İbrahim KİRAS
MHP lideri Bahçeli’nin “Gelsin mecliste konuşsun, örgütün lağvedildiğini açıklasın” çağrısına Abdullah Öcalan “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diye cevap verdi. Peki, acaba bugünkü açılımı ve hatta geçmişteki açılımları yapmaya çalışan siyasi kadroların var mı böyle bir “teorik gücü”?
Önceki hafta bu sütunda geçmişteki çözüm/açılım projeleriyle bugünkü “Öcalan’ı serbest bırakalım, o da PKK’yı dağıtsın” girişimini mukayese ederken 2009’daki “Açılım”a ilişkin olarak iki husustaki itirazımı hatırlatmıştım:
“Biri MİT yöneticileri ile PKK temsilcilerinin görüşmelerinin üçüncü ülkeler aracılığıyla gerçekleşmesindeki büyük yanlıştı. İkincisi projenin kamuoyuna sunuluşunda bölücü örgütün dilinin kullanılması, sözgelimi inkar, asimilasyon ve imha siyaseti, Kürt sorunu, demokratik çözüm gibi PKK jargonunu oluşturan terim ve tanımları aşacak yeni ve kapsayıcı kavramlar ortaya konulamamış olmasıydı. Bu durum masadaki taraflardan birinin eksikliğini, yetersizliğini, kavramsal hazırlıksızlığını gösteriyordu. Çünkü kendi yaklaşımınızı ifade edecek yeni bir dil üretemeden mevcut soruna yeni bir çözüm üretmeniz mümkün olamaz.”
Burada ne anlatmaya çalıştığımı anlamayan veya anlamak istemeyen bir kesimden “Kürt sorunu demeyeceğiz de ne diyeceğiz” tepkisi geldi. İsteyen istediği şekilde adlandırılabilir sorunu elbette. Bizler de ağız alışkanlığıyla kullanabiliriz birtakım tanımlamaları. Ancak “devlet adına” konuşanların kullandıkları kelimelerin ne anlama geldiğini bilmek gibi bir mecburiyetleri var. Bölücü terörle mücadele için “teorik cephaneye” de ihtiyaç olduğunu görme mecburiyetleri var.
Mamafih siyasetin diline bakınca bu mecburiyetlerin farkına varılmadığını görüyorsunuz.
Napolyon bir muharebeyi kaybeden komutanına, “Neden yenildiniz?” diye sormuş. General yenilginin sebeplerinin on maddeden oluştuğunu söylemiş ve bunları saymaya başlamış: “Bir… Barutumuz tükenmişti… İki…” Napolyon birden “Tamam, yeterli!” diye muhatabının sözünü kesmiş, “gerisini saymanıza gerek yok.”
Bugün “Kürt sorunu” diye bir konuyu tartışırken Kürt adlandırmasının siyasi ve hukuki karşılığıyla ilgilenmiyoruz. Daha da önemlisi, Türk adlandırmasının anlamı bile yerine göre değişiyor. Gerisinin önemi var mı?
Bahçeli geçen gün “Türklerin ve Kürtlerin birbirini sevmesi, her iki taraf için hem dini hem de siyasi bir farzdır” diye konuştu. Epeyce de alkış aldı. Daha önce Erdoğan da “Kürt milliyetçiliğini de, Laz milliyetçiliğini de, Türk milliyetçiliğini de ayağımızın altına alıyoruz” demişti. Yani ülkeyi yönetenlerin dilinde etnik kimlik ile milli (anayasal) kimlik birbirine karışmış durumda.
Aslında, yalnızca siyasetçilerin değil, ezici çoğunluğumuzun diline yerleşmiş bulunan bu “Kürtler ve Türkler” tasnifindeki problemin farkında olanlarımız azınlıkta. Çünkü sokaktaki adamın da kürsüdeki siyasetçinin de üniversitedeki profesörün de aidiyet veya kimlik dendiğinde “soy”la, “kan”la ilgili bir şeyler geliyor aklına. Sosyokültürel yapımızın millet olma aşamasından uzaklığıyla ilgili bir problem bu esas itibarıyla.
[Atatürk’ün “Kürtler ve Türkler öz kardeştir” sözüne veya Gökalp’ın “Türkler ve Kürtler” makalesine ne diyorsun, diyecekler olabilir. Kurucu babaların “imparatorluk devrinin” diliyle konuşmaları Cumhuriyetin ilanı öncesinde ulus-devlet yapısının henüz teşekkül aşamasında olduğu bir sürecin hadisesidir, diye cevap veririm bu soruya.]
Anayasanın 66. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” tanımını ve Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözünü kabullenip, benimseyip, sonra da “Türkler ile Kürtler”den söz etmek çelişki değil mi?
Bu çelişkiyi fark eden, bu çelişkiden kurtulmak gereğini hisseden kaç kişi var?
Aydınlar mı, siyasetçiler mi, akademisyenler mi bu meseleyi mesele etmek ihtiyacı duyuyor?
Meselenin can alıcı noktası şurası: “Kürtler” derken kimlerin kastedildiği üç aşağı beş yukarı belli ama “Türkler” derken kimin kastedildiği epeyce muğlak. Kürtlerle beraber zikredildiğine göre Türkler de tıpkı Kürtler gibi etnik bir grup. Veya Kürtler de tıpkı Türkler gibi bir millet…
Türklerle Kürtler aynı ülkede yaşayan iki ayrı millet ise iki kimliğin de “eşit” olmasını istemek, “Anayasaya ikisinin de adı yazılsın” diye diretmek, hatta “Bizim neden ayrı bayrağımız yok” demek niye yanlış olsun?
Öncelikle milliyetçilik adına siyaset yapanların bu meselenin üzerinde düşünmeleri gerekmiyor mu?
Millet, devlet, vatandaşlık gibi en temel siyasi ve hukuki kavramların anlamı üzerinde bile toplumsal bir mutabakatın olmadığı bir ülkede “Kürt sorunu” nasıl çözülür?
Ümit ve temenni edildiği şekilde, PKK’nın bir anda kurucusundan gelen talimatla kendi varlığını sona erdirmesi bizim millet olma aşamasına ulaşamamış olma sorunumuzu çözer mi?
——————————————–
Kaynak: