Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini anlamak için niçin Anadolu’ya çekilerek yeni devletin kurulması ve buranın jeo politik konumu hakkında konuşmak şart. Daha önce toprağıın yurt kılınması ve jeo-kültürel duyarlılık üzerinde durmuştuk, bu makale de ise Anadolu’nun konumu üzerine hasbıhal edelim.
- 1789 Fransız İhtilali; Değişen Dünya Siyasal Paradigması
Bilindiği üzere 1789 Fransız İhtilaliyle dünya sosyo-politik yapısı değişti; monarşiden cumhuriyet yönetimine, dinsellikten sekülarizm ve laikliğe geçiş başladı. Osmanlı Devleti bu değişikliklere uygun ıslahatlar ve düzenlemeler (Tanzimat) yapmaya çalıştı; Üç Tarz-ı Siyaset yani devlete bağlılığın üç farklı tarzı olan Osmanlı(cı) lık, İslam(cı)lık ve Türk(çü)lük ile yeni duruma uyum gayreti içinde oldu.
Temelde farklı içerikleriyle ortaya çıkan bütün fikirler ve akımlar, kuruluş aşamasındaki mahiyet ve hüviyet ilişkisindeki sorunları çözmeye yönelikti. Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük politikalarından en sonuncusu ile Türkiye Cumhuriyeti Anadolu merkezli kuruldu. Bu çerçevede Misak-ı milli sınırları içinde yeni bir ulus devlet oluşturmak ve yeni bir kimlik olarak Türklük tasavvurunu inşa etmek için ortaya çıkan Resmi/Kemalist, Türkçü, Mavi ve Muhafazakâr Anadoluculuk akımları ortaya çıktı. Anadolu milliyetçiliği ile resmi kimlik siyaseti, Anadolu’yu merkeze alan ortak bir vatan duygusunda birleşti.
- Anadolu ve Farklı Jeo-Kültürel Duyarlılıklar
Anadolu merkezli milliyetçilik, zaman içinde evrilerek her biri diğerinin söyleminde gördüğü tutarsızlıkları ortaya koyan düşünce akımlarına dönüştü. Özellikle Mavi Anadoluculuk, 1940’lı yıllarda resmi politikalarla Hasan Ali Yücel özelinde kurduğu gerek kurumsal gerek kişisel bağların da etkisiyle güçlendi.
Mavi Anadolucuk hareketinin laik ve batılılaşma ile İyonya kültürünü merkeze alan modernleşme söylemine karşı, “kültür temelli bir milliyetciliğe ve gelenekçiliğe“ dönüşen Muhafazakâr Anadoluculuk diyebileceğimiz karşı bir söylem geliştirildi. Burada kolektif bir isim olarak “Anadolu Türkü”nün belirlenmesi; ortak bir soy miti olarak Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden ve bu coğrafyayı Türklüğün İslamlaştığına duyulan inanç, ortak zafer olarak 1071 Malazgirt, ortak acı ve paylaşılan tarihi anlar olarak ezilen ve mağdur olan Anadolu öncelenir. Bu noktada Ali Fuad Başgil, Mümtaz Turhan, Nureddin Topçu gibi alimlerin oluşturduğu Muhafazakâr Anadoluculuk anlayışının ilk Anadoluculuk hareketinden farkına dikkat etmek gerekir.
1923-1925 arasında Mükrimin Halil Yinanç ve ekibinin çıkardığı Anadolu dergisi etrafında oluşan Türkçü veya Etnik Anadoluculuk denilen tasavvura göre “Türklerin Anadolu’ya gelişi 1071 yılıyladır hipotezi Batı Merkezli Bir Tarih projesidir.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Anadolu en az yedi bin yıllık Türk beşiğidir” diyerek Batı merkezli okumalara karşı çıkması bu açıdan önemlidir. Ziya Gökalp’in “Büyük Oğuz İttihadı” öğretisinin Anadolu merkezli kurulan devletin toparlandıktan sonra Suriye, Irak ve Azerbaycan Türkmen birliğini ve ardından da Turan/Kızıl Elma fikriyle uzak hedef olarak tarihsel bilincin yenilenmesi de bu açıdan düşünülmelidir.
Bu noktada Doğu ve Doğulu anlamlarında ‘‘güneşin doğduğu yer anlamına gelen Anadolu (Anatolia) ve Türkiye terimleri üzerinde biraz durmak, kuruluş felsefesini anlamak için şarttır.
