Milliyetçilik Tartışma ve Eleştirilerinin Düşündürdükleri
Milliyetçiliğin kökleri, bir duygu/inanç birikimi olarak milletlerin oluşum süreçlerine kadar uzanır. Fakat, bir fikir sistematiği ve siyaset projesi olarak şekillenmesi ise görece daha yeni bir olgudur. Bu mânâda, Ortaçağ sonrasında merkezî devlet yapılarının ve demokrasinin doğuşu ile sanayi devrimi gibi iki büyük tarihsel dönüm noktasıyla önemli ölçüde örtüşen bir gelişme çizgisine sahiptir.
Milliyetçiliğin bir toplumsal ve siyasî güç hâline dönüşümünü ifade eden bu gelişme trendi, dünyanın her tarafında birebir paralellik arz eden düz bir seyir takip etmemiştir. Batı’da daha çok “yurttaşlık bilinci” ile “millî egemenlik” prensibinin geniş kitleler nazarında karşılık bulmasıyla; Doğu’da ise, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı hareketlerle iç içe geçen bir kader çizgisi ön plâna çıkmıştır. Müşterek değer ve sembollerin oluşturduğu bir sosyal bütüne (millete) ait olma ve dayanışma ihtiyacının giderek daha çok kavranması, yani mensubiyet bilinci, milletleşme sürecinin yeryüzündeki temel dinamiğini oluşturmuştur. Bu bağlamda, 19. ve 20. yüzyıllar, imparatorluklar çağının kapanıp millî devletler çağının başlamasının bir tarihidir. Milliyetçilik ise, bu süreçte önce “kurucu”, daha sonra da “sahiplenici ve kalkınmacı” bir rol ve işlev üstlenen, yani bu dönüşüme bayraktarlık eden güçlü bir duygu ve düşünce birikimi olarak yerini almıştır.
Bu satırların yazarı, bütün dünya ve milliyetçilik tarihine ilişkin genellemeler yapmanın sınırlılıklarının ve sıkıntılarının farkındadır. Her şeyden önce, millî devlet inşâ süreçlerinin ve milliyetçiliklerin farklı tarihsel ve toplumsal bağlamlarda neşet etmesinin çeşitli zorlukları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. En az bunun kadar önemli bir başka sorun ise, milliyetçilik üzerine geliştirilen teorilerin oldukça farklı ve ideolojik bakış açılarını ortaya çıkarması, özellikle Batı’da anti-milliyetçiliğin hemen hemen bütün akademik/entelektüel çevrelerde çeşitli dozajlarda da olsa genel kabul görüyor olmasıdır.
Milliyetçilik karşıtı teori ve eleştirilerin yaygınlığının iki önemli tarihsel ve entelektüel arka plânı bulunmaktadır: Birincisi, bütün savaş ve çatışmaları, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısına bütünüyle damgasını vuran ve tarihin gördüğü en büyük insan kıyımlarına sahne olan dünya savaşlarını milliyetçilikle izah etme çabasının geniş bir entelektüel taraftar kitlesine sahip olmasıdır. Ancak bu durumda, millî devletler öncesi dönemin, yani 19. yüzyıl öncesindeki savaşların ve toplumsal çatışmaların nasıl izah edileceği ayrı bir merak konusudur. Meselâ, Orta Çağ’da Hıristiyan dünyasının kimi ruhanî önderlerinin savaşlara dinî gerekçelerle cevaz veren açıklamalarını; milliyetçiliğin olmadığı 12. ve 14. yüzyıllar arası dönemde “vatan için ölme” kavramının niçin ve nasıl icat edildiğini izah etmek gerekecektir.1
Diğer taraftan, II. Dünya Savaşı’na yol açan İtalyan Faşizmi ile Alman NasyonelSosyalizmi milliyetçilik olarak addedildiğinde de, “Batı milliyetçiliği”nin bütünüyle “medenî” (civic) olarak tanımlanmasının tarihin dramatik bir şekilde çarpıtılması anlamına geleceği açıktır. Aslında nasyonel-sosyalist trajedi, milliyetçiliğin değil, ırkçı-emperyalist tezlerle eklemlenen bir milletler-arası kapitalist projenin eseridir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar da bu tespiti daha fazla doğrulayan bulgular ve sonuçlar ortaya koymaktadır.
İkinci temel faktör ise, yine batılı entelektüel çevrelerde Doğu ve Batı milliyetçilik/millî devlet deneyimleri karşısındaki “medenî” ve “barbar” milletler ayrımının, örtülü ya da açık biçimde yer etmiş olmasıdır. Yüzyıllar öncesinden başlayarak kendini sürekli yeniden üreten bu gelenek, bir çok düşünce adamı ve akademisyenin anlam dünyasını derinden etkilemiştir. John Locke’dan genç Marks’a, ünlü tarihçi Toynbee’den Huntington’a kadar uzanan geniş bir yelpazede “hiyerarşik dünya tasavvuru”nun izlerine rastlamak mümkündür. Bunu tamamlayan nokta ise, Batı’nın kendini algılama ve tanımlama biçiminin (Batı medeniyetinin üstünlüğüne ve ayrıcalığına olan güçlü inancın), insanlığın bütününü ilgilendiren tartışmalı konularda, özellikle de kendi milletleşme ve modernleşme süreçlerine bakış açılarında sebep olduğu çarpıklıklardır.
Batı fikir ve siyaset dünyasına önemli ölçüde hâkim olan bu iki paradigmanın sonuçlarını ve açmazlarını değerlendirmeye, önemli gördüğüm bir noktanın altını öncelikle çizerek başlamak istiyorum. Bu iki genel kabulün sonucu olarak, “vatanseverlik” kavramına entelektüel tedavülde ayrıcalıklı bir yer tanınmakta ve milliyetçilikle olan tabiî bağları sunî zorlamalar ile koparılmaya çalışılmaktadır.2 Böylece, hem milliyetçiliğe bir tür “lanetlenmiş kavram” olarak hak ettiği itibarsızlık etiketi yapıştırılmış, hem de “kutsanmış bir vatanseverlik” kavramı ile de “entelektüel namus” korunmuş olmaktadır.
Bu durumda her türlü “milliyetçilik”, daha çok da Batı dışındaki “milliyetçilikler” karşısında hareket alanı genişlemekte, her türlü entelektüel saldırı meşru ve gerekli hâle gelmektedir.
Gerçekten de, dünyada birçok yazar ve politikacının ve de Türkiye’de onların birer türevi olmaktan öteye gidemeyen bazı çevrelerin söylediklerine bakılacak olursa, milliyetçiliği tartışmaya bile gerek yoktur. Lâtin Amerikalı tanınmış edebiyatçı yazar Mario Vargas Llosa’nın 3 Haziran 1993’de Viyana’da verdiği konferansta söylediği şu sözler, milliyetçilik karşıtı entelektüel saplantının ulaştığı dramatik boyutları sergileyen önemli bir örnektir:
“Tarih boyunca akıttığı kan; ön yargıları, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, halklar ve kültürler arası anlayış eksikliğini beslemeye nasıl katkıda bulunduğu; otoriterizme, totalitarizme, sömürgeciliğe, etnik ve dinî soykırımlara nasıl fırsatlar sunduğu göz önünde bulundurulunca, ulus, bana kötü niyetli bir hayal gücünün eşsiz örneği gibi görünüyor.”3
Milliyetçiliği, hatta millet olgusunu, M.V. Llosa’nın gösterdiği gibi görürsek, yani her türlü savaş ve çatışmanın, her türlü otoriterizmin kaynağı olarak değerlendirirsek, tarihe ve sosyal bilimlere pek ihtiyaç kalmayacaktır. Aslında olabildiğince toptancı bir bakış açısının ve/veya “ideolojik sosyal bilim” anlayışının birer ürünü olan bu tür yaklaşımların kendisi bir faciadır. Dolayısıyla, sosyal ve siyasî meselelerin anlaşılması ve anlamlandırılması düşüncesinden çok, manipüle edilmesi çabasını yansıtır. Çünkü, emperyalizmi, faşizmi ve ırkçılığı, milliyetçilik ile aynı kategori içinde ele almanın, bazen de hepsinin yerine geçen saldırgan bir hareket olarak baştan mahkûm etmeye çalışmanın, ne analitik bakış açısıyla ne de sosyolojik gerçekliklerle ilgisi vardır. Bu tespiti, şöyle formüle etmek, belki daha çarpıcı olacaktır: Milliyetçiliği, ırkçılık ve emperyalizm ile özdeşleştirmek; “sosyal demokrasi, Marksizm ve Stalinizmin” ya da “demokrasi, liberalizm ve anarşizmin” aynı şey olduğunu iddia etmekten çok daha vahim bir hatadır.
