M. Saffet SARIKAYA
Son günlerde bazı absürt yorumlar din/İslam konusundaki tartışmaları medyaya taşımaktadır. Esasen devletimizin bekası için aktif bir mücadele içinde olduğumuz şu günlerde bu malzemelerin sanal âlemin dijital arşivinden devşirilip niçin servis edildiği önemli bir soru olmakla birlikte, bu saçma yorumlar, toplumumuzdaki hâl-i pür melâlimizi göstermesi bakımından önemlidir.
Resmi kurumlarımızın (DİB) beceriksizliği, İlahiyat Fakültesi akademik çevrelerinin iğdiş edilen din öğretimi programlarından dolayı kırgınlığı, içe kapanıklığı ve suskunluğu, dini içerikli cemaat, tarikat vb. sivil yapıların 15 Temmuz’a rağmen kontrol edilemeyen hoyratlığı gibi hususlar üzerinden konuyu farklı boyutlarıyla değerlendirmek mümkündür. Biz burada tarihin derinlerinden gelen bir soru etrafındaki tartışmalar ekseninde bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
Kısaca bu soru şöyledir: “Din/İslam söz konusu olduğunda akıl mı önce gelir, nass (Kur’an-Sünnet) mı? Dinin temel bilgi kaynağı, akıl mıdır nass mı?” Tamamen yöntemle ilgili bir mesele olmasına rağmen bu soruya verilen cevap Müslümanları çok farklı anlayış ve yorumlara yöneltir. Bilgi problemi bağlamında felsefe ve kelam ilminde yapılan teorik açıklamalara rağmen, bilgi kaynaklarından hangisinin önceleneceği sorusuna verilen cevabın pratik yansımaları farklıdır. Örneğin yakın tarihlerde kaybettiğimiz (2010) M. Âbid Cabirî, bu bağlamda ilk dönem İslam düşüncesini beyanî, burhanî ve irfanî düşünce ekolleri diye tasnif eder (Arap Aklının Oluşumu, çev. İ. Akbaba, İstanbul (1997), 379). Bu tasnifte beyanî, lafızcı din söylemine, burhanî, akılcı din söylemine irfanî ise sufi din söylemine karşılıktır. Yani, “dinin anlaşılmasında nass esastır” diyenler lafızcı/şekilci din söylemini, “dinin anlaşılmasında akıl esastır” diyenler akılcı din söylemini, “dini bilgi keşf ve ilham ile sağlanır” diyenler irfanî/gnostik din söylemini ifade eder.
Bugün “zihniyet biçimleri” olarak nitelendirilen anlayış farklılıkları, dini anlama çabamızda önemli farklılıkları da beraberinde getirir. Burada öncelikle bu farklılıkların İslam’dan kaynaklanmadığını, İslam’la özdeşleştirilemeyeceğini ifade etmek gerekir. Yani İslam, Allah’ın peygamberine Cebrail vasıtasıyla vahy ettiği, Peygamberin de insanlara tebliğ ettiği dinin adıdır. Tebliğ süreciyle birlikte tamamlanmıştır. Bundan sonra kimsenin Allah adına, İslam adına, din adına söz söyleme hakkı yoktur. Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanların vahyi anlama çabası ise İslamiyettir. Yani İslam’ın insanlar tarafından anlaşılan yorumlanan ve üretilen, kültürleştirilen biçimidir. Beşer olarak Müslümanların çeşitli yorumlarla farklılaştıkları alan ise burasıdır. Bu farklılıklar, İslam/din değil, dinin farklı yorumlarından ibarettir. Asla İslam ile özdeşleştirilemez. Ancak ülkemiz özelinde, yakın tarihteki İslamcı düşüncenin gelişim sürecindeki din algısı bağlamında Türkçemizde İslam, İslamiyetle eş anlamlı olarak ve dahası İslam yanına bazı terimler ilave edilerek kullanılmaya başlamıştır. İslam Hukuku, İslam İktisadı, İslam Mezhepleri, İslam Kapitalizmi, İslam Sosyalizmi vb. kullanımlar yanlış olmasına rağmen galat-ı meşhur hükmünde kullanılmaktadır. Bu kullanımda kast edilen ise Müslümanların hukuku, iktisadı, felsefesi, mezhepleri vs.dir.
Tekrar sorumuza dönersek, lafızcı/şekilci din algısına sahip olanların klasik söylemi: Dinin açıklanması ve anlaşılmasında nass esastır. Her şey nass ile izah edilebilir. Akıl ancak nasstan sonra gelebilir. Zira aklı ilk kullanan, ilk kıyas eden Şeytan’dır. Akıl yürütmek Şeytan işidir”, derler. Bu ifadelerin ilk kısmına erken dönemde İmam Şafii’de rastlarız. O, kıyası kabul etmesine rağmen hakkında nass varid olmayan(bulunmayan) meselelerde kıyası reddeder. Onun fıkıhta koyduğu bu esası kendisinden bir asır sonra İmam Eş’arî akaidde yapar ve nassı esas alarak, aklı nassın açıklanmasında bir vasıta olarak kullanır.
Bu yöntem, dünyayı Allah merkezli kabul eden bir anlayış doğurur. Olaylar ve olgular tek fail ve yaratıcı olarak kabul edilen Allah eksenli açıklanmaya çalışılır. “Her şeyi Allah yaratmıştır” (Zümer 39/42). Kulun fiillerini de Allah yaratmıştır. Ancak kul, Kur’an’da sorumluluğu ifade eden ayetlerden dolayı sorumludur. Çünkü lafzen fiillerinin kâsibi/kazananı, yapanıdır. İrade hürriyeti konusunda dile getirilen bu anlayışın irfani/sufi gelenekle örtüşen bir boyutu vardır. Zira Allah’tan başka varlık kabul etmeyen irfani/sufiler de her şeyi Allah’a nispet ederler. Kul aczinin bir eseri olarak kulluk görevini yapmakla sorumludur.
Bu anlayışa bağlı olarak dünyaya bakmayı, ibret almayı öğütleyen ayetlerdeki yaratılışın hikmetlerini araştırmak yerine, müşahede edilen şeylerde Allah’ı, Allah’ın kudretinin delillerini (âyât-ı kübrâ) arayan, gördüklerinin şaşkınlığı ile hayret ve hayranlık içinde kalan bir insan tipi oluşur. Zira Allah, dilediğini yapandır (Buruc 85/16). Yaptıklarından sual olunmaz, hikmet aranmaz. Sadece itaat, olana rıza esastır. Zaman zaman medyaya yansıyan, Allah’ın kudretinin eseri olarak varlığını nakşettiği bal peteğinin, yürek damarlarının, ağaç kıvrımlarının mucize olarak kabulü bu anlayışın eseridir. Tabii afetler vuku bulduğunda, afet, bölge halkının günahlarına yüklenir. Bina, zina, faiz, fuhşun artması, insanlar azması dile getiriler. Bundan dolayı Allah da onların cezasını kesmiştir. Benzer özelliklere sahip, benzer afetlere uğramalarına rağmen cezası verilmeyen veya bu afetlerden bir şekilde kurtulanlar ise öteki dünyada daha fazla azaba düçar olacaklardır.
Bu anlayışta dini hayat da şekilci bir zihniyetle algılanır. Önemli bir kısım, Kur’an’ın icazına istinaden anlaşılamayacağını ileri sürerek dinin ancak Hz. Peygamber’in sünneti üzerinden yaşanabileceğini kabul ederler. İlk dönem âlimlerimiz Hz. Peygamber’den gelen sözleri derlemişlerdir. Bu derlenen hadis kitapları bizim için yeterlidir. Onlar bunların nasıl anlaşılması gerektiğini gösteren yorumlar da yapmışlardır. Bize düşen bunları doğru bir şekilde yaşamaktan ibarettir. Ancak bu yaşama biçiminde sünnetin bağlayıcılığı, fikhi değeri, hükümlerin mahiyeti, tarihselliği gibi hususlar çoğu kere bilinmeksizin mutlak lafız üzerinden şekilci bir algı geliştirilir. Hadis uzmanlarının sünnet-i adât diye nitelendirdikleri hususlar dinin aslından gibi algılanır. Örneğin, Hz. Peygamber’in “misvak kullanma” emri, mutlak misvak ağacı olarak değerlendirilir. Hz. Peygamber’e şeklen benzemekle sünnetin ihya edildiğine inanılır. Geleneğin dinleştirildiği, mezhep imamlarının ve geçmiş âlimlerimizin, yaşadıkları zamanın şartlarına göre verdikleri fetvalar din gibi algılandığı için, kafalarını kuma gömerek değişen sosyal şartlar görmeyenler bilerek veya bilmeyerek saçmalamaya devam etmektedir. Farklı ve yeni söylemler ise “Sen Şafii’den İbn Hanbel’den, Gazali’den, İbn Abidin’den daha mı iyi bileceksin” diyerek çoğu kere görmezden gelinir ve sapkınlık olarak nitelendirilir.
Maalesef bu din anlayışı, yeni yetişen ve bilgiye bir tuş mesafesinde olan yeni nesillerimizi tatmin etmekten uzaktır. Bu din anlayışının yeniden var olma mücadelesi veren Müslüman toplumlara vereceği fazla bir şey de yoktur. Ancak söylemleriyle din konusunda cahil insanları etkileyen ve etraflarında halkalar, cemaatler oluşturan bazı zât-ı muhteremler(!) kendilerini boy aynasında görerek olmayacak yorumlara girişirler. Onların bu absürt yorumları ise “komik” başlığıyla sanal medyaya meze olmaya devam etmektedir.