Şerife MUCUK
Devlet parasız yatılı okulunda okuyan Aslan abimin “büyük olsun seneye de giyer” düşüncesiyle alınan -ki abim liseyi bitirdiğinde dahi büyük gelen, her yıkamada solan- kendisi kırmızı, yan şeritleri beyaz “eşortmanı” eğer “germeç”te (çamaşır ipi) asılıysa ve bayrak gibi neredeyse 3,5 km. uzaktaki okulun bulunduğu Pazarören’den köye yaklaştıkça görünmeye başladıysa, bilirdik ki Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinde yatılı okulda okuyan abim gelmiş ve rahmetli anam çamaşırlarını yıkamış, asmıştı. Tabi yarıyıl tatilinde yıkanmış ve ayazda “germece” asılmış kırmızı “eşortman” korkuluk gibi buz tutar, yaz tatiline geldiğinde yıkanmış olan ise ipte efil efil eserdi. Kırmızı “eşortman” bizim için “kırmızı alarm” değil, on beş gün hep birlikte eğlenilecek “tatil paketi” habercisi demekti.
.
“Ankara’dan abim gelmiş,
Evde bir bayram havası,
Annem babam
Beni çok severmiş”
.
Grup Gündoğarken bu şarkısını bizim için yazmış olmalıydı…
Yarıyıl tatiline girmiştik, ben ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Aynı yaşta olmamalarına rağmen abilerimin ikisi de aynı sınıf seviyesinde ortaokul üçüncü sınıfta okuyorlardı. Çünkü ilkokula aynı yıl yazılmışlardı. Şehir dışından gelen Aslan abimin gelişi, aynı okula gittiğimiz Nafiz abim ve benim için büyük bir sevinçti…
Nafiz abim güreş meraklısı, sürekli ona sataşacak, önce güreş sonra dövüş olacak, ben “ara dayağı” yiyeceğim; Aslan abim biz okuyalım diye kitap getirmiş olacak, Nafiz abim de o gider gitmez kitapları satacak… Anama “agama” yardım olsun diye ahır işlerini on beş gün süreyle üstlenecekler; özellikle “buzlandırılan” Hasan Emmimgilin sokakta kızak kayılacak, kartopu oynanacak… Köydeki arkadaşları ile bir araya gelecekler; eğer köyden bir vefat eden olursa onun mezarını kazıp, “ıskat” için ayrılan bütçeden verilen o parayla alınacak meşin topun matematiği yapılacak…
Tabi ilkokulu bitirir bitirmez evden ayrılan abim için anam onun sevdiği yemeklerden yapacak; sürekli kar yağdığı için dam kürünecek, merdiven temizlenecek, çeşmeye gidecek “çiir” (“çığır, karda büyüklerin önden giderek açtıkları iz) açılacak…
Bunların hepsi ayrı ayrı birer şölendi sanki. Sayılı gün işte, ne çabuk gelir geçerdi, bilemezdik.
O zamanlar, çocuk halimizle bizim için devasa bir oda gibi duran ancak öyle olmadığını yıllar sonra büyüyünce anladığımız, göçmen sobasının ısıttığı bir odanın içinde, şimdilerde “Amerikan mutfak” diye heveslenilen, o zaman ise mecburiyetten öyle yapılmış olan mutfak, yatak, “sedir” (Taştan oturma ve yatma yeri) dâhil her şey bir aradaydı. Odanın kapısından girince hemen kapının arkası anamın mutfağıydı(!). Ve bir mutfağın olmazsa olmazı duvara boydan boya çakılmış üç beş bakır tabak çanağın dizildiği “kaplığı” namı diğer “tereği” vardı. Kapıyı eğer biraz hızlı çarpacak olsak kaplıktan her seferinde tangır tungur bir şey yuvarlanırdı. “Yuvarlansın canım, ne olacak; cam değil ki kırılsın; kalaylı bakır, krom, “alimiyon” “kap kacak.” Biraz yamulabilir ama olsun kırılmıyor ya, al, yerine geri koy” düşüncesi üzerinde zımnen anlaşılmış bir hoşgörü ilkesiydi.
Oturma odası da, yemek odası da, yatak odası da, mutfak da, “yüklük” de, hatta kilim gibi dokunmuş ve sonra yanlarından dikilmiş zahire “hapanları” da bu odadaydı.
İşte bu odada kış gecelerinde ailece birlikte uyumak da ayrı bir roman konusuydu. Her gece yatağa girdikten sonra, yatakta uykumuz gelene kadar abimgil güreşir, gülüşür, fıkra anlatır, oyun oynar; karanlıkta da olsa birlikte çok eğlenirdik. Hiç düşünemezdik ki orada bizden başkaları da var ve uyuyacaklar. “Agam” rahmetlik arada bir “susun artık, yatın” der, o arada kıkırdamayı keser, iki dakika sonra geri başlardık.
Yine böyle, on beş tatil içindeki soğuk mu soğuk, karlı mı karlı bir günün akşamıydı. Dışarıda hem kar yağıyor hem de tipi yerdeki karı savuruyordu. Anam bizim yataklarımızı yere “yazmış”, kendileri de odada gündüz oturmak için kanepe gece yatmak için karyola vazifesi gören “ranzaya” yatmışlardı. Henüz televizyon yoktu evde. Evi ölgün ışıklarıyla aydınlatma çabasında olan gaz lambası da söndürülmüştü.
Biz her zamanki gibi yatakta yine oynuyor, gülüşüyorduk. “Agamdan” gelen bir kaç “susun da yatın” uyarısını kısa süren sessizliklerle atlatıp yeniden “kikirdeşmeye” başlayınca “agam” bir kızgınlıkla yatağından kalktı ve “Çıkın lan dışarı, eşollueşşekkler” diye gürledi. Kızgınlığı o kadar belliydi ki çıt çıkaramadan üçümüz de arka arkaya sessizce dışarı çıktık. Dışarı bir kar, bir ayaz, bir soğuk… Evin önüne tipi kar yığdığı için damın dulda tarafına gidip boy sırasına geçtik. Soğuktan dişlerimiz takırdıyor, ellerimiz titriyor ama bir yandan da hala “kikirdeşmeler” devam ediyordu. O soğukta bile neye gülüyorsaydık artık. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra dayanamayıp gelen anam bizi içeri aldı. Hiç birimizden çıt çıkmadan, suçlu suçlu yataklarımıza girip uyumuştuk.
Daha sonra okullarda öğrendik ki “kuşak farkı” diye bir şey varmış. Tabi ya, biz ana ve babamızın her ikisinin de (ilk eşleri vefat ettiği için) ikinci evliliğinden olan çocuklardık ve o zamanlar babam altmışlı yaşlarda, anam ise ellili yaşlarında idi. Yaşlarının da verdiği yorgunlukla onların uyumak istemeleri ve bizim bunu anlayamamamız…
Bizim de en büyük “kuşak farkımızın”(!) bu olduğunu şimdi anlıyorum. Belki başka farklarımız da vardı ama bize hissettirmiyorlardı. Bizim için, o mahrum köy şartlarında bile dünyanın en mutlu mekânı olan o taş evde, dünyanın en fedakâr ve olgun ebeveynlerine karşı en büyük saygısızlığımız bu olmuştur diye düşünüyorum.
Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu herhalde…