Milliyetçiliğe dair ön kabullerin çoğu zaman ideolojik hasımlık düzeyinde yer etmiş olmasının iki önemli sonucu daha vardır. Günümüzde “yabancı düşmanlığı” ya da “neonazi” hareketleri ile milliyetçilik aynı kefeye konabilmektedir. Bunda yukarıda vurguladığımız tarihsel saplantının izleri çıplak gözle bile farkedilecek kadar derindir. Batı dışı toplumlardaki “milliyetçi hareketler”in kolayca “neofaşist” kategori içinde ele alınması da bu yüzdendir. Tabi, bütün bunlar, yani anti-milliyetçi söylemin kavramsal/teorik düzeydeki yaygınlığı, farklı siyasî çizgilerdeki Batılı politikacı ve entelektüellerin büyük bir çoğunluğunun, son tahlilde kendi ülkelerinin müşterek değer ve çıkarlarını savundukları gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Anti-milliyetçi entelektüel saplantının bir diğer tezahürü, daha çok yeni zamanlarda görünürlük kazanmıştır. Özellikle etnik ayrılıkçılığa gösterilen sıcak ilginin, kimi yazarların milliyetçilik karşısında çelişkili ve ön yargılı bir yaklaşım sergilemesine yol açtığı gözlenmektedir. Guibernau, Türkçe’ye de çevrilen “Nationalisms” isimli eserinde milliyetçiliği ikiye ayırarak şu ilginç ve düşündürücü değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Bazı sosyal bilimciler tarafından neredeyse bütün dünyanın resmî ahlâkî kültürü ‘evrenselci bir ahlâkî kültür’ olarak algılandığı için, milliyetçiliğin yaygınlaşması bir skandal olarak değerlendirilmektedir. Böylesi yaklaşımlar, bir milletin ekonomik, siyasî ve kültürel çıkarlarını, kendi dışındakileri karalayarak dayatma girişiminde bulunan milliyetçilikleri öne çıkartmakta; fakat yaşama ve kendi kültür ve kimliklerini geliştirme hakkı talep eden azınlıkların milliyetçiliğinin akılcı ve ahlâkî özünü göz ardı etmektedir. Böylesi bir ayrımın ihmal edilmesi, kültürel direniş gösteren ve modern toplumlara etnik kökene dayalı kültürel farklılık talebi ile meydan okuyan milliyetçilik türünün fark edilememesine yol açar…”4
Görüldüğü gibi, milliyetçilikle ilintili terminoloji karmaşası yanında, ideolojik bağnazlık düzeyine varan entelektüel tercihler de gündeme gelebilmektedir. Şimdi en başa, esas tartışma konumuza geri dönerek, küreselleşme sürecinin millî devlet ve milliyetçilik bağlamında yarattığı varsayılan yeni ve önemli bir kırılma noktasına vurgu yapmak istiyorum. Önümüzde bugüne ve yarına dair ciddî bir mesele olarak duran ve geniş bir popüler ilgiye de sahip bulunan temel tartışma alanı şudur: Dünyanın bugün geldiği aşamada milliyetçilik gerçeği yadsınmakta ve hatta “millî devletler çağı”nın sonuna gelindiği iddiasının sıkça terennüm edilen bir “küresel slogan”a dönüştüğü gözlenmektedir.5
Böyle bir iddia ve inancın, hem bir özlemin/arzunun dile getirilmesi, hem de yeni ekonomik ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı değişim sorunlarının okunma biçimi gibi, iki temel sebebi ve sonucu vardır. Buna göre, küreselleşme süreci millî devletleri ve sınırları geçersiz kılmakta, yerini yeni üst egemenlik biçimlerine bıraktığı için de değerini ve anlamını kaybetmektedir. Bu durumda, karşı konulamaz bir dinamizmi ve gelişme çizgisini ifade eden küreselleşmeye siyasî ve ekonomik açıdan bir an önce entegre olmak, daha açıkçası eleştirmek ve sorgulamak yerine, ona teslim olmak gerekir. Çünkü, millî devletlerin direnmesi sadece boşuna değil, aynı zamanda anlamsızdır.
Dizginlenmemiş bir küreselleşmenin millî değerler ve devletler üzerinde yol açtığı bazı tahribatların, algılanma ve yorumlanma biçiminin özetini bu şekilde yapmak mümkündür. Ancak bütün bunlar, milliyetçiliğin yok oluşunun değil, her şeyden önce küresel bir kaosun ve beşerî ahengin bozulmasının habercileridir. Bu makalede, işte bu tür tartışma ve görüşler ayrıntılı olarak değerlendirilmekte ve milliyetçiliğin 21. yüzyıldaki anlam ve önemi üzerine fikrî bir çerçeve oluşturulmaktadır.
Küreselleşmeci Ahlâk ve Söylemi Sorgulamak
Özellikle 1990’lı yılların başından itibaren, toplumsal hayatın ve bilimsel platformların en popüler tartışma kavramları arasında, hiç şüphesiz “küreselleşme” ve/veya “yeni dünya düzeni”nin özel bir yeri vardır. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte ünü giderek bütün dünyaya yayılan bu kavram(lar), zamanla ideolojik bir karakter de kazanmaya başlamıştır. Hatta, bazı heyecanlı taraftarları aracılığıyla iman edercesine savunulduğu, karşı çıkan ya da eleştirenlerin neredeyse “aforoz” edilerek sindirilmeye çalışıldığı sahnelere (yazı ve konuşmalara) şahit olunmaktadır. Böyle bir değerlendirmeyi abartılı bulanların, “sağ”dan, “sol”dan küreselleşme havariliğine terfi edenlerin meselelere yaklaşım biçimlerine dikkatlice bakmaları yeterlidir.
Küreselleşmenin bu ölçülerde yankı ve taraftar bulmasının çok çeşitli sebeplerinden söz etmek mümkündür. Ağırlıklı olarak son on yıl boyunca, hem bütün insanlığın ortak kaderi, hem de tek tek milletlerin ve bireylerin hayatları üzerinde derin izlere yol açması, küreselleşme olgusunu kritik bir gündem maddesi hâline getirmektedir. Soğuk savaş döneminin ardından daha bir önem kazanan “küresel düzen” arayışları “yeni dünya”nın siyasî veçhesini; iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki hızlı gelişmelerle birlikte ekonomik ve ticarî ilişkilerin dünya çapında yoğunlaşması ise küreselleşme olgusunu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, yeni dünya düzeni arayışları ile küreselleşme süreci bir elmanın iki yarısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, biri olmadan, diğerinin tamamlanmış sayılamayacağı kesindir.
Küresel boyutlardaki etkileşimin çeşitlilik kazanarak yoğunlaşmasının dünyada ve Türkiye’de ele alınış ve takdim ediliş biçimlerindeki farklılaşmayı, “teknik” ve “ideolojik” faktörler şeklinde iki ana grupta toplayarak irdelemek, çok analitik bir yaklaşımı ifade etmese bile, makale çerçevesinde yararlı bir bakış açısı olacaktır.
Böyle bir ikili ayrımın en esaslı anlamı ve yararı şudur: Küreselleşme olgusunu, bir süreç olarak geçmişi çok eskilere gitmesine rağmen, son yıllarda bütün yeryüzünü doğrudan ya da dolaylı olarak etkisi altına alan teknolojik, ekonomik ve siyasî ilişkiler ağı şeklinde tanımlamak ile “evrensel doğru” ya da “tarihin sonu” olarak algılamak ve savunmak arasındaki dramatik farka dikkat çekilmek istenmektedir. İkinci olarak da, beşerî endişelerden tamamen arındırılmış kontrolsüz bir küreselleşme sürecinin yol açtığı çarpıklıklara razı olup olmama konusundaki duyarlılığa işaret edilmektedir. Böylece, daha adil ve insanî bir sürecin hem mümkün hem de arzulanabilir olduğunu düşünmenin zihinsel temelleri atılmış olmaktadır.
21. yüzyılın başında, yeni dünya düzeni/küreselleşme; insan haklarına saygı, piyasa ekonomisine mutlak sadakat, küresel barış ve istikrar (yeni bir dünya iktidarı) anlamına gelmektedir. Bu üçlünün bir ayağını zedeleyen (ya da zedelediği varsayılan) ülkelerin ve anlayışların küreselleşme sürecinin dışında kalacağı, daha doğrusu dışına itileceği düşüncesi, “küresel resmî ideoloji”nin ana müeyyidesi olarak savunulmakta ve uygulama alanı bulmaktadır. Bu kavram ve değerlerin yerkürenin kuzeybatısının gelenek ve çıkarlarından mülhem olması bir yana, üstünlüğünün ve evrenselliğinin de mutlak bir veri olarak kabul edilmesi istenmektedir. Küreselleşme düşünce ve politikası, bu hâliyle ister istemez bir “küresel totaliter ideoloji”ye dönüşme eğilimini içinde barındırmaktadır.
Buna karşılık, “yeni dünya” adına söylenen parlak sözler ile icra edilen politikaların, gerçekte adil ve yaşanabilir bir dünya idealinden hayli uzak olduğu görülmektedir.6 Özellikle son yıllardaki gelişmeler, iyi ambalajlanmış bütün söylemlerin aksine, küreselleşmenin batı dünyası için daha güçlü bir refah ve güvenlik sistemi oluşturma sürecine hizmet ettiği gerçeğini gizlemeye yetmemektedir. Bu noktada hemen vurgulamak gerekir ki, ürkütücü boyutlarda çelişkiler ve eşitsizlikler içeren bir dünya, tanımı ve doğası gereği istikrarsızdır. Küresel ölçekte kazanılan taktik zaferler, ne Batı’nın ne de dünyanın daha mutlu bir geleceğe doğru yol aldığı anlamına gelir.
Bugün, kıtalar ve ülkeler arası yoksulluk/gelişmişlik uçurumu giderek büyürken bu eğilimin tersine dönme ihtimalinden söz etmek mümkün değil ise, dünya da muhtemel sosyal maliyetleri belirsizleşen bir süreç ile karşı karşıya bulunuluyor demektir. Küreselleşme ve yeni dünya düzeni, kıtalar, milletler ve insanlar arasında beşerî ahengi gözetecek şekilde kurgulanmadığı sürece de, gelişmelerin nereye varacağını, insanlığın hangi ekolojik ve teknolojik felâketlerle yüz yüze kalacağını bugünden kestirmek imkânsızdır. Bilinmelidir ki, küreselleşmeci propagandistlerin görüşlerini pazarlama konusundaki maharetleri, bu gerçekleri örtmeye yetmemektedir.
Görüldüğü gibi, küreselleşme, bazılarının iddialarının aksine, tamamlanmış ve insanlığın lehine sonuçlanmış bir süreç değildir. 20. yüzyılın sonunda hız kazanan küresel dönüşümün dünya düzeni ve insanlığın geleceği bakımından en önemli sonucu, geleceğe dair endişelerin artıyor olmasıdır. Ekonomik ve teknolojik rekabette (zaman zaman savaşta) kapitalist Batı dünyasının üstünlüğünün ortaya çıkması, bir taraftan bu tür rekabetleri eşitsizler arası “adaletsiz bir yarış”a dönüştürmüş; diğer taraftan ise, kültürler ve medeniyetler arası ayrışmayı ve dolayısıyla çatışma ihtimalini daha çok ön plâna çıkarmıştır.
Sosyal ve ekolojik sorunların küresel ölçekte önem kazanması yanında, böyle bir ayrışma ve çatışma riskinin kuvvetlenmesi, bazı temel soruların herkes tarafından sorulması ve cevaplandırılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Özellikle küreselleşmeci söylemi sürekli ve düşüncesizce tüketenlerin ciddiyetle ele alması gereken sorular şunlardır:
Küreselleşme sürecinin mevcut dinamik ve eğilimleriyle yeryüzünün ve insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunların üstesinden gelmek mümkün müdür Eğer mümkün ise, sürecin bu zamana kadarki insanî bilançosu niçin olumsuzdur Eğer mümkün değil ise, “tarihin sonu” asıl böyle bir durumda söz konusu değil midir Küresel bir sorumluluk ahlâkı ve pratiğinin gelişmesi, yani adil ve insanî bir küreselleşme arayışı, niçin yeterli bir karşılık bulamamaktadır Havarilerinin küreselleşme sürecine dair göz kamaştırıcı söylem ve faaliyetleri, bir “resmî küreselleşme ideolojisi”nden ve bu ideolojiye iman etmiş müminlerden söz etmeyi, haklı ve anlamlı kılacak boyutlarda değil midir
Küresel açlık ve yoksulluk gerçeği karşısında yeni bir milletlerarası dayanışma yöntemi ve kurumuna ne zaman ihtiyaç duyulacaktır Küreselleşme ile demokrasinin bir arada yaşaması, gerçekte ne kadar mümkündür Giderek ekonomi imparatorlukları hâline gelen küresel şirketlerin mevcudiyeti, demokrasi için büyük bir tehdit değil midir Bireysel ve kültürel hakların yanında, sosyal ve ekonomik haklar da evrensel bir statü ve hayatiyet kazanabilecek midir Milletaşırı sermayenin tahkim ve benzeri yollar aracılığıyla kazandığı küresel imtiyazlar, ne kadar adil ve demokratik bir uygulamadır Küresel şirketlerin müşterileri ile işçi sınıfı, milletlerarası sermayenin sahip olduğu güvencelere kavuşabilecek midir Bunlar gerçekleşmeden küresel yönetişimden ve demokrasiden söz etmek mümkün müdür
Millî devletlerin/milletlerin temel küresel aktör/özne olmaktan çıktığı bir dünya düzeni, ne kadar istikrarlı ve sürdürülebilir olacaktır Millî devletlerin sonunun geldiğine dair “medyatik entelektüel ayinler” gerçekte neye hizmet etmektedir Sınırların ortadan kalktığı iddia edilirken, yaygınlaşan vize ve kota uygulamaları ne anlama gelmektedir Millî kültürlerin karşı karşıya kaldığı istilâ süreçlerinin beşerî ve siyasî sonuçları nelerdir İnsanlığın etnik ayrışma ve çatışmalara giderek daha fazla sürüklenmesi ya da aşırı yerelleşme ve cemaatleşme eğilimlerinin yaratacağı yeni kabilecilik ruhu ve mimarîsi, sonuçta neye hizmet edecektir
Buraya kadar saydığımız soruların sayısını artırıp muhtevasını zenginleştirmek mümkündür. Bütün bu ve benzeri soruları dikkate alarak üzerinde ciddî entelektüel mesailer sarf etmek, aynı zamanda küreselleşmeci söylemin ahlâkî zaaflarını ve pratikteki açmazlarını ortaya koymayı beraberinde getirecektir. Bunlara samimî cevaplar ve çözümler üretilmediği sürece de, küreselleşmeci söylem ve politikalar “evrensel resmî ideoloji”nin fabrikasyon ürünleri olmaya devam edecektir.
Milletlerarası Düzenin Evrimi ve Millî Devletlerin Sonu İddiası
Millî devletler, Orta Çağ’ın alacakaranlığında filizlenen modern devletin, daha sonra demokrasi ve millet kavramlarının buluştuğu bir zeminde yeniden biçimlenerek olgunlaşmış hâlini ifade eder. Son iki yüzyılda dünya sistemine damgasını vuran millî devletler gerçeğinin yerini, 1990’lı yılların başından itibaren küreselleşme sürecinin yeni aktörleri (milletdışı sermaye ve kuruluşlar) ile teknolojik belirleyiciliklerin almaya başladığı, siyasî ve akademik platformlarda sıkça dile getirilen bir tartışma argümanını oluşturmaktadır.
21. yüzyılın başında, milletlerarası ilişkiler sistematiğinin daha karmaşık bir nitelik kazanması ile küreselleşme süreci arasında organik bir bağın bulunduğu doğrudur. 20. yüzyıldaki milletlerarası ilişkiler düzeni, iki kutuplu dünya sisteminin (soğuk savaş döneminin) son bulması teknolojik ve ekonomik gelişmelerin yoğunlaşması (yani küreselleşmenin) süreciyle örtüşünce sadece kabuk değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda belirli bir dönüşüme de uğramıştır. Özelde ABD’nin, genelde ise Batı’nın ekonomik ve ideolojik alanlarda zafer ilân etmesi ve potansiyel rakiplerinin görece zayıflığı küresel hegemonyanın biçimini de değiştirmiştir. Teknoloji kullanımındaki imkânların genişlemesi, milletlerarası sivil toplum örgütlerinin ve sermayenin devlet dışı aktörler olarak hareket kabiliyetini artırmıştır.
Kısacası, 21. yüzyılın başındaki millî devlet yapıları ile milletlerarası ortam, 20. yüzyılın 19. yüzyıl başları ile kıyaslanması durumunda da görüleceği gibi, hem değişimi hem de sürekliliği içinde barındıran bir özelliğe sahiptir. Milletlerarası ilişkilerin ve sorunların yoğunlaşması, millî devletlerin konum ve rollerinde de bir dizi değişikliği zorunlu kılmıştır. Millî devletler, küreselleşme süreci karşısında kendilerini belirli ölçülerde de olsa yeniden üreterek hayatiyetlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Ama unutulmamalı ki, bu olgu, küreselleşme süreciyle değil, milletler ve devletler arası ilişkilerin tarihiyle yaşıttır. 20. yüzyılın başında Milletler Cemiyeti, yüzyılın ortalarından itibaren de Birleşmiş Milletler’in ve diğer bölgesel askerî ve ekonomik örgütlerin tarih sahnesindeki yerini almasıyla birlikte devletler egemenlik haklarını paylaşmışlardır. Böyle bir egemenlik paylaşımı, milletlerarası tüzel kişiliklerin (toplumsal ilişkiler alanında da gözlendiği gibi) bir arada bulunmalarının ve işbirliği çabalarının ön şartını oluşturur.
Biraz önce de vurgulandığı gibi, Soğuk Savaş sonrası dönemi diğerlerinden ayıran temel farkı, küreselleşme sürecinin ulaştığı boyutların milletlerarası alandaki bazı yeni yansımaları oluşturmaktadır. Teknolojik gelişmeler, özellikle iletişim ve dijital teknolojilerindeki hız, milletler ve devletler arası etkileşimi hem kolaylaştırmış hem de teşvik etmiştir. Son dönemi farklı kılan bir diğer önemli nokta da, insanlık ailesinin müşterek sorunlarının hissedilir oranlarda artıyor olmasıdır. Küresel ısınma, deniz kirliliği ve çölleşme başta olmak üzere çevre sorunları, terör, mafya, yoksulluk, açlık, uyuşturucu trafiği ve uzayın kullanımı gibi hukukî ve sosyal sorunlar, bugün bütün insanlığın önünde devasa sorunlar olarak durmakta ve çözüm beklemektedir. Böylesine ürkütücü boyutlara ulaşan ve millî sınırları aşan sorunlar listesinin altından tek tek ülkelerin/milletlerin veya belirli milletlerarası örgütlerin kalkması imkânsızdır. Bu tablo, hiç şüphesiz, her kuruluşun ve tabii her devletin müşterek çözüm arayışlarını dolayısıyla işbirliği ve dayanışmasını zorunlu kılmaktadır.
Tekrar altını çizmek gerekir ki, etki alanları giderek genişleyen ve güçlü çözümler bekleyen küresel sorun ve açmazlar, devletler/milletlerarası ilişkileri, dolayısıyla işbirliğini çok daha stratejik ve değerli hâle getirmiş bulunmaktadır. Görüldüğü gibi, millî devletlerin önemi ve konumu zayıflamamakta; bilâkis giderek daha çok artmaktadır. Eğer “her etnik topluluğa bir devlet” çığırtkanlığı küreselleşmenin mimarları durumundakilerin yeni çağa ilişkin “resmî slogan”ı ise, bu küresel istikrara, demokrasiye ve insanlığa değil, küresel kaosa ve toplumsal kargaşaya hizmet eder. Böyle bir yaklaşım ile ne küresel sorunlarla baş etmek, ne de beşerî denge ve ahengi gözetmek mümkündür.
Yeni Çağ’da Orta Çağ’ı yeniden diriltmek anlamına gelecek politika ve söylemler, ister istemez klâsik emperyalizmi çağrıştıran ülkeleri içerden kuşatma, zayıflatma ve çökertme projelerini hatırlatacaktır. Bu durumda, küresel dayanışma ve işbirliği söylemi ile yeni yöntem ve araçlarla zenginleşen sofistike sömürü anlayışı arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi izah etme zorunluluğu doğacaktır. Bunun hemen arkasından da, millî devletlere ve kültürlere yönelen eleştirilerin plânlı ve ideolojik saldırılar olduğunu itiraf etmek gerekecektir.
21. yüzyılın başında milletler ve devletlerarası düzenin karşı karşıya bulunduğu görece yeni sayılabilecek olgular arasında, bireyin artan önemi ile küresel sermayenin dolaşım hızı ve etkinliği yer almaktadır. İnsan hakları politikaları, özellikle de bireysel başvuru hakkı ile yeni milletdışı kurumların gelişmesi, millî devletin yurttaşı olan bireye aynı zamanda milletlerarası bir konum da kazandırmaktadır. Bu bağlamda göz ardı edilmemesi gereken nokta, bu kurumları oluşturan ve bu kurumların kararlarını uygulayacak olan iradenin devletlerin egemenlik alanının bir parçası olmasıdır. Bu tür değer ve kurumlar, çeşitli ülkelerin hesap ve çıkarlarına kurban edilmediği sürece, bütün insanlığın ortak yararınadır ve bunlardan da milletler ailesi kârlı çıkar. Zaten son yıllarda “insan hakları emperyalizmi”nden sıkça söz edilmeye başlanması, insan haklarını temel alan milletlerarası güç kullanımı politikasının küreselleşmenin tabiî sonucu olan masum bir gelişme olduğu iddiasını daha en baştan tartışılır kılmaktadır.
