Dr. Fahri ATASOY
Giriş
Küreselleşme bir sosyal süreç adlandırması olarak son dönemlerdeki gelişmeler için kullanılmaktadır. 20. yüzyılın son çeyreğinde meydana gelen olaylar dünyanın ciddi bir değişime girdiğini göstermiştir. Bu değişimi adlandırmak için farklı kavramlar kullanıldığını biliyoruz. (ATASOY 2005) Dünya sanayi çağından sonra en önemli dönüşümünü yaşamaktadır. Dünyayı sarsan ve köklü değişimlere sebep olan sanayi devriminden sonra en etkili devrim olarak “bilişim devrimi” karşımıza çıkmıştır. Soğuk Savaşın sona ermesinde de etkisi büyük olan Bilişim Devriminin ortaya çıkardığı yeni sosyal süreç ise küreselleşme olarak kabul edilmiştir.
Sanayi devriminin yarattığı sosyal süreç nasıl ki tarihi bağlamından tamamen soyutlanamamıştır. Dolayısıyla küreselleşme olarak adlandırdığımız sosyal süreç de soyutlanamaz. Devrimler her ne kadar kendi paradigmaları üzerinde gelişseler ve eskisini yıkıyor görünseler de tamamen bağımsız değillerdir. Küreselleşmeyi de bu anlamda değerlendirmek gerekir. Toplumda ciddi anlamda değişimlere yol açmış olmasına rağmen bir tarihi devamlılığın parçasıdır. Sosyoloji tarih felsefesinin yardımıyla bu devamlılığı iyi tahlil etmek zorundadır. Bazı bilim alanlarında bu süreklilik yokmuş gibi analizler yapılmakta ve ciddi yanlışlıklara sebep olmaktadır. Küreselleşme nihayetinde var olan toplumsal ve kültürel yapılar içinde yaşanmaktadır.
Var olan kültürel yapıların ve bu yapılarda meydana gelen değişmelerin tahlili ise sosyologların yıllardan beri uğraş alanıdır. Bu kültürel yapılar dünyadaki milletler farklılaşmasını ve aralarındaki ilişkileri açıklamakta önemli dayanaklardır. Sosyolojinin geliştiği sanayi devrimi sonrası süreçte, bir tarafta bugünkü küreselleşmeye benzer evrensel gelişmeler görülürken, diğer yanda milletler farklılaşmasından zuhur eden milliyetçilik hareketleri ortaya çıkmıştır. Birbiriyle zıt görünen her iki gelişme de sosyolojik gerçekliğe dayalıdır. Bu durum sosyal gerçekliğin farklı görüntü veren yönlerini gösterir. Sosyoloji tarihinde bu yönlerden birine fazla önem veren açıklamaların ortaya çıkardığı farklı bakış açılarının tartışmasını görebiliriz. (SOROKİN 1994) Bu bakımdan sosyolojik değerlendirmeleri de bu farklılıkları görecek şekilde yapmak gerekir.
Bu çalışmada sosyoloji tarihindeki tartışmaları sadece hatırlayarak, bugün karşımıza çıkan küreselleşme ve milliyetçilik tartışmasını Erol Güngör’ün tahlillerinden faydalanarak açmak istiyoruz. Türkiye’de sosyoloji ve milliyetçilik düşüncesi dendiğinde ilk isim şüphesiz Ziya Gökalp’tır. Gökalp’tan sonra iz bırakan büyük fikir adamlarından birisi de Erol Güngör olmuştur. 1983 yılında vefat etmiş olan Erol Güngör, belki küreselleşme kavramının kullanıldığına şahit olamamış ama kültür değişmesi ve milliyetçilik tahlilleriyle konuya ışık tutacak önemli görüşler ortaya koymuştur. Bir tarih felsefesi niteliğindeki sosyal süreç analizleri bir bütünlük içindedir. Küreselleşme de bu bütünlüğün içinde ortaya çıkmış yeni bir süreç olduğuna göre tarihi süreçte yaşananlardan bağımsız değildir. Dolayısıyla Güngör’ün görüşlerini küreselleşme bağlamında yeniden okumak anlam dünyamızı genişletmek bakımından son derece önemlidir.
Modernleşme, Küreselleşme ve Milliyetçilik
Erol Güngör’ün görüşlerini ele almadan önce kavramların genel çerçevelerine yakından bakmak faydalı olacaktır. Güngör tahlillerini milliyetçilik odaklı yapmasına rağmen, Batıda ortaya çıkan modernleşmenin yol açtığı kültür değişmeleri üzerine yoğunlaştırmıştır. Bu bakımdan kültür değişmesi ve milliyetçilik ilişkisi son derece önemlidir. Batıda bir taraftan modernleşme yaşanırken, bir tarafta da milliyetçilik cereyanları üst düzeye çıkmıştır. Bu ikilem benzer şekilde bizde de ortaya çıkmıştır. Batı karşısında geri kalmış Osmanlı devletinin modernleşme veya Batılılaşma çabaları ile milliyetçilik cereyanının artması son derece önemli bir sosyolojik olgudur. Bazı bilim adamları milletleşmeyi ve milliyetçiliği modernleşmenin bir sonucu olarak görseler de ortaya çıkan bir paradokstur. Modern düşünce rasyonel bir dünya ve toplum tasarımı peşindedir. Büyük oranda ilerlemeci ve evrenselcidir. Özellikle teokratik ortaçağ imparatorluklarının yıkılması, yerine modernitenin ürünü olarak ulus devlet modelinin ikame olacağını varsaymak milliyetçiliğe kapı açmakta ve evrenselci-ilerlemeci modelle çelişkiye düşmektedir. Bu dönemin modernleşmeci görüşleri insanlığın belli dönemlerden geçerek bir bütünleşmeye ve mükemmelliğe doğru ilerlediğini kabul etmektedirler. Halbuki milletlerin varlığı ve milliyetçiliklerin yükselişi bunu engelleyici bir süreç olarak karşımıza çıkmıştır. Sorokin ve Spengler gibi düşünürler bu farklılığın ortaya çıkardığı sorunlu durumu “kriz çağı” veya “çöküş” olarak adlandırmışlardır.
Burada Erol Güngör’ün milliyetçilik ve kültür değişmesi analizlerini gündeme getirmemizin sebebi budur. Milletler ve medeniyetler farklılığını göz ardı eden hiçbir sosyoloji doğru değerlendirme yapamaz. Bunlar dünyanın ve insanlığın doğal sosyal gerçeklikleridir. Hatta modernleşmenin tasarımından öte tarihi süreçte ortaya çıkmış gerçeklerdir. Bu gerçekler aynı zamanda dünyanın birer parçası olarak meydana gelen gelişmelerden etkilenmektedir. Batı dünyasıyla çok yakın temasta olan Türk milleti de bu gelişmelerden uzak değildir. Özellikle Osmanlı Devletinin son dönemlerinde modernleşmeye doğru atılan yenilik adımları bunu gösterir. Fakat bu adımlar hiçbir surette Batıdakine benzer sonuçlar doğurmamış, aksine faklı bir sosyal yapıya sahip olduğumuzu bize hatırlatmıştır. İşte burada milliyet ve kültür farklılığı ortaya çıkmaktadır. Modernleşme, milliyetçiliği bir gerçeklik olarak burada da beraberinde getirmiştir.
Milliyetçilik modernleşmenin önemli problemlerinden birisidir. Batı modernleşmesi zihinsel düşünme kalıplarını dönüştürürken, aynı zamanda toplumsal yapıyı da önemli ölçüde değiştirmiştir. Batı dünyasında egemen olan ortaçağın teokratik feodal yapısı modernleşmeyle birlikte çözülmeye başlamıştır. Kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi gibi gören Kilise ve buna bağlı monarşik yapılar sarsılmıştır. Aydınlanma dönemiyle birlikte artık akıl sahibi insan ön plana çıkmış, bu insanın değer kazandığı yer olarak milletler birer sosyal (doğal) olgu olarak kabul edilmiştir. Milliyetçilik buna bağlı olarak yükselmiş, sosyal olaylarda belirleyici olmaya başlamış ve çağa damgasını vurmuştur. Bir anlamda milliyetçilik ortaçağın feodalitesi içinde yok edilmeye çalışılan Batı insanının birey olma ve millete mensup olma bilincinin isyan halidir.
Modernleşme, bir taraftan yaşayan insanların farklı milletlerden olduğunu hatırlatırken, diğer taraftan ilerlemeci-evrenselciliği beslemiştir. İlerlemeci-evrenselcilik insanlığı bütün olarak varsayan bir toplumsal değişme teorisi ve bir tarih felsefesidir. Modernleşme Descartes’in ontolojide yarattığı düalizme benzer şekilde sosyal olayları besleme ve yorumlama noktasında da yeni bir düalizm (ikicilik) yaratmıştır. Bu modernleşmenin önemli paradokslarından birisidir. Bu düalizm dünyayı algılama yaklaşımlarında hala etkisini korumaktadır. Küreselleşme çağı adı verilen son yıllardaki meydana gelen olaylar bütününe baktığımızda bu ikiliği net olarak görmek mümkündür. Dünya bir taraftan bütünleşme ve benzerleşme eğilimi gösterirken, diğer taraftan yeni milliyetçi dalgaların yükselmesine sebep olmaktadır. İşte bu noktada Erol Güngör’ün kültür ve milliyetçilik tahlilleri özel bir anlam kazanmaktadır.
Sosyal Gerçekliğin Doğru Bilgisine Varmak
Küreselleşmeyi toplumsal gerçekliğin bir parçası olarak gördüğümüzde doğru anlamamız daha kolay olur. Bu durumda küreselleşme tarihi bir süreç olarak geçmişten bağımsız düşünülmez ve düşünülmemelidir zaten. Erol Güngör’ün sosyal gerçekliği açıklamak için gösterdiği çaba bu anlamda bizim için son derece değerlidir. Güngör bugünkü sosyal olayları açıklarken mutlaka bu tarihi bütünlüğü göz önüne alır ve alınmasını ister. Güngör’ün kişisel gelişimine baktığımızda bu özelliğinin nasıl oluştuğunu görebiliriz. (ÖZARSLAN 2008)
Erol Güngör, Kırşehir’de geleneksel bir kültür ortamında yetişmiş ve aldığı eğitimle modern bilimin araçlarıyla donanmıştır. Edinmiş olduğu bilim yöntemini içinden çıktığı toplumun problemlerini aydınlatmakta kullanmak istemiştir. İçinden çıktığı Türk toplumunun en önemli problemi hiç kuşkusuz uzun süredir şiddetle yaşadığı kültür değişmesi problemidir. Kültür değişmesi aynı zamanda sosyal değişme ve tarihi süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç analizlerini yapan teorisyenlerin tartışmaları bu çerçevede son derece önemlidir. Dünya evrensel tarih yasalarıyla tek biçimli ve ilerlemeci bir şekilde mi değişiyor, yoksa dünyadaki farklı kültür ve medeniyet olguları kendilerine mahsus bir değişim süreci mi yaşıyor? Sosyolojinin en temel sorunlarından birisi bu konunun anahtarıdır. Küreselleşme tartışmasını da burayla ilintili olarak değerlendirmek gerekir.
Her bilim adamı yakın çevresinde yaşadığı ve gözlemlediği problemlerden yola çıkarak çalışmalarını yoğunlaştırır. Sosyal bilimlerde bu daha belirgindir. Batı dünyasında son asırlarda gelişen sosyal bilimleri ve teorileri de bu minval üzere değerlendirmek gerekir. Batı modernleşme ve sanayi devrimi ile birlikte dünyanın merkezi ve insanlığın temsilcisi gibi kendisini görmeye başlamıştır. Bu düşünce yanılsaması bilimsel çalışmalara da yansımıştır. Ürettikleri çoğu bilimsel teoride bunun izlerini görmek mümkündür. Fakat sosyal dünyadaki hakikat böyle değildir ve böyle olmadığını meydana gelen büyük olaylarla ortaya koymaktadır. Dünya bütünleşmiş-homojen bir insanlık alemi oluşturmaktan öte, farklı kültürel özelliklere sahip toplumsal gerçekliklerden meydana gelmiştir. İşte bu gerçekliğin çözümlenmesinde Erol Güngör bizim için önemli bir temsilcidir.
Bir sosyal bilimci olarak Erol Güngör, eğitimini aldığı evrensel bilim yöntemlerini mensup olduğu milletin problemlerini aydınlatmakta ve çözmekte kullanmıştır. Genç sayılacak bir yaşta vefat edinceye kadar kendi cemiyetinin problemlerine ışık tutmaya çalışmıştır. Kültür, milliyetçilik, İslam, tasavvuf, tarih, aydınlar, v.b. konularda çağına iz bırakacak fikirler ortaya koymuştur. Konuları bilimsel verilere dayalı ve bütünlük içinde incelerken, sadece tahlillerde kalmamış, aynı zamanda çözüm önerilerini de dile getirmeye özen göstermiştir. Güngör üzerinde inceleme yaptığı kültür ve milliyetçilik gibi konuları sosyal ilimlere ait teorik ve empirik bilgilere dayandırmaya çalışır. (GÜNGÖR 1980: 11) Kendi toplumunun meselelerine öncelik vermesi ve duyarlılık göstermesi onun bireysel olarak ahlaki sorumluluğudur. Bu yüzden bilim adamı olarak objektifliğini korumaya özen gösterir. Kendi ifadesiyle “Meseleleri şahsi sempatilerden ve ideolojik tavırlardan mümkün olduğu kadar ayrı tuttuğumuz takdirde Türkiye’deki değişme hadisesi hakkında daha isabetli görüşler kazanabiliriz.” (GÜNGÖR 1982: 10)
Gerçekliğin bilgisini kendisine amaç edinmiş bilim adamı bir konu hakkında soğukkanlı ve duyarlı olmalıdır. Bilim adamı ideolojik kalıplardan ve duygusal sevgi ve nefretlerden uzak olmalıdır. Olaylara kalıplarla ve sloganlarla yaklaşmamalıdır. Güngör’e göre “aydınlarımız ve eli kalem tutanlarımız ezbere konuşmaktan vazgeçmeli, yaşasın veya kahrolsun sloganlarını bırakmaları” gerekmektedir. (GÜNGÖR 1982: 25)
Erol Güngör mesleğinin bilgilerini ülkemizin meselelerini aydınlatmakta ustaca kullanan bir mütefekkir bilim adamıdır. Kendi ifadesiyle çalışmalarının tek amacı “Çağdaş bir Türk milli kültürü kurmanın gereği ve bunun yollarını bulmaktır.” (GÜNGÖR 1984: 6) Bu amaca yönelik verdiği eserler hakikaten Türkiye’de bilim ve fikir dünyasına yol gösterici bir ışık olmuştur. Onun öğrencisi hisseden bugünkü sosyal bilimci aydınlar aynı gayeye matuf çalışmalarını sürdürmektedir.
Güngör’e Göre Kültür ve Milliyetçilik
Kültür ve milliyetçilik Erol Güngör’ün aydınlatmaya çalıştığı temel problemlerdendir. Güngör her bilim adamı gibi önceliği kendi toplumuna vermiştir. Evrensel insanlık aleminin içinde kendine mahsus özellikleriyle Türk milletinin kültürü ve yaşadığı değişme onun temel problemidir. Ona göre Türklerin uzun süredir yaşamakta oldukları sosyal değişme süreci, geleneksel kültürel yapıda kırılmalara yol açmış ve yeni problemlerle karşı karşıya kalmamıza sebep olmuştur. İslam dinine mensup olan Türk milleti bu süreçte yeni bir medeniyetin eşiğinde kimlik buhranıyla karşı karşıya gelmiştir. Türkiye’deki milliyetçilikle İslamcılık, Batıcılık karşısında aynı hassasiyetlere sahip olarak gelişmişlerdir. Bir toplumun kültürel benliğini muhafaza etmenin en önemli yolu milliyetçilikten geçer. Milliyetçilik bir toplumdaki yaşanan sosyo-psikolojik bir gerçekliktir.
Sosyal kimliğini kaybetmekte olan toplumların kültürel benliklerini muhafaza etmeleri milliyetçilik duygularına bağlıdır. Çünkü milliyetçilik, yeni devletlerde milli birlik ve tecanüsün kazanılması yanı sıra, Batı kapitalizmine bir reaksiyon hareketi olarak da görülmektedir. (GÜNGÖR 1981: 126) Yani yerli kültürün yabancı kültüre karşı çıkması olarak da ifade edilebilir. Genel bir çerçeveden milliyetçilik hareketlerine bakacak olursak, önce bir milli kültür oluşturma ve güçlendirme kaygısı görülür. Sonra ise buna dayalı olarak siyasi birlik ve kültür birliği yoluyla modern bir cemiyet haline gelme çabası vardır. “Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddeder.” (GÜNGÖR 1980: 23-110)
Güngör’e göre milliyetçilik bir sosyolojik veya felsefi doktrinin kalıpları içinde izah edilemeyecek kadar karmaşık bir kavramdır. Her memlekette milliyetçilik o memleketin kendine mahsus şartları içinde gelişmiş ve bir memlekette aldığı şekil çok defa bir başka yerdekiyle ihtilaf veya tezat halinde görünmüştür. (GÜNGÖR 1980: 9) Bu anlamda tek bir milliyetçilik tarifi yapmak ve olayları bu tarife dayalı olarak açıklamak yanlış olacaktır. Sosyal olaylar zannedildiği gibi basit değil, çok yönlü ve girifttir. Bir sosyal psikolog olarak Erol Güngör, bu kendine özgü sosyal gerçekliğe ve bu gerçekliğin toplumdan topluma farklılık gösterdiğine işaret eder.
Bütün milliyetçilik hareketlerinin dayandığı temel noktalar vardır. Bunlara bakarak hepsi için ortak bir hüküm verilemez. Yani milliyetçilik şudur veya değildir denilemez. Her memlekette milliyetçilik, o memleketin kendine mahsus şartları içinde gelişmiş ve çoğu zaman birbiriyle çatışma noktasına varmıştır. Nihayetinde milliyetçilik bir memleketteki milli kültüre dayanır. (GÜNGÖR 1980: 10) Avrupa’daki milliyet anlayışlarına baktığımızda Fransızların ‘kültür’ esasına, Almanların ‘ırk’ esasına dayanmaları bile kendi kültür zaviyelerinden kaynaklanmaktadır. (AYNİ 1943: 57-58) Bunun gibi İslam medeniyeti içinde yer alan Türk ve İran gibi unsurların milliyetçilik anlayışı önemli noktalarda birbirinden ayrılır. Bunda yaşadıkları tarihi olayların, bulundukları coğrafi konumun ve içinde bulundukları kültürel ortamın etkisi büyüktür. Mesela Erol Güngör’ün tespitiyle; Türklerin hepsi Müslüman oldukları için Türk milliyetçiliği aynı zamanda İslami bir hareket halinde gelişmiştir. Arap milliyetçiliği ise müşterek Arap dili etrafında doğan kültürü esas aldığı için İslamcılık ile bütünlük sağlayamamıştır. Hatta aralarında yer yer çatışmalar görülür. (GÜNGÖR 1981: 177)
Türk kültürü ve sosyal yapısı, Türk milliyetçiliğinin temel dayanaklarından biridir. Milliyetçiliğin bizde başlaması, İmparatorluğu yıkmaya yönelik bir ayrılık hareketi olarak değil, yıkılıştan korunmanın yolu halka dönüş hareketi olarak görüldü. İkinci meşrutiyet döneminin Türkçü yazarları, Türkçecilik hareketi ile milli kültüre önemli katkılarda bulundular. Batıcı inkılapçıların karşısında milli hüviyetin kaybedilmemesine çalıştılar. (GÜNGÖR 1980: 46) Milliyetçilik bu anlamda kendi milli kültür kaynaklarına ve halka yönelmeyi getirmektedir. Bu yönelme milletten uzaklaşan Batıcı aydınların karşısında milli varlığın ve kimliğin muhafaza edilmesinde güçlü bir hareket ortaya çıkarmıştır. Osmanlının çöküş sürecinde ortaya çıkan milli devletin temel dinamiği buradadır.
Milli mücadelenin verilmesinde ve Cumhuriyetin ilan edilmesinde milliyetçiliğin gücü ve etkisi büyüktür. Cumhuriyet ilan edildikten sonra takip edilen kalkınma ve modernleşme politikalarında farklılaşma görülmüştür. Milliyetimizin kültür temellerini geliştirme konusunda ortaya çıkan iki akım, milliyetçiliğin gelişme seyrinde de iki zıt çizgi oluşturmuştur. Bunlardan biri 19. yüzyılın hakim anlayışı pozitivizm (materyalizm) etkisindeki Batıcılık, diğeri ise kendi kültür kaynaklarına dayanan milliyetçiliktir. (GÜNGÖR 1982: 103-169) Birinci anlayış inkılaplara damgasını vuran ve sonradan sosyalist çizgiye ulaşan bir hareket haline geldi. Diğeri ise en çetin imtihanlarla asli mecrasına oturdu. Ne Türk tarihinden ne de Türk kültüründen onu koparmak mümkün olmadı. Türk milliyetçiliği hareket noktası olarak milli kültür kaynaklarına dayanarak Türk milli varlığını ve kimliğini yükseltmeyi milli ülkü haline getirdi.
Türkiye bakımından millet ve milliyetçiliği doğru anlamak için karşımızdaki gerçeklikten hareket etmemiz gerekir. Bu gerçeklik ise yaşayan toplumun kendisi, yani halktır. Milliyetçilik bu anlamda her şeyden önce bir halkçılık meselesidir. Halk, siyasi iktidarın milli hakimiyete dayalı olması tezinin taşıyıcı unsurudur. Millet adına milli iradeyi ve milli kültürü temsil eder. Milliyetçilik milli egemenliği gerekli görür ve onun muhatabı halktır. Yine milliyetçilik bir memleketteki milli kültüre dayanır ve onun taşıyıcısı da halktır. Batılılaşma hareketi içinde kendi milli kültürüne yabancılaşmış aydınlar aynı zamanda halktan da kopmuşlardır. Türk milli kültürünü yaşatan ve muhafaza eden yine halk kitleleri olmuştur. Bu durumda, “Milli kültürün modern imkanlarla geliştirilmesi demek olan milliyetçilik, halk içinde yaşamakta olan temel kültür unsurlarına dayanmak zorundadır” (GÜNGÖR 1980: 10).
Güngör ‘Türk Tarihi’ adlı kitabının girişinde milliyetçilik görüşüne temel oluşturacak bazı ipuçları verir. Türk Soyu ve Türk Dili başlığı altında yaptığı girişte bugün Türk denince Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve ana dili Türkçe olan insanların kastedilmesinin eksikliğine işaret eder. Halbuki Güngör’e göre ana dili Türkçe olup da bizim sınırlarımız dışında yaşayan milyonlarca insan vardır. (GÜNGÖR 1990: 11) Bu yaklaşım Güngör’ün tarihi ve sosyolojik gerçekliğe dayalı milliyetçiliği hakkında somut ipucu vermektedir.
Milli kültür ve milli tarih görüşünü benimseyen aydınlar ilk yıllarda belli bir ortak program geliştirmemiş olsalar da, belli ana çizgilerde birleşirler. Bu milliyetçi hareket Türk milli kültürünü dış kuvvetler karşısında bir varlık olarak ortaya çıkarmak ve geliştirmek iddiasındadır. Bu hareket için kültürün devamlılığı önemlidir. Milletin hüviyet değiştirmesi yerine, kendine – halka dönülmesini ve kültür mirasına sahip çıkılmasını istemektedir. (GÜNGÖR 1990: 14) Milliyetçiliğin Türkiye’de gelişen olaylar karşısındaki tavrı yaşanan gerçeklikler üzerine kurulmuştur. Bunda tarihi ve kültürel gerçeklerin büyük rolü vardır. Türk milletinin tarih boyunca yarattığı ve sahip olduğu kültür mirası milliyetçiliğin dayanak noktasıdır.
Milliyetçilik için önce milletin olgusal boyutta tanımlanması ve ortaya konması gerekir. Türk milliyetçiliği için de Türk milletinin çok iyi tanınması gerekir. Bu amaçla Türk milletini bir bütün olarak ele alıp, tarih içindeki serüveni, yarattığı kültürel mirası, yaşadığı sosyal değişim içinde anlamak doğru olan yöntemdir. Güngör sosyal meselelere karşı kullandığı bakış açısında bu milliyetçi şuuru kullanmıştır. Bir tarihçi olmadığı halde kaleme aldığı Türk Tarihi isimli kitabı bu bakış açısının ve şuurunun eseridir.
