Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Yeryüzünde doğal kaynaklar giderek azalıyor. Küresel güçler, ekonomik zenginlik ve gönencin yalnızca kendi toplumlarına yeteceği kaygısıyla bütün dünya kaynaklarını denetim altına almayı planlıyor. Birinci ve İkinci paylaşım savaşları sonrasında bağımsızlıklarını elde eden ulusal devletler üzerinde yeni bir paylaşım süreci yürütülüyor.
Küresel ekonomik sistem, zengin ve güçlü ülkelerin dışındaki ekonomik coğrafyaları, kendi zenginliklerinin birer girdisi gibi görüyor. Bu yerlerin değerli ekonomik ve insan kaynaklarını öncelikle kendi şirketlerinin kullanımına vermeyi amaçlıyor. İş birlikçi yönetim ve yerel egemenler aracılığıyla halkın varlıklı küçük bir kısmını markalı ürünlerinin müşterisi konumuna getirirken, geniş bir kesim giderek yoksullaşıyor.
Küresel Güçlerin ‘Bizim Çocukları’
ABD, AB, Çin ve Rusya gibi güçlü toplumlar, çok uluslu şirketleri aracılığıyla yeryüzünün enerji ve ham madde kaynaklarına el koyma arzularını artık gizlemiyor. Dünya kaynaklarının, yerel halk ve bölge uluslarınca yeterince kullanılmamış olmasını fırsat bilerek, kendi ekonomilerine kazandırmak istiyorlar.
Sömürgeci ülkeler, geçmişte dünya ekonomisindeki zenginliğin asıl kaynağı olan ekonomik kaynakları elde etmek amacıyla ülkeleri işgal ederdi. Günümüzde, kendi kaynaklarını yönetmede yetersiz kalmış ekonomik coğrafyaların, açıktan askeri ve fiziki olarak işgali pek yararlı görünmüyor. Açık sömürgecilik ve işgal politikaları, toplumlarda gerçek milliyetçilik düşüncelerini ve vatanseverlik duygularını harekete geçiriyor.
Postmodern sömürgecilik çağında, halkı yeterince bilinçli olmayan ve düşünce körlüğü içinde olan toplumlar, çoğunlukla kendi yönetim ve siyaset sistemleri üzerinden kontrol altına alınıyor. Ekonomik kaynaklara sahip olan ve ticaret yolları üzerinde bulunan ülkelerin yönetici ve siyasetçilerine -ideolojilerine bakılmaksızın- kendi çıkarlarına göre hareket ettikleri ölçüde biçimsel olmayan ciddi destekler veriliyor.
Yoksul ülkeler için ortaya konulan küresel sömürü ağının en büyük aparatlarından birisinin de zayıf karakterli ve kompleksli yerel siyasetçiler olduğu görülüyor. Tepeden inme ‘tek adam’ rejimleri kurulmasına destek olunuyor ya da popülist demokrasi yoluyla yerel siyasetin işleyişine nüfuz ediliyor. İçi boşaltılmış bağımsızlık görüntüsü arkasından örtülü stratejik kararlar alınması sağlanıyor. Demokratik bir düzende siyasal parti yönetimleri, kendi üye ve seçmenlerinin tavırlarını temsil etmekle yükümlüdür. Güdümlü demokrasilerde parti yönetimleri, kritik konularda -nasıl karar aldıklarını açıklamadan- seçmenlerini ikna etmek üzere yoğun propaganda yapıyor.