Küresel sermaye ve finans sistemi ise, adeta “dünya krallığı”nı ilân etmek istercesine önündeki millî ve insanî kayıtların (duyarlılıkların ve kuralların) olabildiğince kaldırılmasını talep etmekte, küresel imtiyazlar ağını sürekli genişletmek istemektedir. Bu durumda temel kalkınma sorununu aşamamış ülkeler, yabancı yatırım ve sermaye ihtiyacı ile millî ve sosyal duyarlılıklar arasında sıkışıp kalmaktadır. Ancak, bütün bunlar, yani küresel sermayenin kazandığı etkinliğin bir vakıa olması, bu tür bir sermaye sınıfının son tahlilde belirli ülkelere/devletlere ait olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi, millî devlet olgusunu da geçersiz kılmamaktadır. Aksine, insan hakları ve demokrasi ile millet dışı sermaye yapılanması arasında ortaya çıkan yeni bir evrensel gerilim noktasına daha işaret etmektedir.
Böylece, küreselleşmenin kendi içinde barındırdığı “büyük paradoks”lardan birinin daha altını çizmiş oluyoruz. Bunun yanı sıra, küresel finans sisteminin ileride millî devletler ile çatışmayı değil, uzlaşmayı esas almak durumunda kalacağını da vurgulamak gerekmektedir. Özetlemek gerekirse, küreselleşmeci (resmî) söylemin aslında propagandist bir yaklaşım olduğunu ve küreselleşme sürecinin kendi içinde ciddî çelişkiler içerdiğini bir kez daha hatırlatmak yeterli olacaktır.
Sonuç olarak, küresel sermaye ve insan hakları politikaları şeklindeki iki gelişme trendinin millî devletlerin klasik egemenlik alanlarında belli bir aşınmayı beraberinde getirdiğini ifade etmek mümkündür. Ancak, bu aşınma, bir anlamıyla hem yeni milletlerarası sorumlulukların ve zorunlulukların bir gereği, hem de milletlerin kalkınma ve refahtan pay alma ihtiyaçlarının bir sonucudur. Son tahlilde karşılıklı rızaya dayalı olarak gelişen bir ilişkiler zinciri anlamına gelir. Bunun dışındaki bir ihtimal, yani beşerî sorumluluk ahlâkından yoksun ve kontrolsüz bir küresel sermayenin sürekli kendi kurallarını dayatmak istemesi, sonsuz bir gücü değil, geçici bir mevziî kazanımını ifade eder. Bu da tek başına ne kutlama merasimleri yapılacak, ne de arzu edilecek bir durumdur. Çünkü, konu sadece millî devletlerin egemenlik alanlarının daralıp daralmama meselesi olmaktan çıkmakta; insanoğlunun müşterek ideal ve çıkarları başta olmak üzere, sürdürülebilir bir küresel düzen ve sorumluluk kültürü gibi meselelerin de en kritik gündem maddesini oluşturmaktadır.
Küreselleşme Süreci, Millî Devletler ve Demokrasi
Yukarıda da değinildiği gibi, millî devletlerin, egemenlik haklarını özellikle son on yıl boyunca daha çok paylaşmak ve bir ölçüde de yeni bölgesel organizasyonlara devretmek durumunda kalmaları, birçok akademisyen ve yazarı, küreselleşmenin siyasî boyutları ve egemenlik alanlarıyla ilgilenmeye sevk etmiştir. Bunların önemli bir kısmı da, milliyetçilik karşıtı tarihî ve ideolojik ön yargılardan beslenen, “millî devlet” ve “milliyet” gibi kavramları hedef alan “entelektüel seferler”in düzenlenmesinden öteye geçememiştir. Türkiye’de de, bu seferlere gönüllü olarak iştirak eden akademisyen ve yazarlara ya da seferlerin yıkıcı izlerine son zamanlarda daha sıkça rastlanmaktadır.
Bu tür entelektüel saldırıların ortak noktasını, genellikle şu iki hususun altının birlikte ve ısrarla çizilmesi oluşturmaktadır: Millî devletler ömürlerini büyük ölçüde tamamladıkları için, artık bitkisel hayat yaşamaya başlamışlardır. Bu sebeple millî devlet yapısının süratle tasfiye edilerek bütün alt kimliklere ve bireyselliğe yeni ve güçlü alanlar açmak, böylece demokrasiyi yeniden ihya ve inşa etmek, günümüzde evrensel bir gereklilik hâline gelmiştir. Bunu tamamlayan ikinci temel argümanı ise, bizatihi küreselleşme sürecinin böyle bir radikal dönüşümü hem anlamlı, hem de zorunlu kıldığına dair çoğu propaganda metinlerini andıran söylemler oluşturmaktadır.
Son yıllarda hemen hemen bütün yeryüzüne çeşitli şekillerde yayılan büyük şok dalgaları, 20. yüzyılın milletlerarası temel kurum ve kuralları üzerindeki tartışmaları tetiklemiştir. Buna ilâve olarak, yine gelişme trendleri ve sosyo-ekonomik dinamikler karşısında milletlerarası düzenin klasik kural ve aktörleri açısından bir meşruluk tartışması açmak ve bunun için bazı makûl sebepler de bulmak mümkündür. Ancak, bugün millî devlet yapılarından önce, küreselleşme süreci üzerine ciddî meşruluk tartışmaları açmak çok daha gerekli ve anlamlı bir hâle gelmiş bulunmaktadır.
Yeni dünya düzeni ve küreselleşme sürecine dair söylenen ve yazılanların önemli bir kısmının büyük birer “küresel halüsinasyon” olduğu, çoğu zaman dramatik örneklerle ortaya çıkmaktadır. Bunların en başında da, şüphesiz küresel düzen ile küreselleşmenin demokrasi vaat ettiği ve/veya içerdiği sloganı gelmektedir. Dünya barış ve istikrarının pamuk ipliğine bağlı olduğunun hemen her gün yeniden anlaşılması bir yana, küreselleşme sürecinin hemen hiçbir insanî, ahlâkî ve demokratik değerle sürekli barışık olamadığı kolayca gözlemlenen bir gerçek olarak ortada durmaktadır.
