. Dizide bisiklet kullanan ve yolsuzluklara savaş açan bir başkanı canlandırıyordu. TV kanalının sahibi olan Kolomoyskiy’nin desteğiyle bu işleri başardığı iddia edildi. Ukrayna’nın ikinci en zengin işadamı olan Kolomoyskiy PrivatBank’ın kurucularındandı, Dnipropetrovsk’ta valilik yaptı. Kıbrıs ve İsrail vatandaşlığı da vardı.
Halkların rol modelleri var. Azizleri var… Soğuk Savaş’ın son döneminde 1978’de tarihte ilk kez bir Slav’ın; II. Jean Paul’ün papa seçilmesi Doğu Bloku’nun ana omurgası olan Slav halkları arasında güçlü bir tesir meydana getirdi. Praglı Agnes Aralık 1989’da Doğu Bloku dağılırken azize ilan edildi. Bizim de bu dönüşüm çağında hangi rol modelleri destekleyeceğimize dair bir mesuliyetimiz var. TV yerine TC sosyetesi bunun için diyorum.
Kültürel iktidar talebinin altı henüz doldurulmadı, öylece konuşuldu ve kaldı. Futbolda takımlar ne yapar? Bir oyun tarzı belirlerler ve bu oyunlarını geliştirmeye çalışırlar. Kültürde de eğitimde de bizim bir oyunumuz hâlâ yok. Dünyanın en iyi kültür şurasını yapsak da, en iyi eğitim belgesini üretsek de asıl mesele onu uygulayacak olanların kim olduğu… Maalesef bizde kamu yönetimi ihtisas alanı olmaktan çıktı.
Ülkenin gidişatıyla ilgili projeksiyonlar çıkarmak gerekiyor. Bundan 50 yıl sonra Türkiye’de turizmin nasıl bir hal alabileceği üzerine düşünmek gerekiyor. Covid-19’un neden olduğu bir ekonomik kriz yaşandı. Turizmi bu krizde en dezavantajlı sektör olarak gördük. Bir de döviz krizi yaşandı. Sektörde batık krediler ortaya çıktı. El değiştirmeler yaşanıyor, yabancı yatırımcı oranı giderek artıyor. Sahil bölgelerinde demografi değişiyor. Tabi ki dünyanın çeşitli ülkelerinden kimseler gelecek ve yerleşecek. Ama bunun medeniyeti ileriye götürmesi lazım geriye değil…
Aklıma Sudet Almanları geliyor. 13. Yüzyıl’da II. Otakar döneminden itibaren Bohemya’nın sınır bölgelerine davet edilmiştiler. Sudet haritası çok ilginçtir. Bohemya’nın çevresindeki bir halkadır. Dağlık bölgelere ve de kuruttukları bataklık bölgelere yerleştiler ve Bohemya şehirleri için bir tampon vazifesi gördüler. 1930’lara gelindiğinde bir jimnastik öğretmeni olan Konrad Heinlein’ın öncülüğünde Sudet Almanları özerklik talep etti. Sonrasında 1938 Münih Anlaşması ile bölge Almanya’ya verildi. Sonuç farklı oldu ama kastım şu ki bundan elli yıl sonra kıyı bölgelerimizin yapısı farklı olabilir. Bir milli turizm perspektifine ihtiyaç var.
2010 yılında Öger Tours’u satan Vural Öger Hürriyet Avrupa’ya verdiği röportajda “bugüne kadar Türkiye’de turizm bir devlet politikası olmadı. Turisti kim götürüyor ve kim getiriyor bunlar hiç bir zaman ciddi bir konu olarak ele alınmadı. Turisti Hasan getirmezse Hans getirir, mühim olan turist sayısının ve gelirlerinin artması olarak düşünüldü. Sahil bölgelerinde bütün kıyılar ve şehirler beton tarlalarına dönüştü. Bugün hala turizm bölgelerinin gelişmesi için gerekli bir megaplan mevcut değildir. Ama Ankara bence bu konulara gerekli ilgiyi göstermiyor” demişti.
Türkiye Yüzyılı projesi duyuruldu. İnşallah güzel hizmetler yapılacak. Ancak, internette deklare edilen 61 başlıkta kültür, eğitim, fikri temel yoktu. Şu çok önemli, 21. Yüzyıl’da bir üst tasarım yapıp yapılmaması kültüre bağlı. Ancak kültürel bir temelden hareketle bir üst tasarım yapılabilir.