Küresel Güçler ile Terör Örgütlerinin Yoldaşlığı
Küresel güçler, yerel yönetim ve siyaset sistemleri üzerinden kendi lehlerine doğrudan ya da dolaylı yollardan karar alınmasını sağlayamadıkları zaman, bölgesel şartlara göre etnik ve dinsel iddialara dayalı terör örgütleri oluşturuyor. Küresel projelere direnen ülkeleri, birer taşeron gibi kullandıkları terör örgütleriyle istikrarsızlaştırıyor. Yönetici ve siyasetçiler ile halkın bir kısmında kafa karışıklığı ve yılgınlık yarattıktan sonra bazı siyasal anlayışlar aracılığıyla taleplerini kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Terör örgütleri, devlet yapısını ve toplumsal bütünlüğü bozucu bir rol oynuyor. Yerel söylem ve simgeler kullanmakla birlikte çoğunlukla arkalarında küresel güçler bulunuyor. Küreselleşme sürecinin patronları, ideolojik olarak kapitalist olsalar bile, komünist ve dinci ideolojiler üzerinden terör örgütlerini destekliyor. Bu anlamda, Orta Doğu’da ve bölgemizde, belirli bir meşruiyet ölçüsünde ekonomik ve ticari konularda bile ‘örgütlenme’ etkinliği kazanamamış bazı kesimlerin, yasa dışı terör örgütlerini kurmaları ve sürdürmeleri oldukça dikkat çekici bir husustur.
Küresel Güçlerin Silahlı Kuvvetleri Olarak Terör Örgütleri
Zayıf toplumlardaki yönetimler, küresel sermayenin belirlediği rotadan çıkmadığı sürece, kendi halkına ne kadar tahakküm kurarsa kursun, yönetim rejiminin nasıl olduğu bir sorun olarak görülmüyor. Sözgelimi, küresel sermayenin mutlak tahakkümü altında bulunan anti demokratik petrol zengini ülkelerde yaygın terör örgütlerine rastlanmıyor. Buna karşılık, Atatürk’ün çizgisinde kararlı bir biçimde ekonomik ve demokratik gelişmesini sürdüren Türkiye’ye, Cumhuriyet’in ilk yılları ile 1984’den bu yana etnik-solcu ve dinci terör örgütleri aracılığıyla ayar çekilmeye çalışılıyor. Terörün can yakıcı ve ekonomik yıkıntısı ile psikolojik ezikliği üzerinden siyaset ve toplum güdümlü bir hale getirilmek isteniyor.
Küresel Güçlerin Gölgesinde Ülke Siyaseti
Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, sömürgeci güçlerin işlerine geldiği için kendisine verilmiş değildir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türklerin canı ve kanıyla kazanıldı. Kutlu bir bağımsızlık savaşı verilmekle birlikte uygar dünya ile diplomatik temaslar başarıyla yürütüldü. Atatürk’ün hayatta olduğu ilk on beş yıl boyunca tam bağımsızlık anlayışından hiç taviz verilmeden, tarım, sanayi ve hizmet kesimlerinde çok ciddi gelişmeler yaşandı. Bu dönemde, ülkemizde iç ve dış işlerinde tamamen kendi inisiyatifi doğrultusunda kararlar alındı ve uygulandı. Kurtuluş Savaşı’yla yenilgiye uğratılan İngiliz ve Fransızların kışkırtmasıyla başlatılan iç kargaşalar, her güçlü bağımsız devletin yaptığı gibi iç ve uluslararası hukukun verdiği hakla sonlandırıldı.
Atatürk’ün vefatı sonrasında küresel güçlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik dış taleplerinde ve dayatmalarında belirgin bir artış olmaya başladı. Soğuk savaşın neden olduğu bloklaşma kapsamında ülkemize, askerî amaçla NATO’ya dâhil olma ihtiyacı hissettirildi. Ancak, patron ülke ABD, NATO’yu kendisinin küresel bir müdahale aracı gibi kullanarak siyasi, ekonomik ve kültürel dayatmalarıyla Türk yönetimini kendi etkisi altına alma çabasına girişti. Bu kapsamda, Türk ekonomisi küresel kapitalizmin askerî ve ekonomik lojistik merkezi olması yönünde tahakküm altına alınmaya çalışıldı. Bu talep ve baskılara direnmek isteyen kişi, kurum ve iktidarların başına epeyce belalar geldi.
Küresel Güçlerin Türk Yönetimine Baskıları
Küresel baskıların başında, temelleri Cumhuriyet’in ilk yıllarında atılan, kamu-özel girişimcilik birlikteliğine dayalı toplumsal kalkınma politikasından vazgeçilmesiydi. Dünya ekonomisine ‘entegre’ olunması için liberal- kapitalizmin Türk ekonomisine biçtiği rolün tam olarak oynanması isteniyordu. Türk yönetim ve siyaset yapısı, küresel güçlerin beklentilerine tam olarak cevap vermek istemediği zaman, etnik ve dinsel topluluklar üzerinden ayrılıkçı ve bölücü hareketler birer manivela gibi kullanılır oldu.
Küresel kapitalizmin ülkemize dayattığı neo-liberal ekonomi politikaların öncülüğünü, Amerikancı cunta 12 Eylül Darbesi ve uzantısı dört eğilimli siyasal iktidar yaptı. Askerî cunta ve arabesk siyasal iktidar, küresel güçlerin isteklerini, kültürel kökleri olan milliyetçi, solcu, İslamcı ve liberal siyasi düşüncelerle beklenildiği gibi yerine getiremezdi. Bu yüzden, özellikle 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunuyla Türk siyasetinde ‘Güçlendirilmiş Genel Başkanlık’ sistemine geçildi. Bu dört ‘neo/yeni’ siyasal anlayışı temsil eden siyasal partilerin genel başkanlıkları, demokrasinin tanım ve özüne aykırı olarak, aşırı bir biçimde güçlendirildi. Böylece, adım adım milliyetçiliğin içi boşaltılarak neo-milliyetçilik, solculuğun içi boşaltılarak neo-solculuk, İslamcılığın içi boşaltılarak neo-islamcılık, liberalliğin içi boşaltılarak neo-liberalcilik dönemi başlatıldı. Bu yeni döneme uyum sağlamada geciken ya da direnenler büyük ölçüde siyasal itibarlarını kaybetti. Kendi siyasal partilerinin asıl siyasal kimliğine ve kültürel temellerine sahip çıkan siyasetçiler, bir tür insan kıyma makinesi gibi işleyen güçlendirilmiş genel başkanlar tarafından tasfiye edildi.
Siyaset Kimler İçin Yapılıyor?
Popülist siyasal yapılar, görünürdeki çekişmelerine rağmen, ekonomi politik yaklaşımları bakımından küresel güçlerin düşünce iklimine yakın duruyor. Sömürgeciliğin en eski müdahale aracı olan etnik ve dinci bölücülüğe anlayış gösterme konusunda birbirleriyle yarışıyor. Yeni siyaset yapma tarzı, neredeyse kendi üye ve taraftarlarının amaç ve beklentilerini temsil etmekten çok, küresel güçlerin beklentileri doğrultusunda kendi tabanlarını ikna etmeye odaklanmış gibi görünüyor.
Darbecilerin 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, siyasal parti genel başkanlığı ve üst yönetimini, kendi toplumsal tabanlarının eğilim ve görüşlerinden kopuk siyaset yapma alışkanlığına sürüklüyor. Bu durum, siyasal partilerin birer demokratik örgüt olma özelliğini bozuyor. Ayrıca, siyasal parti yönetimlerini güçlü dış etkilere ve müdahalelere açık hale getiriyor.
Sonuç olarak, mevcut 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu, demokratikleşme lehinde değişmediği sürece, genel başkanlar siyasal partinin ‘tek adamı’ olacaktır. ‘Tek adamlık’ olgusu, demokrasilerde toplumsal sorunlara birer çözüm örgütlenmesi olan siyasal partileri, en hafifinden tek kişinin liyakat düzeyine hapseder. En kötü ihtimal ise, küresel güçlerin talimat ve şantajlarına ülkeyi açık hale getirme riski barındırmasıdır.
——————————————-
Kaynak:
https://millidusunce.com/misak/kuresel-guclerin-golgesinde-siyaset/