Reel komünizmin çöküşünden sonra, bütün toplumlarda demokrasinin daha çok arzu edilir hâle geldiği ve ileri sanayi ülkelerinin belirli bir demokrasi modeli ihraç etmek için aktif bir çabanın içine girdiği bilinmektedir. Buna karşılık, ne milletlerarası siyasî sistemin, ne de küresel ekonomik yapıların daha demokratik ve insanî niteliğe kavuşturulması yönünde atılan kayda değer bir adıma rastlanmamaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve işleyişi (beş büyük devletin “millî etkinliği”ve veto silahı) başta olmak üzere, birçok milletlerarası mesele varlığını devam ettirmektedir. Yine, küresel ekonomik düzene yön veren kuruluşlar ve şirketler, faaliyetlerini her türlü denetimden uzak bir şekilde, sadece belirli çıkar ve endişeler doğrultusunda düzenlemeyi sürdürmektedir.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren birçok ülkenin millî gelirinden daha fazla sermayesi olan şirketler, küresel ölçekte etkin olmaya başlamıştır. Ekonomi imparatorlukları hâline dönüşen küresel şirketlerin yanında devletlerin ısrarla sınırlandırılmak istenmesi, tabiî ki düşündürücüdür. Ayrıca, giderek zenginleşen Batı dünyası ile küresel adaletsizlik ve yoksulluk sorununun nasıl yan yana yaşayacağı, stratejik bir soru olarak cevaplandırılmayı beklemektedir. Unutulmamalı ki, Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı’nın (UNDP) 2001 yılı İnsanî Gelişme Raporu’nda, dünyada 1,2 milyar insanın günde 1 doların, 2,8 milyar insanın da 2 doların altında gelirle yaşamaya çalıştığı, toplam 2,4 milyar insanın da temel sağlık hizmetlerinden mahrum bulunduğu not edilmektedir.7
Hem bu ve benzeri küresel sosyolojik manzaralar, hem de yeni sorunlar ve soru işaretleri karşısında insanî ve demokratik bir dünya düzeninden söz etmek imkânı yoktur. Bu da bizi zorunlu olarak şu tespitleri yapmaya götürmektedir: Küreselleşme sürecinin mevcut işleyiş biçimi ve açmazları karşısında gelişmekte olan ülkelerin demokratik rejimlerini pekiştirmeleri ve küreselleşme sürecine iştirakleri çok zor ve sancılı olacaktır. İkinci tespitimiz de şudur: Adalet ve dayanışma gibi değerlerden uzak bir küresel düzen ile Batı’nın bireysel insan hakları ve demokrasi ihracı ve/veya talebi arasında evrensel bir çelişki vardır ve bu çarpıklığın da bir şekilde ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Demokrasi meselesini, doğrudan millî devlet ölçeğinde ele aldığımızda da, küreselleşmeci bakış açısının zaaf ve açmazları kendini hemen belli etmektedir. Devletin, ekonomik ve siyasî alana ilişkin egemenlik haklarının bir kısmından vazgeçmesi ya da yaptırım yeteneğini kaybetmesi, aslında milletin (demos’un) siyasî varlığı ve etkinliğinin gerilemesiyle eşdeğer bir niteliğe sahiptir.8 Milletdışı kuruluşların ve sermayenin tazyiki altına giren devletin, kendi halkıyla dış dinamikler arasına sıkışması söz konusu olmaktadır.
Görüldüğü gibi, en büyük sorun, birçok küreselleşmeci argümanın aksine, millî kültür ve devletin egemenlik alanıyla birlikte, hatta daha önce millî/siyasî iradenin şekillenmesi ve işleyişinde ortaya çıkmaktadır. Bu durumda yönetici siyasî elit, kendi yurttaşlarına milletlerarası ekonomik ve siyasî bağımlılıklar, daha da önemlisi “küresel sermaye sınıfı”nın izlediği politikalar konusunda da hesap vermek mecburiyetinde kalmaktadır. Sonuç olarak, küreselleşme sürecinin demokratik ve insanî saiklerle yeniden kurgulanmasının, millî irade ve siyasî sorumluluk kavramları bakımından daha hayatî öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Millî devlet olgusunun küreselleşme anaforunda zorlandığı bir başka kritik noktayı, yurttaşlık kültürünün de sosyolojik ve tarihsel zeminini oluşturan millî ve kültürel müşterekler bütünü, yani millî kimlik alanı oluşturmaktır. Millî mekânlarda, siyasî alandaki “demokrasi erozyonu”na benzer şekilde, millî kimlik çerçevesinde de belirli bir tartışma ve aşınma yaşanmaktadır. Ekonomi ve iletişim sistemlerinin eklemlenmesi, yeni bir “küresel kültür”ün yayılmasını hızlandırmakta ve millî kültür evrenlerine yönelik olarak sürekli benzer davranış ve tüketim modelleri aktarmaktadır.9 Dolayısıyla, millî kültür ve kimlik, teknolojik ve ekonomik hâkimiyetin hem yayılmasını kolaylaştırdığı hem de cazibesini arttırdığı Amerikan menşeli küresel kültür dalgalarının tesiriyle “dışarıdan”; etnik kimlik ve aidiyetlerin cilâlanıp ön plâna çık(arıl)masıyla da “içeriden” tesir altında kalmaya, dolayısıyla basınç altında yaşamaya başlamıştır.
1990’lı yıllardan itibaren ivme kazanan bu sürecin emperyalist bir arka plânı olup olmadığı ayrı bir tartışmanın konusudur. Makalenin ilgili alanı çerçevesinde özellikle işaret etmek istediğim husus, millî kimlik, demokrasi ve etnik kimlik kavramlarına yüklenilen anlamlardaki farklılaşmanın, diğer sorunlu kavramlarda olduğu gibi, küreselleşmeci mantığa kurban edilmemesidir. Farklı etnik ve dinî kimlikleri siyasî bir aktör olarak ele alan, bunun karşılığında millî kimliğin (aidiyetin) hem iç hem de dış siyaset alanındaki işlevselliğini yadsıyan bir anlayış ve proje, aslında yeni değil, oldukça eski ve tehlikeli bir modeli çağrıştırmaktadır. Şimdi, yukarıda vurgulanan noktaları bir kenara bırakarak, meselenin doğrudan demokratikleşme ve kültürel zenginlik boyutuna temas etmek istiyorum.
Millî kimlik (millî değer ve semboller bütünü), her şeyden önce, bir toplumu ve devleti evrensel ölçekte tanımlayabilmenin ve onun temsil edilebilmesinin ön şartını oluşturur. İkinci olarak da, belirli bir ülkede demokratik sistemin sürekliliğinin temini bakımından zarurî olan müşterek değer ve ideallerin sosyo-kültürel bileşkesini (alt yapısını) oluşturur. Asgarî müştereklerini kaybetmeye ya da önemsememeye başlayan bir toplumun ahenkli bir birliktelik zemini oluşturması, yani ortak karar ve çözümler üretmesi, dolayısıyla sürdürülebilir bir rekabetçi siyaset kurumu inşa etmesi imkânsızdır. Yerel/tekil mensubiyetlerin aşılamadığı, mücadelenin/rekabetin siyaset alanı yerine, dinî, kültürel ve etnik alanlarda sürdürüldüğü bir iklim, demokrasinin ve kamu düzeninin olmadığı kaotik bir ortamdan başka bir şey değildir.10
ABD’ye yönelik 11 Eylül 2001 tarihli büyük terörist saldırıların ardından dünya gündeminde tekrar ön plâna çıkan Afganistan’ın yaşadığı dram da bu açıdan çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Milletleşme sürecinin hâlen başında bulunan, dolayısıyla millî bilincin yer etmediği bir Afganistan’da sadece sağlıklı yapıların değil, işleyen bir siyasî sürecin inşa edilmesi de imkânsızdır. Dinî kimliklerin ve kabile yapılarının birbirinden keskin hatlarla ayrıldığı Afganistan’da, siyasî rekabet için ön şart oluşturan asgarî müştereklerin varlığına ve millî konsensusa duyulan ihtiyaç had safhadadır. Toplumun, sosyal ve siyasî tabakalaşmanın yanı sıra; mezhep, etnisite ve diğer alt kültürler eksenli kimlik politikalarıyla yatay ve dikey olarak yeniden parçalanması durumunda sağlıklı bir demokratik siyaset kurumu oluşturma ve yaşatmanın mümkün olabileceği iddiası, ancak kötü bir niyetin ürünü olabilir. Çok hukukluluk ya da çokkültürcülük projelerinin, toplumu birbirinden iyice yalıtılmış küçük din ve etnisite adacıklarında yaşamaya mahkûm etmenin dışında başka bir anlama gelmeyeceği yeterince açık değil midir
Millî devlet ve kimlikten güç alan ve onlara güç veren vatandaşlık kavramı yerine, “anayasal vatanseverlik ve vatandaşlık” kavramlarının ikâme edilmek istenmesi ise, yine daha önce altı çizilen ideolojik ön yargılarla millî ve kültürel müştereklerin göz ardı edilmesinden, ama aynı zamanda ortak bir zemine duyulan ihtiyacın da kabûl edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Anayasal vatandaşlık ve vatanseverlik kavramları, anlamlı bir içerik ve işlerlik kazanarak yaşaması mümkün olmayan sunî ve geçici çözüm arayışlarını yansıtmaktadır. Başka bir deyişle, tarihî ve sosyolojik gerçekliklerden kopuk olarak çeşitli “yarı-resmî entelektüel seralar”da olgunlaştırılmaya çalışılan bir projedir. Son tahlilde, tarihî tekâmülün sonucu olarak gelişen millî devlet formunun dışında, daha büyük ölçekli bölgesel organizasyonlara “sadık vatandaşlar” yaratma niyetinin ürünü olan bir siyasî formülasyonu ifade etmektedir.