- Aslında Türkiye (Turkiye ismini Anadolu’da ilk kullanılan topluluğun Keltler olduğu tartışmalarını bir kenara bırakıp)isminin seçiminden başlayıp,
- iştişare ve şura anlamıyla Türk-İslam düşüncesindeki işlevseliliği ve modern dünya paradigmasındaki yeri açısından Cumhuriyet’in benimsenmesi,
- dini değerlere önem veren monarşiden Diyanet İşleri Başkanlığının kurarak aynı dikkati ve duyarlılığı gösteren laik bir sisteme geçiş;
- aslında 2. Meşrutiyet’ten itibaren ortaya konulan seçeneklerin özetidir.
Bu da gösteriyor ki, mahiyet-hüviyet ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde yeni devletin jeo politik açıdan kadim dünyanın kilidi/mihveri konumunda Anadolu’ya çekilerek kurulması seçkin zekalarının bir ürünüdür.
- Anadolu: Jeo-Politik Açıdan Kadim Dünyanın Mihveri
Üç Tarz-ı Siyaset’ten Türkçülüğü “bir bilinçlilik refklesi” ile yeniden okuyan sivil ve askeri bürokratlar jeopolitik açıdan dünyanın en stratejik yerlerinden birisi ve Osmanlının kurucu mekânı olan Anadolu’ya çekilerek Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunu bütün dünyaya ilan ettiler.
Bize göre dönemin reel politiğine son derece uygun olan bu seçimin aslında 1822 yılında Osmanlı Devleti’ni tehdit eden tehlikelerden kaçınmak için 1822 yılında sunulan üç seçenekli çözüm önerisinden birisidir. Diğer bir ifadeyle “Bir Nefes Felsefe” yazılarında bahsettiğimiz seçeneklerden biri olan Anadolu’ya çekilmek en rasyonel tercih olarak sunulmuştu zaten. Yoksa eyaletleri savunalım derken milk/mülk yani devlet ve hayatımız elden gidecek, Kırım, Hindistan ve Kazan halkları gibi köle konumuna düşecektik ya da Anadolu merkezli yeni bir diriliş içine girecektik.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde milliyetçi düşünüş bir yol ayrımına gelmişti. Birinci yol “millî uyanışı imparatorluk devrinde ihmale uğramış olan ana vatanın köklerine nüfuz ederek canlandırmak” düsüncesini savunan ‘Memleketçilik’; diğeri ise “imparatorluk ruhundan mülhem olan yeni bir millî imparatorluk fikri uyandırmak” olan ‘Turancılık’tı. İlki yakın hedef Anadolu merkezli dirilişi ve yeni devlet ilanını reel politiğe uygun görmek ve ardından Türkmen ittihadı diye Suriye, Irak, Azerbaycan yani bölgesel birliktelik ve nihayetinde bütün Türk dünyasının kültürel ve ekonomik açıdan ortak hareket etmesini uzak hedef olarak görmektir. Gaspıralı İsmail Bey’in ifadesiyle “Dilde, işte, fikirde birlik.” imkânlarını sürekli güncel tutmaktır, kısacası.
Bu iki öğreti temelde aynı kaygılardan hareket ediyor ve birbirleriyle çekişerek gelişiyordu. Nitekim Türk Ocağı bünyesinde “Büyük Türkçülüge” karşı “Küçük Türkçülük” veya “Türkiyecilik” şeklinde 1917/8 yılında ciddi müzakereler yapılması da bunu göstermektedir. Dolayısıyla bana göre bu iki söylem, aynı ve/ya benzer gayeleri gerçekleştirmek için önceliklere ve hedefe ulaşmak için yöntem farklıllığına sahiptir. Aslında bu öğreti 1822 tarihli üç öneriye dikkat edip hiç birinden vazgeçmeden yakın hedef Anadolu merkezli dirilişi reel politiğe uygun görmek ve ardından Türk/men ittihadı diye Suriye, Irak, Azerbaycan yani bölgesel birliktelik ve nihayetinde bütün Türk dünyasının kültürel ve ekonomik açıdan ortak hareket etmesini uzak hedef olarak görmektir. Gaspıralı İsmail Bey’in ifadesiyle “Dilde, işte, fikirde birlik.” imkânlarını sürekli güncel tutmaktır, kısacası.