Projeksiyon gerekiyor ama bizde belli konularda fazla ihtisas yapılmamış. En son İsveç’le ilişkilerimiz gündeme geldi. On milyonluk bir ülke… Yüz binin üzerinde bizden göçüp İsveç’e yerleşmiş kimse yaşıyor, Peki kaç İsveç uzmanımız var? Adile Ayda’nın İtalya’da yaptığı işi yapan biri mesela… Hangi çalışmalar yapılmış? Bir genel İsveç tarihi kitabı var mı Türkçede? İyi bir seyyah var mı?
Birkaç yıl önce Polonya’nın Ankara’daki kültür müşaviri ile tanışmıştık. Kendisi Türkiye üzerine doktora yapmış biriydi. Kendisinden önce görev yapanlar da Türkolog imiş. Berlin’de dört yıl resmi görevde bulunmuş bir diyanet görevlisi yurtdışında tekrar görev almak için sınava giriyor. “Almanların en büyük edebiyatçılarından kimleri sayabilirsiniz? Berlin’de hangi müzeler var?” sorularına cevap veremiyor. En azından, Goethe’nin İslam’la olan yakınlığını ve kendi türü içinde Batı dünyasının en eski müzelerinden olan, 1904’te kurulmuş İslam Eserleri Müzesi’ni bilmeliydi.
Şimdi elçiliklerimiz, müşavirliklerimiz var. Birçok yerde Yunus Emre kültür merkezleri açıldı. Doğru adamları desteklemekten bahsettik ya… Valentyn Stetsyuk, Lubomir Krizan, Klaus Dieckmann, Georgeos Diaz-Montexano gibi araştırmacıları bizimkiler kaç kere çağırıp konuşturmuş mesela? Stetsyuk Hunların 130 yıl ve altı kuşak, Avarların 250 yıl ve on kuşak boyunca Slavlara tesir edip onları şekillendirdiğini, bu dönemlerin ise Rus tarihçiliğinde kasten yer almadığını söylüyor. Montexano eklemeli özellikteki antik İberya dilinin bir Batı Altay-Türk dili olduğunu iddia ediyor vesaire… Nereye baksak birçok bakir alan var.
Tükettiğini, israf etmemeyi, helali, haramı umursayan bir gençlik hayal ediyorum. Ama Milli Eğitim politikaları sadece okullarla, öğretmenlerle, müfredatla ilgili bir konu değil. Eğitimin en önemli konularından biri yüksek siyasetçi ve bürokratların gençlere ve çocuklara ahlaken örnek olmasıdır.
Yabancı marka yerine yerli malı eşofman kullanılması teşvik edilmeli. Ben yerli bir marka eşofman kullanıyorum. Firma sahibiyle görüştüm. “Üretimimiz dünyaca ünlü markalarla aynı kalitededir. O markalara da üretimi biz yapıyoruz ancak logosu farklı olduğu için iki katı fiyata satılıyor” diyor. Yerli eşofmanlar kültüre ehemmiyet veren gençlerimize şuur üniforması olabilir.
Ekonomi profesörü Serge Latouche İtalyan kaynak suyu San Pellegrino’yu Fransa’ya, Fransız kaynak suyu Evian’ı İtalya’ya taşıyan binlerce kamyondan bahsediyor. Alpleri bu amaç için aşan kamyonlardan… Bu israf değil mi? Dünyada da susuzluk çeken yüz milyonlarca insan var ve dünyada her yıl üretilen gıdanın üçte biri çöpe atılıyor. Gıda israfının yıllık bedeli 1 trilyon dolar… Hâlbuki bu parayla her yıl 2 milyar aç insanın karnı doyabilir. Dünyada bir sistem sorunu var. Bunun sonucunda insani kültür acayip bir hale evriliyor. Biz bu kültür mevzisinden, bu kültür şuurundan hareketle dünyayı daha medeni bir yer hale getirebilmek için çalışmak zorundayız. En fazla insani yardım yapan bir ülkeyiz. Bu çok mühim… Anadolu’nun kutlu sadasını, inceliğini, insaniyete davet eden hakikat çağrısını hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Bizim asıl kültürümüz “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” hadisini temel alıyordu. Galip Erdem de buna işaret ederek “en büyük eksikliğimiz hala birbirimizi yeterince sevmeyi öğrenememiş olmamızdır” diyordu.
Türk Ocakları G. Merkezi, Cumhuriyetimizin Yüzyılı Bilgi Şöleni (21 Ekim 2023) sunumu