Güngör milliyetçilik anlayışını gerçekler üzerine inşa eder. Sosyal hayattaki en önemli gerçeklik ise tarihi köklere ve başarılara sahip Türk milletinin varlığıdır. Cumhuriyetten önceki son önemli iki Türk devleti aynı zamanda dünyaya Türk medeniyetini sunmuştur. Medeniyet kuran ve temsilciliğini yapan Türk milleti karşılaştığı problemlere bu şuurla yaklaşmak zorundadır. Batı medeniyeti karşısında geri kalmışlığını aşağılık kompleksiyle aşabilmesi mümkün değildir. Yaklaşık iki asırdır sürmekte olan batılılaşma maceramız karşısında artık kendi kültürümüze ve köklerimize yönelerek, güç alarak bir duruş sergilememiz gerekmektedir.
Türkiye Osmanlı’nın ilk yenileşme ve batılılaşma çabalarından beri Batı kapısında beklemektedir. Sosyal ve siyasi şartların bizi Batıya yöneltmesine rağmen, Batı toplumları karşısında bir türlü ilerleyememiş ve kabul görmemiştir. Türkiye’nin çeşitli tehditler karşısında (özellikle Rus tehdidi) Avrupa medeniyetini benimseyerek Avrupa devletleri camiasına girmek isteği bir resmi politika olmasına rağmen başarısız olunması, ciddi özeleştiri ihtiyacına sebep olmaktadır. Güngör’e göre “Türkiye aradığını bulamamakla kalmamış, elindeki pek çok şeyi kaybetmiş bulunuyor. O zaman dünya devletleri arasındaki yerimiz ve itibarımız, sonraki yıllara kıyaslanmayacak kadar büyüktü; topraklarımız, kaynaklarımız, jeopolitik mevkiimiz itibariyle büyük olduğumuz gibi, kültür ve medeniyet itibariyle de övünülecek eserler yaratıyorduk.” (GÜNGÖR 1982: 14) Bugün Batıya yönelik attığımız adımlarla ilerleyemediğimizi görmek ve nerede hata yaptığımızı görerek yolumuza devam etmek mecburiyetimiz vardır.
Batıya yönelmemizde dönüm noktası olarak kabul edilen Tanzimat ile ilgili Erol Güngör’ün değerlendirmesinde başarısızlığın hesaplaşmasını görmek mümkündür. Tartışmalı da olsa Tanzimat batılılaşma ve modernleşme açısından önemli bir adımdır. Önemli bir adım olmanın yanı sıra ciddi tenkitlerin muhatabı durumundadır. Tanzimat hareketi hemen her taraftan şiddetli tenkitlere uğramış, başarısızlığın oradan kaynaklandığı iddia edilmiştir. Bu tenkitler arasında iki grup dikkat çeker: birinci gruptakilerin eleştirisi, “Tanzimatın Osmanlı İmparatorluğu’nu kendisine yabancı olan bir kültür ve medeniyetin emrine vermesi, böylece Türk milli kültürünün, milli teşkilatının bozulması ve dağılmasına yol açmasıdır.” İkinci gruptakilere göre ise, “Tanzimatın eksik, tereddütlü, uygulamasında büyük aksaklıklar bulunan, böylece başarısız kalan bir Avrupalılaşmayı temsil etmesidir.” (GÜNGÖR 1982: 19) Her iki grup da Batılılaşma serüvenimizde en büyük kusuru ve suçu Tanzimata yıkmaktadır.
İmparatorluğun ve Türklüğün içine düştüğü durumu anlamak yerine, Tanzimatı suçlamak Güngör’e göre doğru bir yaklaşım değildir. Yapılan eleştiriler çoğunlukla aşırıya kaçmakta ve bütün tarihi sürecin suçunu bir döneme yıkmaktadırlar. Halbuki tarihi gelişmeler Osmanlının Batı karşısında çözüm üretme mecburiyetini getirmiştir. Tanzimatçılar da zannettiğimiz gibi vatanlarını ve milletlerini sevmiyorlar değildir. Onların boyun eğmelerinin sebebi, bu dönemde Batı üstün medeniyet gücüyle, ilimde, teknolojide, siyasi ve idari organizasyon tekniğinde yaptığı dayanılmaz tazyiktir. “Tanzimat adamı bütün bunlar karşısında ezilmiş, ülkesini kurtarabilmek için onları benimsemek ve onların sahipleriyle bir arada olmaktan başka çare görememiştir.” (GÜNGÖR 1982: 24) Tanzimattan sonraki dönemlerde de bu süreç devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde artık bu hesaplaşmanın doğru yapılarak yeni bir atılıma ihtiyaç vardır. Bu atılımın dayanacağı asıl temel ise, tarihte büyük başarılara imza atmış Türk kültür ve medeniyetidir.
Kültür Köklerinden Beslenen Milliyetçilik
Milletlerin varlığı ve gücü, yarattığı kültür ve medeniyete bağlıdır. Türk milleti Osmanlı Devleti ile dünyadaki yerini zirveye taşımıştır. Son dönemlerde ise kendini yenileyebilme konusunda sıkıntılar çekmektedir. Geri kalmışlığın ve başarısızlığın psikolojisi bazı yanlış fikirlerle birlikte millet hayatında kırılmalara ve kopmalara yol açmaktadır. Kendi kültür köklerinden beslenmesi gereken millet varlığı bu anlamda tehlikeye düşmektedir. Erol Güngör buna en bariz örneği milli kültürün taşıyıcısı ve milli kimliğin temel unsuru olan dilde oynanan tasfiyecilik oyununda görür ve şiddetle eleştirir. Ona göre millet hayatı tarihi süreç içinde şekillenen ve devamlılığı olan bir sosyal olgudur. Buna dışarıdan müdahaleler milli varlığı sıkıntıya sokmaktadır.
Bu çerçevede milliyetçilik hakkında bize önemli ipuçları verecek bir makalesinde, değişim adına dilde tasfiyecilik konusunu eleştirir. Yabancı köklü diyerek atılan terimlerin yerine suni olarak yenilerinin üretilmesinin yanlışlıklarını gösterir. Bu girişimlerin Türkçeyi yok etmeye yönelik olduğunu belirtir. Türkçenin yıkılıp gitmesi olayını, Türk kültürünün ortadan kaldırılması hareketi olarak görür. Dilde tasfiyecilik hareketinin gerekçesi, milliyetçilik yapmak değil, Türk milletinin Batıya yönelik medeniyet ve kültür değiştirme hedefidir. Güngör’ün tepkisiyle: “Onlara göre bugün bizim Türkçe dediğimiz şey Türklerin İslam medeniyeti içinde iken geliştirmiş oldukları bir dildir. Türkiye cumhuriyetle birlikte bu medeniyetten çıkmış olduğuna veya çıkması gerektiğine göre, eski kültürün taşıyıcısı olan dil de elbette bırakılacaktır.” (GÜNGÖR 1982: 57) Bu tasfiyeciler açısından, Batı medeniyetine katılmak için yapılması gereken doğru bir adımdır. Onlara göre eski medeniyete ve kültüre ait ne varsa kurtulmak ve bağları koparmak gerekir. Halbuki bir millet için toplumsal gelişme kendi köklerine bağlı olarak devam ettiği müddetçe başarılı olur.
Dilde yerleşik terimler ve kavramlar değiştirilmeye başlayınca nesiller arasında kopma meydana gelmektedir. Nesillerin birbiriyle anlaşamamasının yanı sıra, yeni nesiller, milletin asırlar boyunca ürettiği ve bugüne getirdiği kültürel birikimden de faydalanamazlar. Türk kültür eserleri yeni nesillere yabancı bir milletin eseriymiş gibi uzak ve yabancı olacaktır. Bu eserler yabancı dilden çevriliyormuş gibi gelecektir. Bu milli varlığı tehlikeye sokacak, kültürel devamlılığı takip etme imkanını ortadan kaldıracaktır. Hiçbir millet kendi kültürel birikimini bu kadar ihmal edemez. Bunu Erol Güngör çarpıcı örneklerle ortaya koyar: “Meşrutiyet devrinin aydınları ne Fatih devrinin, ne on altıncı yüzyıl ve on yedinci yüzyılın eserlerini sadeleştirerek okudular. Onların öğrendikleri ve kullandıkları Türkçe en az üç-dört yüzyıl öncesinin eserlerini rahatlıkla anlamaya yetecek derecede bir dil ve kültür devamlılığı ifade ediyordu. Bugün biz modern Türkçenin mimarları arasında saydığımız Reşat Nuri’yi bile sadeleştirerek, yani uydurma dile çevirerek okuyoruz.” (GÜNGÖR 1982: 58)
Devamlı devrim denebilecek bu kültür değiştirmesi, Türk toplumunun diliyle, tarihiyle, benliğiyle bağının koparılmasına yol açmaktadır. Dil bir milletin ve kültürün temel taşıdır. Medeniyet birikiminin taşıyıcısı, kimliğinin belirleyicisidir. Bir milletin tarih boyunca yarattığı kültürel birikimini kullanamaz duruma getirmek, kökleriyle bağlarını koparmak demektir. Dünü olmayan veya dününden haberdar olmayan bir insan topluluğunu ‘millet’ olarak tanımlamak oldukça zordur. Böyle bir duruma düşürülmüş bir milletin ayakta kalması da aynı derecede problemlidir.
Bugün Atatürk’ün eseri Nutuk bile kendi dilinde Türk okuyucusu için yabancı kitap gibi bir duruma düşürülmüştür. “Nutuk, binlerce yıl içinde gelişmiş olan bir dile ve kültüre dayanıyordu; böyle köklü bir geleneğin hakikaten örnek gösterilebilecek kıymette bir eseriydi.” (GÜNGÖR 1982: 58) Bu köklü gelenekle bağların koparılması millet için büyük bir hazinenin kaybedilmesi anlamını taşır. Türk milletinin normalde köklü bir kültür geleneği vardır. Bunun sayesinde biz, bizden önce yaşamış yüzlerce nesilden milyonlarca insanın hayat tecrübesini sanki bizim tecrübemiz gibi kullanabiliyoruz. Dilimizi kaybettiğimizde ve kültürümüzden koptuğumuzda bu tecrübeden mahrum olduğumuz gibi, yeryüzünde halen başka coğrafyalarda yaşayan millettaşlarımız ve yakın akrabalarımızla irtibatımızı kaybediyoruz.
Güngör’ün yaşadığı dönemde yoğun tartışmalara sebep olan dilde tasfiyeciliğin milliyetçilik adına yapıldığı iddia edilirse ortaya büyük bir çelişki çıkacaktır. Hareket noktası her ne kadar dildeki yabancı kelimelerin temizlenmesi ile saf ve milli bir dil gibi görünse de, özü böyle değildir. Zaten bu konunun öncüleri Türkçü ve milliyetçi kimseler değil, aksine batıcı ve kozmopolit dünya görüşüne sahip insanlardır. Bu dilde tasfiyecilik işi millet hayatına büyük sekte vurmuş durumdadırlar. Ortaya çıkan manzarada 10-20 yıl önceki kitapları dahi okumakta zorlanan bir nesil karşımıza çıkmaktadır. Halbuki millet hayatı kültürde devamlılık gerektirir. Ani ve sürekli değişim hiçbir varlığın hayatı için sağlıklı değildir. Millet hayatı için hiç olumlu değildir. Çünkü milletin tarihi süreç içinde etkileşim içinde olduğu kültür ve medeniyetlerle doğal alış verişi vardır. Bu süreçte kendiliğinden gelişen kültürel doku millet denilen sosyal olguyu meydana getirir. Bu olgunun temeli şüphesiz tarihi derinliği olan kültürdür.
Kültürün taşıyıcısı dil ne kadar önemliyse, dili konuşan halk da o kadar önemlidir. Halk sadece dile sahip değil, aynı zamanda kültürün diğer unsurlarını yaşatma konusunda bir temeldir. Onun için Güngör, Gökalp çizgisinde milliyetçiliğin halka dayanması gerektiğini düşünür. Milletin yaşayan hali halktır ve bu halk milli iradenin ve milli kültürün temsilcisidir. Dolayısıyla demokrasinin en önemli dayanak noktası halk, milliyetçilik için de aynı görevi üstlenir. Bu bakımdan milliyetçiliğin kültür temelleri kendine özgü bir sosyal olguya dayanır. Her milletin farklılığı burada ortaya çıkar.
Millet denilen sosyal varlığın hakikati görülemezse başka merkezlerin etkisi egemen olmaya başlar. Osmanlı döneminde geri kalmışlığımız kabul edildiğinden bu yana, güçlü ve emperyal merkezlerin üzerimizdeki etkisi hep tartışıla gelmiştir. Bir kısım aydın asıl gerçekliğin millet olgusunda değil, evrenselci hümanizm anlayışıyla Batılılaşmakta olduğunu düşünmeye başlamıştır. Bu batılılaşma bir anlamda modernleşme, bir anlamda da bugünkü küreselleşme gibidir. Kendi kültürünü ve farklılığını terk ederek egemen kültürün taklitçisi ve takipçisi olmak hedef gösterilmektedir. Bu hedef ilerlemeci – evrenselci ideolojilerin öngördüğü insanlık bütünleşmesine ve homojenleşmesine uygun bir tavırdır. Milliyetçiliğin tamamen zıttıdır. Yakın tarihimizde bunun yansımalarını ve tartışmalarını sıklıkla görebiliriz.