Kurucu ekibin lideri Mustafa Kemal üzerinde yoğun etkisini bildiğimiz Ziya Gökalp’in “Büyük Oğuz İttihadı” öğretisini başka vesilelerle ayrıntılı müzakere ettik, okurlarımız hatırlar. Çünkü Ötüken Ergenekonu’nu tarihsel dirilişimiz, Milli Mücadele’yi de Anadolu Ergenekonu olarak görüp bir milletin yeni bir kimlikle doğuşu üzerinde epey müzakereler yapmıştık.
Turan öğretisinin Anadolucuk ile sınırlanması dönemin reel politiğinin zorunlu bir sonucu olsa gerek. Ziya Gökalp’in “Büyük Oğuz İttihadı” öğretisinde Anadoluculuk, Memleketçilik ve Türkiyecilik, Türkmen ve Oğuz birliği aşamalarının bunu göstermesinin yanı sıra dönemin önde gelen sosyalistlerinden olan Nüzhet Sabit ve Raşit Hatipoğlu gibi düşünürlerin de aynı kanaatte olduklarını görüyoruz. Bu da gösteriyor ki, Anadoluculuk o şartlardaki reel politik gereği üretilen bir söylemdir.
- Küresel Güçlerin Strateji Farklılıkları
Nitekim dönemin küresel güçlerinin strateji farklılıklarına baktığımızda Britanya, Türk dünyasının diğer birimleri ile irtibatın kurulmasının önünün kesilip içe kapanık Türkçü homojen bir yapı ile Anadolu Türklerinin varoluşlarını sürdüreceklerini vurguluyordu.
İngiltere’nin en büyük kaygısı, yüzyıllar boyunca Asya ve Avrupa’nın kaderini önemli oranda etkileyen bir ırkın bağımsız kalan bir kolunun siyasi varlığını sürdürmesi durumudur. Eğer Türkler, Almanya’nın teşviki ile milli unsurlarını homojen ve tek bir devlet içinde bütünleştirirse varlıklarını koruyabilirler. Böyle bir durumda medeni milletler dairesine barışçıl bir temelle katılmaları mümkün olabilir. Yok eğer Prusya tarzı bir teşkilatlanmaya giderlerse dünya için geçmişte olduğundan daha tehlikeli olurlar denilmektedir. Bu durumda Türkçü bir söylem ile Rusya ve Britanya’nın önünü kesecek Prusya tarzı bir kuvvet oluşturmaya çalışıyor, diye düşünüyorlar. Almanya ise Pan Türkçülük ile Britanya ve ve Rusya’nın Pan Slavizmine karşı durmada Türkçülük ve Turancılığı bir öncü konumunda düşündüğü anlaşılmaktadır.
Bu değerlendirmelerde gösteriyor ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarını bu iki küresel güç ve ilişkileri bağlamında yeniden okumaya tabii tutmak gerekir. Çünkü günümüzde benzer değerlendirmeler yapılagelmektedir. Nitekim Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım (Çev; Vügar İmanov, Küre Yayını, İstanbul, 2003) adlı eserinde “Türkiye’nin bu bölgeye (yani Azerbaycan ve merkezî Asya’ya) yönelik her tür nüfuz edinme girişimininin engellenmesi”, “Her türlü ‘Turancı’ entegrasyon projelere set çekilmesi”, “Türkiye’ye ‘Panturanizm’ taşıyıcılarına karşı sert bir pozisyonel jeopolitik savaş ilân edilmesi”, “Tüm Türk mekânında yerel özerk kültürel eğilimleri ayrıştırmak ve klanlar, boylar, ‘uluslar’ vs. arasında geçimsizliği şiddetlendirmek için elden gelen yapılmalıdır”, “Türk havzası çepeçevre kuşatılmaya çalışılmalıdır” demektedir.