Millî kültür ve kimliğin anlam ve önemi, toplumların yeryüzündeki ayırt edici vasıflarını belirleyen ve demokrasinin sosyo-kültürel alt yapısını tahkim eden rolüyle de sınırlı değildir. Bunlarla birlikte, ülke ölçeğinde bir başka demokratik ve insanî işlevi daha yerine getirmektedir. Çünkü millî kültür ve kimlik, yabancı/hâkim kültür dalgalarına karşı yakın bir alışveriş içinde olduğu alt/mahallî kültürler açısından bir “dalga kıran” işlevi görmektedir. Bu işlevini, görece daha güçsüz ve korunmasız durumdaki mahallî kültürlerin üzerinde büyük bir “manevî kalkan” (atmosfer) oluşturarak, onların hızlı erozyonunu frenleyerek yerine getirir.
Millî kültürler, bu manada bir “şemsiye kültür” işlevi görerek, millî devlet mekânında sadece toplumsal ve kültürel ahengin değil, zenginliğin de garantörü olmaktadır. Yeri gelmişken hemen vurgulamak gerekir ki, millî devletin tek bir kültür dayattığı, bunun için de “kültürel totalitarizm”i zorunlu olarak öngördüğü iddiası, aslında kendi içinde bile tutarlı olmaktan uzaktır. Etnik kimliğin/kültürün, nasıl bir ilişkiler ağını ifade ettiğinin ve havzası içinde yaşadığı millî kültürle yaptığı alışverişlerin anlamı dikkate alınmadan demokrasi ve toplum projelerinin merkezine oturtulması, her şeyden önce demokrasinin doğasına aykırıdır. İkinci olarak da, etnik ayrılıkçı militanların söylem ve sloganlarına akademik destek arayışlarının ötesine geçemeyen bir entelektüel sığlığı yansıtır. Adı geçen iddiaya daha makro plandan bakıldığında da durum farklı değildir. Çünkü, entelektüel alerjilerin “küresel kültürel hegemonya” yerine “millî olan” karşısında ortaya çıkması, demokratik değil, ideolojik kaygılarla hareket edildiğinin bir göstergesidir. Bunun içindir ki, bir taraftan yurttaşlık bilincinin önemini bile gözardı edip, diğer taraftan “etnik kültür hapishaneleri” oluşturma düşüncesini empoze edenlerin millî kimlik konusundaki eleştirilerini de çok fazla ciddiye almamak gerekir.
Son söz olarak, millî kimlik ile üst aidiyet biçiminin varlığının, gerek “alt kimlikler”, gerekse bütün yurttaşlar arasındaki “sosyal iletişim zemini”ni oluşturarak toplumsal birlikteliği ve sürekliliği mümkün kıldığını bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Bunu “keşfetmek” için, yeni orta çağların yaşanmasına da gerek yoktur. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Afganistan tecrübesi başta olmak üzere, dünya ve demokrasi tarihine böyle bir pencereden dikkatlice bakmak yeterlidir.
Sonuç:Milliyetçilik ve Küreselleşme
Ayırt edici vasfını küreselleşme olgusu ya da bilgi ve teknoloji çağı tanımlamasının oluşturduğu, yine milletaşırı ve millet-altı kimliklerin ve söylemlerin revaçta olduğu bir yüzyılda milliyetçilikten söz etmek mümkün müdür Böyle bir çağda milliyetçilik ve millî devlet, tarih dışı bir düşünce biçimi ve siyaset projesi değil midir İşte bu sorular, özellikle son on yıla damgasını vuran “evrensel söylem ve iddialar”dan biri durumundaki millî devletin ve milliyetçiliğin ömrünü tamamladığına dair görüşün sürekli gündeme getirdiği ve bir şekilde “evet” cevabını verdiği temel soruları oluşturmaktadır.
Bir düşünceyi tarihin mezarlığına defnetmek için gösterilen kararlı ve arzulu bir çabanın izlerini taşıyan bu soruları, milliyetçiliğin ideolojik iç tutarlılık sorununa gönderme yapan ve hemen hemen bir başka ortak kanaati yansıtan şu tespit tamamlamaktadır: Belirli milliyetleri/milletleri temel referans kabul eden bir düşüncenin, küresel ölçekte bir iddiası ve projesinin olması ne anlamlıdır, ne de mümkündür. Bu ve benzeri görüşler, esasında küreselleşme sürecinin “tarihin” ya da “ideolojilerin sonu” olarak kavranmasını öğütleyen bir ideolojinin ürünüdür. Temel önermeleri bunlar olan bir anlayışın, yeni yüzyılın tabularından biri olmaya aday olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, artık millî devletin ve kimliğin yeni çağdaki anlam ve önemine, diğer bir deyişle milliyetçiliğin tarihsel rolünün 21. yüzyılda kazandığı yeni boyuta ilişkin değerlendirmelerimize geçebiliriz. Öncelikle de şu iki noktanın altının çizilmesinde yarar vardır: Özünde millî kıymetlerin varlığını anlamlandırarak sürekli kılma anlayışının siyasî grameri olan milliyetçilik; hem ülke hem de dünya ölçeğinde bırakınız kendi sonunu getiren gelişmelere muhatap olmayı; birey, aile, millet ve milletlerarası camia arasında giderek daha fazla hayatiyet arz eden ve önem kazanan işbirliği ve ahengin, hem öncüsü hem de garantörü olabilir. Salt birey, piyasa ya da sınıf merkezli dünya ve toplum tasavvurlarıyla böylesine ağır bir beşerî sorumluluk ahlâkı ve sisteminin inşa edilemeyeceği muhakkaktır.
Aslında 21. yüzyılın ürkütücü sorusu, R. J. Samuelson’un deyişiyle, küreselleşme sürecinin yarattığı toplumsal ve kültürel altüst oluşu milletlerin mi denetleyeceği, yoksa onun milletleri mi denetleyeceğidir.11 Bunun için beşeriyetin geleceğine dair tercihlerin çok iyi yapılması gerekmektedir. Milliyetçi bakış açısına göre, insanoğlunun öncelikli ihtiyacı; sürdürülebilir bir rekabet yerine öldüresiye bir mücadeleyi körüklediği açık olan, dizginlenmemiş kazanma hırsını ve küresel ekonomik aktörleri, bir taraftan toplumsal ihtiyaçları gözetmeye, diğer taraftan da kültürel ve ahlâkî değerlere saygı göstermeye zorlayacak milletlerarası normlar ve kurumlar geliştirmektirç
Tartışma konumuz çerçevesinde zaman zaman karşı argüman olarak ileri sürülen, milliyetçiliğin, kendini başka milletlere karşı hiyerarşik bir yaklaşım biçimine göre konumlandırdığı iddiasının da, aslında tutarlı bir tarafı yoktur. Milliyetçiliğin, milletlerin farklılığına ve özgünlüğüne güçlü göndermeler yaptığı doğrudur, ama bu hiçbir zaman başka kültürlerin/milletlerin aşağılanması ya da yok farzedilmesi anlayışını içermez. Milliyetçiliğin kendini “öteki”ne göre tanımladığına dair klasik eleştiri, olayları milliyetçiliği “günah keçisi” hâline getirerek açıklama kolaycılığını tercih edenlerin basit bir mantık oyunudur. Bu yol, evrensel bir açıklama yöntemi olarak ele alındığı taktirde, aynı muhakeme ve yargılamanın bütün “ideolojiler” için yapılmasını zorunlu kılar. Bu mânâda, kapitalizmin, liberalizmin, sosyalizmin ve hatta dinlerin “öteki”si yok mudur
Milliyetçi bir bakış açısında farklı milletlerin varlığı ve saygınlığının prensip düzeyinde kabul görmesi bir zorunluluktur. Bunun her şeyden önce demokratik ve insanî bir milletlerarası düzenin altyapısını sağlamlaştırmakla eşdeğer bir anlama geldiğinin kavranması bakımından önemi büyüktür. Aksi bir durum ya da anlayış, “milliyetçilikler”in çarpışmasını değil, farklı devlet ve milletlerin çeşitli çıkarlar adına emperyalist politikaları tercih etmesini ifade eder.
Buradan çıkarılması gereken sonuç şudur: Milletler arasında saygın bir işbirliği ve dayanışma zemininin varlığı, sürdürülebilir ve adil bir küresel düzenin belkemiğini oluşturur. Küresel düzlemde elzem olan beşerî ahenk, aslında ülke ölçeklerinde de çok hayatî ve önceliklidir. Millet olgusu ve bir üst aidiyet formuna (millî kimliğe) mensubiyet bilinci, hem toplumsal hem de demokratik bir düzenin varlığı ve devamlılığı açısından olmazsa olmaz bir belirleyiciliğe sahiptir. Çünkü, insanlığı ve/veya milletleri, bir kısmı sunî, bir kısmı da ilkel olan yerel aidiyet biçimlerinin esiri hâline getirmek ve kamusal alan(lar)ı buna göre dizayn etmek, sosyolojik olarak birarada yaşayabilmenin, hatta bulunabilmenin, dolayısıyla ortak sorunlara ortak çözümler üretebilmenin imkânsızlaştırılmasıyla eş değerdir.
Sonuç olarak vurgulamak gerekir ki, küreselleşme olgusu, ülkelerin hem ekonomik hem de kültürel hayatını, daha açıkçası milletlerin kaderini ilgilendirdiği ölçüde milliyetçiliğin de doğrudan konusunu teşkil eder. Yine, milletlerin adil ve onurlu bir işbirliği üzerine inşa edilecek bir küresel düzenin yapı taşlarına ruh ve şekil verecek olan referans noktalarının esin kaynağını oluşturur. Bugün, daha insanî bir küreselleşme süreci ile daha demokratik bir milletlerarası düzen için, milliyetçi ve demokratik bakış açılarının vazettiği değerler sistematiği ile pratikte kanıtlanmış modellerinin üstünlüğü aşılmış ve aşınmış değildir.
Unutulmamalıdır ki, kendi kimliğini ve kişiliğini oluşturan millî kültürüyle bağları kopan bir toplumun, hem başka kültür ve medeniyetlerle yaratıcı ilişkiler kurabilmesi, hem de özgüvenini ve gücünü koruyabilmesi imkânsızdır. Erimiş ya da güdükleşmiş kültürlerin oluşturduğu bir dünya da, sadece daha çok sevimsiz olmakla kalmayacak, aynı zamanda çok daha kolay denetlenebilir ve yönetilebilir olacaktır.
http://www.esatoz.com/esat/default.asp?dizayn=13&r=53’ dan alınmıştır.
Dipnotlar :
1) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: Ernst Kantorowicz; “Orta Çağ Siyasî Düşüncesinde Vatan İçin Ölmek – Pro patria mori”, Devlet Kuramı, Der. C.B. Akal, Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s. 109-125.
2) İtalyan siyaset bilimci Maurizio Viroli; Vatan Aşkı: Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme, (Ayrıntı Yay., İstanbul, 1997) isimli kitabında, “milliyetçilik” ile “vatanseverlik” kavramları/değerleri arasında teorik duvarlar örmek için özel bir gayret sarfetmektedir.
3) Bu konuşmadan yapılan alıntı, Dominique Schnapper; Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair, Çev. Ö. Okur, Kesit Yay., İstanbul, 1995, s. 16’da aktarılmaktadır. M.V. Llosa’nın küreselleşmenin ideolojik açıdan kutsanması işini bir hayli benimsediğine dair bir başka delil de, 20 Ekim 2000’de Amerikanlar Arası Kalkınma Bankası’nın düzenlediği (Washington’da) bir konferansta yaptığı konuşmadır. Llosa, burada küreselleşme sürecini özgürlük kültürünün garantörü olarak görmektedir. Bu konuşmanın metni için bakınız: Mario V. Llosa; “Özgürlük Kültürü”, Foreign Policy, Ocak-Şubat 2001, s. 72-77.
4) Montsrrat Guibernau; Nationalism: The Nation-State and Nationalism in the Twentieth Century, Polity Press, Cambridge, 1996, s. 143. Türkçe çevirisi; Milliyetçilikler: 20. Yüzyılda Ulus Devlet ve Milliyetçilik, Sarmal Yay., İstanbul, 1997.
5) Millî devletin sonu konusunda küreselleşmeci tezleri hararetle savunan en ünlü eserler arasında yer alan K. Ohmae’nin kitabı, büyük bir sanayi kuruluşu tarafından Türkçe’ye çevriltilmiş ve yayınlanmıştır: Kenichi Ohmae; Ulus-Devletin Sonu, Çev. Z. Dicleli, Türk Henkel Dergisi Yay., İstanbul, 1996.
6) Küreselleşme sürecinin boyutları ve sonuçları ile yeni dünya düzenine ilişkin gelişme ve tartışmalar hakkında ayrıntılı bilgi ve değerlendirmeler için şu eserlere bakılabilir: Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme, Çev. A. Aksu, Küre Yay., İstanbul, 2001; Paul Hirst ve G.Thompson, Küreselleşme Sorgulanıyor, Çev. Ç. Erdem-E. Yücel, Dost Kitabevi, Ankara, 1998; Marisol Touraine, Altüst Olan Dünya: 21. Yüzyılın Jeopolitiği, Çev. T. Ilgaz, Ümit Yay., Ankara 1997; Dani Rodrik, Yeni Küresel Ekonomi ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Çev. S. Gül, Sabah Kitabevi, İstanbul, 1998.
7) UNDP; Human Development Report 2001, Oxford University Press, New York, 2001, s. 9.
8) Ali Farazmand; “Globalization and Public Administration”, Public Administration Review, November-December 1999, No: 6, s. 515-516.
9) Armand Mattelart; İletişimin Dünyasallaşması, Çev. H. Yücel, İletişim Yay., İstanbul, 2001, s. 116-125.
10) Milliyetçilik, millet ve demokrasi kavramları arasındaki anlamlı ilişkiler hakkında bakınız: Schnapper; a.g.e., 2-4 bölümler; Ghia Nodia; “Milliyetçilik ve Demokrasi”, Yeni Forum, Mayıs 1993, s. 20-29.
11) Robert J.Samuelson; “Küreselleşmenin İki Tarafı”, New Perspectives Quarterly – Türkiye, 2000, Sayı: 4, s.62.