Güngör’e göre Osmanlının son dönemlerinde başlayan Batılılaşma hareketiyle kendi kültüründen kopmaya başlayan aydın ve yönetici seçkinler, milletin-halkın kültürünü ve yaşayışını küçümsemişlerdir. Küçümsemekle kalmamışlar, zorla değiştirmek gerektiğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ülkedeki mevcut siyasi kültüre hakim olan batılılaşma ideolojisi ise bu kopmayı hızlandırmıştır. Baskıcı bir kültür değiştirmesine yol açmıştır. Hâlbuki Türk milliyetçiliği Mustafa Kemal’in “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düsturu gereği gücünü ve meşruiyetini Türk Milletinden almaktadır. Türk milletinin gelişmesi ve problemlerini çözmesi bu bakımdan ancak kendi milli varlığına ve özüne yönelmekten geçer. Bu da gerçek anlamda demokrasiden geçer.
Teknoloji ve Kültür Değişmesi
Batı dünyası insanlık tarihindeki en büyük değişimi sanayi devrimiyle yaratmıştır. Yeni teknolojiler toplumların hayatını kökten sarsmış ve büyük değişimler yaşanmıştır. Birçok fikir ve bilim adamı bu değişimin ortaya çıkardığı olaylar ve süreçlerle uğraşmıştır. Batıda yeni teknolojilerin meydana getirdiği büyük değişimler dünyanın diğer toplumlarını da etkilemiştir. Dünyadaki güç dengelerini değiştirmiştir. Batı dünyası ile yakın temasta ve mücadelede olan Osmanlı Türkleri de bu etkilenmeden fazlasıyla nasibini almıştır. Ortada insanlığın yarattığı bilimsel teknolojinin başarısı vardır. Bu teknoloji insan hayatına girdiğinde çok köklü ve sarsıcı değişimlere sebep olmaktadır. Batı bunu çok derin bir şekilde yaşamıştır. Bizde de bu gerçeklik karşısında yoğun tartışmalar görülmüştür. Bir taraftan teknolojiye sahip olma ihtiyacı varken, bir taraftan da milli kültürün tehlikeye girmesi önemli bir handikaptır.
Güngör hızlı ve geniş çaplı değişme süreci ile ilgili olarak, herkesin bir tavır belirlediği ve cemiyetin yeni alacağı biçimle ilgili farklı görüşlerin ortaya çıktığını, bu görüşler etrafında ideolojik gruplar teşekkül ettiğini işaret eder. Kimsenin bu değişimi kendi haline bırakmak istemediğini, şu veya bu şekilde kontrol etmek istediklerini, başıboş bir değişmeye razı olunmadığını ifade eder. (GÜNGÖR 1989: 6) Bu razı olunmamayı ise Türkiye’de var olan kuvvetli ve köklü bir yerli kültürün olduğuna, bu kültürün parçalanma ve dağılma tehlikesine karşı direnme gösterdiğine bağlar. Ona göre herkes bu kültürün şimdiki haliyle yetmediğine ve süratle bir şeyler yapılması gerektiğine inanmaktadır. Bu inançla neyi alacağımız, neyi atacağımız noktasında yoğun tartışmalar yaşanmaktadır.
Bizim irademiz dışında hızla değişen bir kültür dünyası vardır ve bu değişme karşısında milletimiz için neyi alıp alamayacağımızı belirlemek çok zordur. Bizim irademiz bu konuda ne kadar geçerlidir? Hangi tip değişmeye ne ölçüde müdahale edebiliriz? Milli bünyeyi kuvvetlendirici tedbirler nasıl alınabilir, neler yapılabilir? Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı kitabında bunun tartışmasını yapmaktadır.
Tarihte ve toplum hayatında kültürün değişmesini hızlandıran en önemli unsur teknolojidir. Teknolojinin inkâr edilemez ve reddedilemez bir gücü vardır. Tarihte en büyük değişimler teknolojideki önemli gelişmelerin sonucu yaşanmıştır. Buna en somut örnek sanayileşme ve buna bağlı olarak kapitalizmin ortaya çıkmasıdır. Bu dönem aynı zamanda Batı dünyasının her yönden diğer toplumlar üzerinde egemenlik kurmaya başlamasını getirmiştir. Batı medeniyetinin üstünlük kurması ve diğer medeniyetlerin bunun karşısında çaresiz kalması buna bağlıdır. “Gelişmek, modernleşmek, ilerlemek Batı medeniyetine katılmaya bağlıdır” düşüncesi bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelere duyarsız kalınamayacağı düşüncesiyle, Batının medeniyetini almak bizde de büyük tartışmalara sebep olmuştur. Islahat ve Tanzimat Fermanları, I. ve II. Meşrutiyet ilanları Osmanlıda Batılılaşmanın önemli safhaları olarak tarihe geçmiştir. Gökalp’ın Türklerin kurtuluşu için ileri sürdüğü üç umde de bu anlayışın bir yansımasıdır. Yalnız Gökalp kayıtsız şartsız bir Batılılaşmayı uygun görmez ve Batı medeniyetinden Türkler için lazım olan medeniyet unsurlarını almanın gereğinden bahseder. Onun için “hars – medeniyet” ayırımı yapar. Onun için “Türkleşmek, İslamlaşmak, Garplılaşmak” formülünü geliştirir. Böylelikle Batının teknolojisini alabileceğimizi, Türk kültürüne dönerek milliyetçiliğimizi sürdürebileceğimizi, İslamlaşmak ile siyasi gücümüzü artırabileceğimizi düşünür. (GÜNGÖR 1989: ) Teknoloji hatırına milletin bekasını Batıya teslim etmek istemez. Kültür – medeniyet ayırımı yaparak, teknolojiyi almak için bir ara formül bulmaya çalışır.
Teknoloji ve kültür değişmesi arasındaki ilişki, toplumların milli varlıklarının devamı bakımından son derece önemlidir. Üstünlüğü teknolojik gelişmeler bakımından ele geçirmiş medeniyetlerin diğer medeniyet ve kültürler üzerindeki hegemonya etkisi tehdit boyutlarına varmaktadır. Bu sanayi devrimi sonrasında da böyle olmuştur, şimdi de böyle olmaktadır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi zamanımızda şahit olduğumuz “bilişim devrimi” yeni bir teknolojik devrimdir. Bu devrimin yol açtığı çağ ise büyük ittifakla küreselleşme olarak kabul edilmiştir. Küreselleşme dönemi de bu anlamda teknoloji ve kültür ilişkisinde incelenebilir. Özellikle dünyayı dönüştürmeye, bütünleştirmeye ve hegemonya kurmaya eğilimli bu süreç yönünden, sanayileşme sonrası modernleşmenin ve kapitalizmin Batı merkezli olarak yayılması ile benzerlik gösterir. Sadece merkez Batı ile bağlantılı ABD haline dönüşmüş durumdadır.
Küreselleşme bir teknolojik devrim sonucu hızlanmıştır. Bu teknolojik devrim dünyaya hızla yayılarak mevcut kültürel yapıları etkisi altına almıştır. Ortada ciddi boyutta sosyal ve kültürel değişim yaşanmaktadır. Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan ve kısaca “sanayi toplumu” olarak adlandırılan dönüşüme benzer şekilde toplum hayatımızda bu devrimin yansımaları görülmektedir. Kısaca “bilgi toplumu” veya “bilişim toplumu” diyebileceğimiz yeni bir süreç doğmuştur. Bu sürece bağlı olarak da yeni sosyolojik inceleme alanları gelişmektedir. Artık bilişim sosyolojisi bu alanda faaliyet göstermektedir. Bilişim teknolojilerinin şekillendirmeye başladığı toplumlar küreselleşmeye sebep olacak tek tipleşmeye doğru giderse, bu durumda milletlere dayalı kültürlerin durumu ne olacaktır? Küreselleşme ile milliyetçilik ilişkisindeki temel mesele budur. Bu meselede Erol Güngör’ün değerlendirmeleri son derece önemli örnekler vermektedir.
Dünya farklı milletler ve medeniyetlerden oluşmuş bir yapıya sahiptir. Farklı milletlerin oluşturduğu insanlık alemi ürettiği bilim, teknoloji, felsefe ve sanat ürünleriyle günümüze kadar gelişme göstermiştir. Özellikle teknolojideki gelişmeler büyük değişimler yaratmıştır. Fakat meydana gelen bütün değişimlere rağmen milletlerin hayatında devamlılık vardır. Kültür değişmelerine rağmen milletlerin varlığı ve milliyetçilik bunun sonucudur. Bilişim devrimi teknolojideki en üst düzeyde meydana gelen değişimdir. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan küreselleşme de milletlerin geleneksel yapıya dayalı varlığını tehdit etmeye başlamıştır. Bu tehdide rağmen varlığını sürdürebilecek milletlerin köklü ve canlı kültürel yapıya sahip olması beklenir. Dünyada bu özelliğe sahip milletler ise tarihte medeniyet yaratmış milletlerdir. Bu tür milletlerin sayıları çok fazla değildir. Dünyanın güç alternatifleri olarak tarihte rol oynamaya devam etmektedirler. Türkler de bunlardan birisidir. Türk kültürünün değişme içindeki durumunun sosyolojik olarak incelenmesi bu bakımdan önemlidir.
Sonuç
Erol Güngör Türk kültürünü hem karakteristik bakımdan, hem de değişme süreci bakımından incelemiştir. Çalışmalarında Türk kültürünün farklı pencerelerden adeta fotoğrafı çekilmiştir. Bu fotoğraf sabit değişmezleri vermekle birlikte değişim dinamikleriyle beraber sunulmaktadır. Türkler Müslüman olduktan sonra İslam medeniyeti içinde önemli roller üstlenmişlerdir. Kültürleri üzerinde İslam’ın tasavvufi yorumunun büyük etkisi vardır. Tarihte büyük devletler kurmuşlar ve önemli roller üstlenmişlerdir. Yarattıkları kültür kendilerine ayrıcalıklı bir kimlik vermiştir. Buna benzer birçok özelliği Erol Güngör’ün eserlerinde bulmak mümkündür. Dünyanın radikal olarak değişmekte olduğu dönemlerde bu milletin etkilenmemesi mümkün değildir. Bu etkilenmenin boyutlarını da Güngör’ün tahlillerinde görebiliriz.
Son radikal değişim süreci ise küreselleşmedir. Küreselleşme büyük güçleri, farklı kültürleri, milli devletleri etkisi altına almış durumdadır. Bu etkiden kurtulabilecek olan köklü ve güçlü kültürlere sahip milletlerin varlığı bu etki karşısında direnebilecek durumdadır. Bu anlamda küreselleşme meydana getirdiği tehdit oranında milliyetçilikleri beslemektedir. Bu milliyetçiliklerin dayandığı temel ise sosyolojik olgu olarak milli kültür unsurları ve dinamikleridir. Sosyoloji Erol Güngör’ün yaptığına benzer şekilde bu dinamikleri değişim süreci içinde mutlaka ortaya koymalıdır. Küreselleşme bağlamında milliyetçiliğin olgusal olarak ortaya konmasına Güngör’ün tespitleri önemli bir örnek oluşturmaktadır. Türk milliyetçiliğinin dayandığı tarihsel ve kültürel temelleri objektif bir şekilde ortaya koyan Güngör’ün tespitleri, küreselleşme karşısında milliyetçiliğin temellendirilmesinde bugün için de sağlam dayanaklar oluşturmaktadır.
KAYNAKLAR
ATASOY, Fahri. Küreselleşme ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2005
AYNİ, Mehmet Ali. Milliyetçilik, 1943
GÜNGÖR, Erol. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1980
GÜNGÖR, Erol. İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1981
GÜNGÖR, Erol. Tarih, Kültür, Milliyetçilik, Mayaş Yayınları, Ankara, 1982
GÜNGÖR, Erol. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1989
GÜNGÖR, Erol. Tarihte Türkler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1990
ÖZARSLAN, Ersin. Düşünce Ufuklarında, Lotus Yayınları, Ankara, 2007
SOROKİN, Pitirim A. Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994
Kaynak:
H.Ü. Sosyoloji Bölümü, Hüseyin Yalçın Armağan Kitabı, 2009