- Denge Oyunu ve Aktif Tarafsızlık
Bu bağlamda, Türkiye’nin olağanüstü bir jeopolitik konumda kurduğu denge oyununu güncellemek uygun olacaktır. Selim Deringil’in ifadesiyle Türkiye önemli bir kavşakta, küçük bir devlet olması nedeniyle hareket kabiliyetini her zaman en üst düzeyde tutmak zorunda. Uluslararası ilişkilerde kutuplaşma ve kamplaşmalara karşı dikkatli olması şart. Mümkün olduğunca “bloklaşma”lara katılmaktan kaçınıp, uluslararası güçler dengesini mümkün olduğu kadar “çok merkezli” tutmaya çalışmalı. Nitekim Britanya, Rusya ve Almanya üçgeninde kuruluş döneminde dengelere dikkat eden Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında dış işleri bakanı Rüştü Saraçoğlu’nun Türk-Alman Dostluk antlaşmasının yıl dönümünde Türkiye’nin savaş dışı kalma başarısını gösterdiğini ve İngiltere’nin çok rahatsız olduğunu görüyoruz.
İngiltere’nin doğu masasından G.L Clutton “Ama Türklerin İncil’de ve kuşkusuz Kuran’da da yazılı olan şu sözleri hatırlayacakları gün yaklaşıyor: İki efendiye birden hizmet edemezsin.” diyerek Türkiye’nin tavrını boş laflar olarak görür. Oysa Clutton’un anlamadığı: “Türkiye bu ‘efendilerin’ hiçbirine hizmet etmeye niyetli değildi.” Hem hiç birine hizmet etmedi hem de iki ülkeye krom satışından aldığı geliri artırdı. Almanya’nın SSCB’ye saldırmasıyla da özerk Türk Devletleri Turan öğretisi bağlamında yeniden gündeme geldi ve bu, tarafları oldukça rahatsız etti. Stalin Yunanistan’a ait olan Batı Trakya’daki bazı yerleri Türkiye’ye teklif etti ama bu reddedildi. Nitekim bunun faydası SSCB’nin Almanya karşısında direnişini kuvvetlendirmesiyle ortaya çıktı. Türkiye’nin arzusu ikisinin de kazanmasından yana değildi, son Alman askerinin son Rus askerinin cesedinin üzerine düşmesi daha cazipti.
Özetle söyleyecek olursak, Türkiye’nin savaş sürecinde hem Almanya hem de İngiltere’den silah yardımı almasına rağmen aktif tarafsızlığını korudu. İngiltere’ye karşı tarafsızlık durumunu Ortadoğu’ya sıçraması muhtemel savaşı önlemek argümanıyla sunarken Sovyet saldırısından Almanya’nın sağ kanadını mevcut nötr durumuyla Türkiye’nin sağlama alma katkısı sunduğunu belirtti.
- İttihat ve Terakki Cemiyeti; Anadolu-Turan
Bunu söylemek Gökalp’in reel politik olarak Anadolu’da toparlanan yeni devletin, önce yakın bölgesindeki Türklerle, sonra nisbeten uzak bölgelerdeki Türkçe konuşan devletlerin fikirde, işte birlik yapmalarına engel değil ki! Nitekim kültürel ve ekonomik alanda Atayurttaki kardeş devletlerle başlatılan birlikteliklerin bir çerçeve kuruluş altında devam edilmesi uzak hedef olarak konulmuştur. Burada söz konusu olan ülkülerin milletlere ilham veren dinamikler olarak işlevselliğidir. Yakın hedef yeni kurulan devletin, Türk ve Müslüman kimliğini koruyarak, muasır medeniyet seviyesini aşmasıdır. Bu, dilde, işte, fikirde birlik için öncelikli gerçekleştirilmesi gereken amaçtır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu büroktarlarının yetiştiği cemiyet olan İttihad ve Terakki’nin tarihi de aslında Turan-Anadolu mücadelesini, dönemin reel politiğinde değerlendirmekten ibarettir. Çünkü askeri ve sivil bürokratlar iki yüzyılı aşan bir geri çekilme/büzülme/daralma ve nihayetinde parçalanmanın sonucunda yeni devleti, eski devletin de kuruluş yeri olan Anadolu’yu merkeze alarak kurup reel politik bir tutumla hareket ettiler. Yeni Devlet, kuruluş yeri olarak Anadolu’yu seçtiği için burada hâkim olan Ata yurdumuz Orta Asya Kültürü, burayı yurtlandırırken istifade ettiğimiz Roma ve Bizans Kültürlerinin bileşkesi olan Selçuk ve Osmanlı kültürlerinden istifade ederek kendine özgü bir “ Cumhuriyet kültürü” oluşturmayı denemiştir.
Sözün özü, bu kültürün oluşumunu anlama ve güncelleme ve temalaştırma çabamızın adıdır Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak.