İnsanların sevgiden yaratılmış olması ise Müslümanların zihninde tam anlamıyla devrim yaratması gereken bir ifadedir. Zira sanılanın aksine, Tanrı için esas olan eylem tarzı korku ve korkutma değil, sevgi, rahmet, ihsan ve müjdelemektir. Zaten bu gerçeği dile getiren hadisler de mevcuttur. Daha bu ilk vahiyde Yüce Allah, Peygamberini ve diğer kullarını silik, önemsiz bir varlık olarak değil, şahsiyet sahibi değerli bir varlık olarak muhatap almaktadır. Üstelik muhatap alınan diğer insanlar da okumayı ve kalemle yazmayı öğrenmek istidadında olan, hatta bununla yükümlü bulunan varlıklardır. İlahî vahyin, Mekke gibi okuma yazmanın yok denecek kadar az olduğu bir coğrafyada kalemden, okumadan, yazmadan, öğretmeden, öğrenmeden bahsederek başlaması Kuran açısından başlı başına mucize olması yanında İslam dininin asıl hedefinin insanları ilim ve irfan sahibi yapmak olduğunun da bir işaretidir. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir başlangıcı ne Tevrat’ta, ne de İncillerde görmek mümkündür. Ve yine bir gerçeği itiraf etmek gerekirse sadece günümüzde değil, bütün İslâm tarihi boyunca Müslümanların çok büyük bölümü, bu ayetlerin ne anlama geldiğinin farkına varamamışlardır. Yoksa İslâm dünyası ve insanlık bu durumlara düşer miydi?
*****
Prof.Dr. Nusret ÇAM
Başlangıçlar, ilk karşılaşmalar, ilk görüşmeler her zaman ve her kültürde önemlidir. Bu sırada yapılan selamlaşmalar, hitaplar, seçilen kelimeler, vurgular, tonlamalar ve konuşulan konular ileride olacaklar hakkında büyük ölçüde fikir verir. Aynı şekilde her projenin, her işin bir yapılış amacı, her kitabın yazılış maksadı vardır. Bunların neler olduğu, çoğu zaman yazılı metinlerin başında belirtilmiştir. Bu durum anayasalar ve kanunlar için daha da sistemli kural hâlinde karşımıza çıkar. Hukuk metinlerinin en başında yasaların olmazsa olmaz kabilinden temel ilkeleri kısa, öz ve net olarak belirtilmiştir. Bir bakıma önsöz, takdim, mukaddime, giriş anlamına gelen Dibace denilen bölüm sayesinde özellikle anayasaların hangi temel normlarla ve nasıl bir felsefeyle hazırlandıkları ve sonraki hükümlerin bunlara aykırı olamayacağı böylelikle daha en başta anlaşılmış olur. Hukuk metinlerine bir başlangıç bölümünüm konulmasının tarihi Hammurabi Kanunları’na kadar gider (M. Ö. 1800). Aynı şekilde M. Ö. 13. yüzyılda Mısır kralı II. Ramses ile Hitit kralı III. Hattusili arasında imzalanan Kadeş Antlaşması tarihi öneme sahip bir başlangıç kısmına yer vermiştir[1]. Kuran-ı Kerim elbette bir anayasa değildir, fakat yaratılış maksadı bilgi, sevgi, güzellik esasına dayalı uygarlıklar tesisi etmek olan insanoğlu için hidayet ve rehber kitabıdır. Dolayısıyla, böyle bir kitabın temel ilkelerinin daha en başta belirtilmiş olması gerekirdi.
Mevcut Tevrat ve İncillerin hiç birisinde, verilecek mesajın mahiyetini ve ana ilkelerini ortaya koyan dibace diyebileceğimiz bir takdim bölümü ile karşılaşmıyoruz. Onların hepsi de yaratılış ve peygamberler tarihi ile başlarlar. Esasen bildiğimiz kadarıyla İslâm âlimleri de Kuran-ı Kerim’i böyle bir dibace açısından ele almamışlardır. Her ne kadar İbn-i Mesud (öl. M. 652), Mü’min ve Ahkâf surelerine “Kuran’ın dibacesi” demişse de[2] onun bu değerlendirmesinin öze ait değil, şekilsel olduğu anlaşılmaktadır. Müslümanlar İhlas (Ehad) suresini “Kitabın anası, özü” anlamında “Ümmü’l-Kuran” olarak bilir ve değer verirler. Fakat bu dibace anlamına gelmez. Zira bu surede dile getirilen husus Allah’ın var, bir ve benzersiz olmasına özel vurgu yapılmasından ve öz olarak ifade edilmesinden ibarettir. Orada insanın Tanrı ile münasebeti, sorumlulukları, dünyada nasıl davranacağı, yaratılma sırrı ve dünyada sahip olduğu donanımlar gibi konular yoktur. Zaten bir bölümün dibace, yani takdim ve söz başı olabilmesi için bahsettiğimiz özellikleri yanında ait olduğu büyük metnin en başında ve en görünür yerinde olması gerekir. Ana metnin daha iyi anlaşılması maksadıyla rehber niteliğindeki bilgilerin kitabın en başına konulmayıp da sayfa aralarına gizlenmesi, takdimin tesirini azaltır. Bu ise asla istenen bir durum değildir. Öyleyse sadece hikmet olarak değil, edebi bakımdan da mesajını en etkili şekilde vermeyi amaçlayan Kuranıkerim’de böyle özellikli bir dibace bölümünü Kuran’ın en başında aramak gerekir.
Kuran-ı Kerim’de başlangıç
Burada bir hususa açıklık getirmek gerekiyor: Kuran-ı Kerim’de ayetlerin ve surelerin bir kronolojik sıralanması vardır. Yani vahiy yoluyla gelen ilahî metinler geliş sırasına göre Alak (suresinin ilk beş ayeti), Kalem, Müzemmil, Müddessir, Fatiha (suresinin tamamı) ile başlayıp Maide, Tevbe, Nasr sureleriyle bitecek şekilde tertip edilmişlerdir. Diğer bir düzenleme şekli ise geliş sırası gözetilmeksizin yapılan, Fatiha, Bakara, Al-i İmran, Nisa sureleri ile başlayıp Felak ve Nas sureleri ile sona eren bugün herkesin bildiği Mushaf’tır. Bu arada ilk vahyedilen metnin Alak suresinin tamamı değil, onun ilk beş ayetinin olduğunu, surede yer alan diğer on dört ayetin daha sonra indirildiğini de belirtelim. Bu beş ayet geldikten sonra vahiyde uzunca denilebilecek bir süre kesinti olmuştur. Bu bakımdan Alak suresinin ilk beş ayeti, mesajın dibace olma özelliğine şeklen de uymaktadır. Bütün hâlinde inen ilk sure ise Fatiha’dır. Dolayısıyla Kuran’ın dibacesi demeye hak kazanan metinler Alak suresinin ilk beş ayeti ile Fatiha suresinin tamamıdır. Fatiha suresi, elimizdeki Mushaf’ın en başına konulmakla onun bu özelliği kısmen korunmuş olsa da Alak suresinin ilk beş ayeti Mushaf’ta 96. sıraya konulmak suretiyle dibace olma özelliğini şekilsel olarak kaybetmiş olmakla birlikte muhteva olarak Kuran’ın dibacesi olma özelliği hep baki kalmıştır.
96 (Nüzul sırasına göre 1) ALAK SÛRESİ
Rahmet merhamet sâhibi Allah’ın adıyla
1) Oku, Rabbinin adıyla, O ki (seni) yaratan.
2) ve Yaratan insanı ilgiden sevgiden alâkadan
3) Oku, ikram sâhibidir Rabbin senin.
4) O’dur size kalemle yazmayı öğreten.
5) O’dur insana bilmediğini belleten.
Beş cümleden meydana gelen bu ilk vahiyde “okumak” kelimesi 2 kez, “Rab” (“O” ile beraber) 3 kez, “sen” 2 kez, “yaratmak” 2 kez, “insan” 2 kez, “sevgi” 1 kez, “ikram sahibi” 1 kez, “siz” 1 kez, “kalem” 1 kez, ”yazmak” 1 kez, “öğretmek” 1 kez, “bilmemek” 1 kez, “belletmek” 1 kez geçmektedir. İkinci ayetin Arapça orijinalinde geçen “alak” kelimesini yorumcular genellikle “kan pıhtısı” şeklinde tercüme etmiş iseler de, lügatlerde “sevgi” anlamına da sahip olan bu kelimenin hiç olmazsa buradaki anlamını sevgi sözcüğü ile karşılamak icap eder. Zira ona “kan pıhtısı” manası vermek hem metnin muhtevasına, hem de böyle bir vahiy ortamında zerafet ve nezaket ilkelerine uygun olmaz. Birbirleriyle vahiy ortamında ilk kez karşılaşan Tanrı ile peygamberin, yani iki sevgilinin ilk sözlerinin “kan pıhtısı” gibi hiç de sevimli olmayan bir söz ile değil de “sevgi”, hatta “aşk” ile başladığını düşünmek hem Tanrı’nın sıfatlarına ve şanına hem de insan tabiatına daha uygundur. Zaten “alak” kelimesinin içinde bu anlam da vardır. İnsanın sevgiden yaratılmış olması çocuğun anne ve babanın münasebetiyle başlayan biyolojik var oluş sürecine olduğu kadar insanın kozmolojik varoluş felsefesine de uygundur. “Alak” kelimesine verilen “kan pıhtısı” anlamı, bu hakikati ifade etmekten çok uzaktır.
Yine ayette Tanrı kelimesinin karşılığı olarak Allah isminin değil de kullarına daha sevecen ve sıcak gelecek Rab (Efendi, sahip, terbiye eden) adının kullanılması da ilginçtir. Yaratıcı’nın o kadar sıfatları arasından gazap ve celal sıfatlarını değil de “terbiye eden, eğiten” anlamına gelen Rabb’i ön plana çıkarmasını, “okumak”, “kalem”, “yazmak”, “öğretmek”, “belletmek” kelimeleri ile birlikte düşündüğümüzde İslâm dininin esasen akıl ve ilim dini olduğu daha iyi anlaşılacak ve insanın olduğu kadar İslam dininin de yeryüzünde uygarlık için var edildiğini ortaya çıkacaktır.
İnsanların sevgiden yaratılmış olması ise Müslümanların zihninde tam anlamıyla devrim yaratması gereken bir ifadedir. Zira sanılanın aksine, Tanrı için esas olan eylem tarzı korku ve korkutma değil, sevgi, rahmet, ihsan ve müjdelemektir. Zaten bu gerçeği dile getiren hadisler de mevcuttur. Daha bu ilk vahiyde Yüce Allah, Peygamberini ve diğer kullarını silik, önemsiz bir varlık olarak değil, şahsiyet sahibi değerli bir varlık olarak muhatap almaktadır. Üstelik muhatap alınan diğer insanlar da okumayı ve kalemle yazmayı öğrenmek istidadında olan, hatta bununla yükümlü bulunan varlıklardır. İlahî vahyin, Mekke gibi okuma yazmanın yok denecek kadar az olduğu bir coğrafyada kalemden, okumadan, yazmadan, öğretmeden, öğrenmeden bahsederek başlaması Kuran açısından başlı başına mucize olması yanında İslam dininin asıl hedefinin insanları ilim ve irfan sahibi yapmak olduğunun da bir işaretidir. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir başlangıcı ne Tevrat’ta, ne de İncillerde görmek mümkündür. Ve yine bir gerçeği itiraf etmek gerekirse sadece günümüzde değil, bütün İslâm tarihi boyunca Müslümanların çok büyük bölümü, bu ayetlerin ne anlama geldiğinin farkına varamamışlardır. Yoksa İslâm dünyası ve insanlık bu durumlara düşer miydi?
Bu ilk vahiyde cennetten, cehennemden, ibadetlerden, cezadan ve mükâfattan bahsedilmemesi de İlahî mesajın birincil esasının Rabbi tanıyıp üstün bilerek insanın, O’nun bu terbiye edicilik vasfını kendi hayatında ve yeryüzünde gerçekleştirmek olduğunun işaretidir. Diğer bir deyişle Kuran’ın insanları hidayete eriştirmede uygulamak istediği asıl yöntem korkutmak ve menfaat (havuç ve sopa metodu) değil, sevgiye, bilgiye dayalı bir yöntemdir. Alak suresinin bu ilk beş ayetinde dikkatimizi çeken diğer bir nokta da vahyin muhatabının bir zümre, kavim, millet, sınıf ve hatta “mümin” değil, “insan” olmasıdır. Böyle bir bakış açısının dünyaya ve insanlara neler kazandıracağı meydandadır.
Kuranıkerim’de ikinci başlangıç: Fâtiha Sûresi
Kuran’ın dibacesi olarak takdim edebileceğimiz ikinci metin, bütün olarak inen ilk sure olması ve elimizdeki Mushafın en başında yer alması dolayısıyla Fâtiha’dır. Kuran’ın diğer bölümlerinin aksine besmelenin surenin aslından sayıldığı tek sure olan Fatiha şöyledir:
FÂTİHA SÛRESİ
1) Rahmet merhamet sâhibi Allah’ın adıyla başlarım.
2) İçten övgüler, âlemlerin Rabbi Allah içindir, Allah için.
3) O rahmet, merhamet sahibidir; O, sultanıdır Kıyâmetin.
4) Yalnız sana taparız, yalnız senden yardım dileriz.
5) Yolumuzu doğru, dosdoğru eyle hepimizin.
6) Bir yol ki, yolcularına hep nimetler verdiğin,
7) Bir yol ki azmadığı, gazap görmediği hiç kimsenin.
Alak suresinde olduğu gibi burada da Allah’ın rahmet, yani sevgi, şefkat, merhamet, bağışlayıcılık vasıfları öne çıkarılmıştır. Zira surenin ve hatta Mushaf’ın, Allah’ın “Aziz”, “İntikam sahibi”, “Mütekebbir”, “Kahhar”, “Celal”, “Cebbar” gibi korkuya ve heybete yönelik sıfatları ile değil de Rahman ve Rahim gibi “sevgiye ve acımaya dayalı koruma” anlamlarına gelen sıfatlarla başlaması tesadüfle izah edilemez. Bu durum yukarıda izah ettiğimiz “alak” kelimesinin “sevgi” anlamına da uygundur. Alak suresinde olduğu gibi Fatiha suresinde de Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarına en uygun olan Rab ismine öncelik verilmiştir. Allah’ın daha bu ilk mesajlarında yer alan bütün kelimeler ve kavramlar tam bir bütünlük arz etmektedir. Fakat Alak suresinin ilk beş ayetinden bir müddet sonra nazil olan Fatiha suresinde bir adım ileri gidilerek kula veya eşyaya değil, sadece Allah’a şükredileceği sadece O’na tapılacağı belirtilmiştir. Ve yine putlardan, putlaştırılan şahıslardan değil de sadece Allah’tan hidayet ve şefaat istenileceği vurgulanmıştır. Dolayısıyla, Allah ile kul arasına imanda ve ibadette hiçbir şahsın veya başka bir varlığın giremeyeceği kesin bir tarzda ifade edilmiştir. Nasıl ki Alak suresinde asıl muhatap herhangi bir kavim veya din mensubu kimseler değil insansa, burada da hitap tüm âlemleredir. Yani seçilmiş bir zümre yoktur. Oysa Tevrat’ın tek muhatabı Yahudilerdir. Ancak sevgiyi, kalemi, kitabı, okumayı, öğrenmeyi ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ı rehber edinen insanların rahata, huzura, barışa, refaha ve mutluluğa erişeceği belirtilerek dibace tamamlanmıştır.
Sonuç Olarak
Kuran-ı Kerim’in dibacesi, yani en üst kodları olan Alak ve Fatiha sureleri birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara varırız:
İnsan sevgiden yaratılmıştır. Bu sebeple insanın Yaratıcısıyla, yakınlarıyla, akranlarıyla, sosyal çevresiyle, tabiatla ilişkisinde ve hatta ibadetlerinde hâkim olması gereken temel güdü sevgi olmalıdır, korku değil.
İnsan, Tanrı’nın doğrudan doğruya muhatabı olacak kadar değerli bir varlıktır. Ve Allah’ın asıl muhatabı insandır, “mümin”lik ikincil vasıftır. Bu durumu “iyi insan olmadan iyi mümin olunmaz” şeklinde formülleştirebiliriz. Üstünlük ancak “doğru yol”u bulmakla (takvayla) mümkündür.
Tapılacak ve yardım istenilecek, hidayete götürecek tek varlık Allah’tır. Allah ile kul ilişkisinde asla aracı, şefaatçi olamaz. Sıfatı ve konumu ne olursa olsun, hiç kimse kendisini Tanrı’nın yerine koyamaz, Tanrı adına konuşamaz, hükmü Tanrı adına veremez.
Allah her şeyden önce rahmet ve merhamet Tanrı’sıdır. Bu sebeple cezalandırma vasfı bunun önüne geçirilemez.
İnsanın sapıtması yüzünden azap görmüşlerden olmamak için yapması gereken şey okumak, sevgi rehberliğinde bilmediğini bellemek, araştırıp öğrenmek, kalem ile yazmak, yani ilim yapmak, bu uğurda eserler vermek ve ikram sahibi olmaktır. İnsandan beklenen birinci vazife budur. Bu ifadeler arasında “akıl”, “aklı kullanmak, “düşünmek”, “tefekkür etmek” kavramları yer almasa da ayetlerde belirtilen fiillerin ancak akıl sayesinde gerçekleştirildiğine şüphe yoktur. Nitekim bu kavramlar Kuran’ın ileriki sayfalarında vurgulanmış şekilde pek çok defa tekrarlanmıştır.
Özellikle Alak suresinde insanların, barışçı medeniyetin temeli olan sevgi ve bilgi odaklı bir varlık olarak yaratıldığı anlaşılmaktadır. Bu ise insanın yeryüzündeki asıl misyonunun uygarlıklar yaratmak olduğuna delalet eder.
Ve en önemlisi, Kuran’ın diğer hükümleri bu temel ilkelere aykırı şekilde yorumlanamaz. Diğer ayetler bu dibacede açık biçimde belirtilen ilkeler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Kaynaklar:
[1] Levent Korkut, “Başlangıç Kısımlarının Hukuki Etkisi, Temel Nitelikleri ve 1982 Anayasası: Karşılaştırmalı Bir Analiz”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, sayı 4 (2), Güz 2017, s. 43-82. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1102245. 28.08.2022, saat 17.23)
[2] İbn Mes‘ûd, Kur’an’da “hâ, mîm” harfleriyle başladıkları için “havâmîm” denilen sûrelerden Mü’min ve Ahkāf sûrelerine “Dîbâcü’l-Kur’ân” adını vermiştir. (Tahir Özgür, “Dîbâce”, TDVİA, cilt9, İstanbul, 1994, s. 278.
————————————————————-
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/kuranikerimin-baslangic-ayetleri-uygarlik-acisindan-ne-anlam-ifade-eder/